Gazze: Çölde Cinayet ve Örtbas, 15 Silahsız Sağlık Çalışanı Öldürüldü

Editör Notu: Okumakta olduğunuz yazı 7 Nisan’da revcom.us sitesinde yayınlanmıştır. Yazının öneminden dolayı türkçe çevirisini sizlerle paylaşıyoruz.


Hangi ülke, askerleri sağlık çalışanlarını bilerek öldürecek, ambulanslar da dahil olmak üzere tüm delilleri bilinçli olarak gömecek ve ailelere beş gün boyunca haber bile vermeyecek kadar ahlaksız olabilir?

Hangi hükümet askerlerini -savaş suçunun açık videosu ortaya çıkana kadar- örtbas edecek kadar ahlaksız ve utanmaz olabilir?

Ve yalanlar ortaya çıktıktan sonra, hangi güçlü ve müttefik ülkenin başkanı bu savaş suçlarını tamamen “anladığını” ve desteklediğini ilan edecek kadar acımasız ve cani olabilir?

Okumaya devam edin.

Güney Gazze, 23 Mart, 04:20 Refah’ın Haşaşin bölgesinde birkaç Filistinli İsrail’in hava saldırısında yaralandı. Yaralıların toplanıp tedavi edilebilmesi için bir Kızılay ambulansı gönderildi.

İsrail saldırısında Refah’ta 8 Kızılay acil müdahale görevlisi öldü, 23 Mart 2025. Yas tutanlar kurtarılan cenazeleri defnedilmek üzere taşıyor. Fotoğraf: AP

Uluslararası hukuka göre, kimliği açıkça belli olan ve çatışmaya girmeyen bir sağlık görevlisine bilerek saldırmak ya da onu öldürmek savaş suçudur.

Kızılay tarafından gönderilen sağlık görevlilerinin hiçbiri silahlı değildi. Sağlık personeli ve ambulanslarının her ikisi de açıkça işaretlenmişti. Bu ilk ambulansta bulunan Munther Abed, “Ambulansın ışıkları açıkça yanıyordu ve olay yerine giderken Kızılay logosu görülebiliyordu” dedi.

Ancak bu sağlık görevlileri hiçbir zaman yardım edemedi. Ambulansları bölgeye ulaştığında İsrail’in açtığı yaylım ateşiyle vuruldu ve ön koltuklarda oturan iki kişi anında öldü. Abed arkada oturuyordu ve hemen kendini minibüsün zeminine attı. “Meslektaşlarımdan herhangi bir ses ya da söz duymuyordum. Duyduğum tek şey ölmeden önceki son nefesleriydi” dedi. “Bize doğrudan ve kasıtlı olarak ateş edildi.”

“Birden etrafımdaki insanların İbranice konuştuğunu duydum. Sonra kapıyı açtılar ve özel kuvvetler içeri girdi. Onları üniformalarından tanıdım” diye hatırlıyor. “Beni arabadan sürükleyerek çıkardılar ve yakındaki kuma götürdüler. Bana işkence ettiler ve dövdüler.”

Daha Fazla Ambulans ve Kurtarma Aracı Gönderildi

Ambulansıyla irtibatı kaybettikten sonra, Kızılay Derneği sonraki birkaç saat içinde sağlık görevlilerini kurtarmak için ambulanslar ve bir itfaiye aracı da dahil olmak üzere iki farklı konvoy gönderdi ve BM ve Sağlık Bakanlığı da araçlar gönderdi. Toplamda 17 kişi sevk edildi.

Sabah 7:30 itibariyle Kızılay, gönderdiği üç ekipten hiçbirinden haber alamadığını duyurdu.

Abel tüfeklerle dövülmüş, bağlanmış ve yüzüstü yere yatırılmıştı. Ancak daha sonra yaşanacak dehşetin görüntülerini yakalamayı başardı: Arkadaşları ve meslektaşları farklı gruplar halinde olay yerine vardıklarında, her biri İsrail kurşunlarıyla vurularak öldürüldü.

Abel, İsrail güçlerinin suçlarını örtbas etmeye çalıştığını gördü: “Tüm arabaları, Kızılay ve Sivil Savunma arabalarını ezdiler ve gömdüler. Her şeyi gömdüler ve üzerlerini kumla örttüler.”

İsrail Savaş Suçlarının Videosu

Son gelen gruptaki sağlık görevlilerinden biri olanları telefonuyla kaydetti.

Filistin Kızılay Derneği’nin görüntüleri İsrail’in Gazze’deki doktor cinayetlerine ilişkin açıklamalarını yalanlıyor gibi görünüyor

Konvoyları yolda ilerlerken yol kenarında bir araç görmüşler. İncelemek ve yardım etmek için kenara çekmişler. Ancak iki adam araca yaklaşırken silah sesleri duyulmuş. Telefon ekranı kararıyor ama ses beş dakika daha devam ediyor.

Videoda duyabileceğiniz son sözler, ölmek üzere olduğunu fark eden birinin duaları: “Affet beni anne… İnsanları kurtarmaya çalışıyordum.”

Çekim yapan adam da dahil olmak üzere ekiplerden bir daha haber alınamadı. Yaralılara yardım için gönderilen 17 Kızılay ve Sivil Savunma ilk müdahale ekibinden Abel ve bir kişi (akıbeti bilinmiyor) hariç hepsi İsrail askerleri tarafından vurularak öldürüldü.

İsrail Dört Gün Boyunca Kimsenin Olay Yerine Yaklaşmasına İzin Vermedi

23 Mart’tan 26 Mart’a kadar geçen dört gün boyunca Kızılay, Gazze Sağlık Bakanlığı, BM ve kayıpların aileleri, meslektaşları ve arkadaşları umutsuzca akıbetlerini öğrenmeye çalıştı. Bölgede arama yapmak için defalarca talepte bulundular, ancak İsrail olay yerini mühürledi ve kimsenin incelemesine izin vermedi.

İsrail ayrıca kayıp sağlık görevlilerinin nerede olduklarına dair bilgi vermeyi de reddetti. Daha sonra cesetleri inceleyen Filistinli bir doktor, “Nerede olduklarını tam olarak biliyorlardı çünkü onları öldürdüler” dedi.

Kendinize sorun: Eğer İsrail, askeri sözcüsünün başlangıçta iddia ettiği gibi yanlış bir şey yapmadıysa, o zaman neden Kızılay’a ne olduğunu söylemeyi ya da olay yerine erişimini sağlamayı reddediyor?

Nihayet 27 ve 28 Mart tarihlerinde Kızılay personeli olay yerini kısa süreliğine ziyaret edebildi. Bir ceset çıkardılar; bu ceset kurtarma operasyonunun lideriydi. Ceset parçalara ayrılmıştı.

Ayrıca araçlarının enkazını da gördüler: Kızılay sözcüsü daha sonra şunları söyledi: “Bombalanmışlar ve üzerlerine yoğun ateş açılmış, bu da ekiplerimizin başına kötü bir şey geldiğini doğruluyor.”

Yukarıda ve aşağıda, 30 Mart 2025, Filistinliler, İsrail’in istihbarat birimi (Aman) tarafından tahrip edilen ve gömülen 17 sağlık çalışanı ve ambulansın cesetlerini çıkarıyor.

En Kötü Kabus

İsrail, Filistinli yetkililerin bölgeye tam erişimine ancak katliamdan yedi gün sonra, 30 Mart’ta izin verdi.

Kurtarma ekiplerinin bulduğu şey en kötü kâbuslarıydı: 14 sağlık görevlisi ve sivil savunma çalışanının hepsi ölmüştü. Yol kenarındaki bir toplu mezara gömülmüşlerdi. 1 Hepsi de vurulmuştu; çoğu çok yakın mesafeden defalarca, bazıları ise başlarının arkasından infaz tarzında vurulmuştu. Birinin elleri arkadan bağlanmıştı. Bir başka ilk müdahale görevlisinin kafası kesilmişti. BM, İsrail ordusunun onları “teker teker” vurduğu sonucuna vardı.

Hepsi de kendilerine özgü BM ve Kızılay üniformalarıyla gömülmüştü.

Ambulansları, kurtarma ve sivil savunma araçları bir araya toplanmış, buldozerler tarafından ezilmiş, ardından cesetlerin yanına atılmış ve üzerleri kumla örtülmüştü.

BM’nin Gazze’deki baş insani yardım yetkilisi “Hayat kurtarmak için buradaydılar,” dedi. “Bunun yerine kendilerini toplu bir mezarda buldular.”

İsrail’in Yüzsüz Yalanları ve Örtbasları

Bu katliam haberi ilk ortaya çıktığında İsrail ordusu yanlış bir şey yapmadıklarında ısrar etti. Kurbanlardan dokuzunun Hamas ve İslami Cihad savaşçıları olduğunu ve bunun Hamas’ın “bir kez daha tıbbi tesisleri ve ekipmanları kendi faaliyetleri için kullandığı” bir başka vaka olduğunu iddia ettiler.

Ancak İsrail hiçbir kanıt sunmadı ve sağlık görevlilerinin hiçbiri silahlı değildi ya da tıbbi kurtarma ve yardım dışında herhangi bir işle uğraşmamışlardı. Eğer kurbanlar gerçekten Hamas ajanlarıysa, neden onları toplu bir mezara gömerek cinayetlerini örtbas etmeye çalıştılar?

Ardından İsrail, güçlerinin ambulanslara “rastgele saldırmadığını”; “şüpheli bir şekilde ilerlerken tespit edildiklerini”, karanlıkta “farları ya da acil durum sinyalleri olmadan” yaklaştıklarını ve vurulmalarını gerektirenin de bu olduğunu açıkladı. 2

Başka bir deyişle, bu sözde bir “haklı cinayet” vakasıydı.

İsrail’in “My Lai” Katliamı

Bu telefon videosu, İsrail’in infaz ettiği ve ardından toplu mezara gömdüğü sağlık görevlilerinden birinin cebinde bulundu. Ve 4 Nisan’da New York Times tarafından yayınlandı.

Ambulansların açıkça işaretlenmiş olduğunu gösteriyordu. Acil durum ışıkları yanıyordu. Şüpheli bir şekilde araç kullanmıyorlardı, meslektaşlarını arıyorlardı ve onları bulduklarında kenara çekiyorlardı.

En az ikisi üniformalı olan kurtarma görevlileri bir itfaiye aracından ve Kızılay amblemli bir ambulanstan çıkarken ve yan yatmış ambulansa yaklaşırken görülüyor. Bunlar açıkça ayırt edilebilen üniformalar giyen sağlık görevlileriydi, silahlı savaşçılar değil.

Tüm bunlar Munther Abed’in tanık olduklarını doğruluyordu: bunlar açıkça askeri faaliyette bulunmayan tıbbi araçlar ve personeldi.

İsrail ordusu bunu başından beri biliyordu: araçları gördüler, personeli gördüler. Bir gruba ateş açıp sonra “hatalarını” fark etmediler. O sabah en az üç ayrı olayda açıkça teşhis edilebilen sağlık ve kurtarma görevlilerine ateş açtılar ve ardından onları üniformaları üzerlerindeyken yakın mesafeden infaz ettiler. Sonra da ölüleri ve araçlarını toplu bir mezara gömerek suçlarını – kelimenin tam anlamıyla – örtbas etmeye çalıştılar.

Bu bir savaş suçunun ders kitaplarındaki tanımıdır.

Bu Video Neyi Gösteriyor

George Floyd’un polis tarafından öldürülmesi ve Rodney King’in dövülmesine ilişkin videolar, ABD’deki polislerin Siyahlara RUTİN olarak neler yaptıklarını, suçlarını örtbas etmek ve meşrulaştırmak için rutin olarak söyledikleri yalanları ve en temelde Siyahları ve diğer ezilen halkları terörize etmenin ve bastırmanın bu sistem altında onların işi olduğunu tüm dünyaya gösterdi.

Filistinli bir sağlık görevlisinin çektiği bu video, İsrail’in yalanlarını ve Gazze’de her zaman kasıtlı olarak yaptıklarını gözler önüne seriyor. Birincisi, Gazze’nin sağlık çalışanlarını ve sağlık altyapısını hedef alıyor. İkincisi, masum sivilleri terörize ediyor ve katlediyor. Üçüncüsü de, Filistin halkına karşı işlediği toplu katliam ve sistematik soykırımı meşrulaştırmak için, gerçekleştirdiği her saldırının Hamas’a yönelik olduğu bahanesini kullanıyor. 3

Ancak İsrail askeri sözcüsü bir konuda haklıydı: İsrail güçleri bu ambulanslara “rastgele ateş açmadı”. Bu tür savaş suçlarını sistematik olarak işliyorlar.

Bu Katliam ve Trump’ın Desteği ABD ve İsrail Hakkında Ne Gösteriyor

Katliam videosunun yayınlanmasından bir gün sonra İsrail ordusu hikayesini “bir nevi” değiştirdi. Artık “sahadaki güçlerden” gelen ilk açıklamanın “hatalı” olduğunu söylüyor. Nasıl olduğunu henüz açıklamadı. Ve katledilen 15 sağlık ve kurtarma personelinden altısının Hamas ajanı olduğu konusunda -kanıt olmaksızın- ısrar etmeye devam ediyor.

Bu arada Trump da devreye girerek sadece genel olarak İsrail’i değil, özellikle bu katliamı tamamen destekledi! Trump’ın Ulusal Güvenlik Konseyi sözcüsü 6 Nisan Pazar günü yaptığı açıklamada “Hamas, ambulansları ve daha geniş anlamda canlı kalkanları terörizm için kullanıyor” dedi. “Başkan Trump bu taktiğin İsrail için yarattığı imkânsız durumun farkındadır ve Hamas’ı tamamen sorumlu tutmaktadır.”

Bu ahlaksız katliam, İsrail devletinin ve İsrail’in desteği olmadan böylesi tarifsiz suçları işleyemeyeceği ve işleyemeyeceği ABD’nin gayrimeşruluğunu ve ahlaksız suçluluğunu ortaya çıkarmıştır.

Bu katliam aynı zamanda -ve Trump’ın bu katliamı desteklemesi de- bu dehşeti tırmandıran Trump/MAGA faşist rejiminin yarattığı büyük tehlikenin altını çizmektedir. Bu durumda, Bob Avakian’ın sosyal medya mesajı Revolution #114‘teki bu gerçeğin ve mesajın tamamının (” Trump/MAGA faşizmini yenmek: Gelecekteki bazı seçimlere bakmak… ya da şimdi bu güçlü birleştirici talep etrafında milyonları harekete geçirmek için çalışmak: Trump faşist rejimi gitmeli!”)- geniş çapta yayılmalı, anlaşılmalı ve harekete geçilmelidir:

Trump faşizmi, temel hakları açıkça ve saldırgan bir şekilde ortadan kaldıran ve kendi dikte ettiğinden başka hukukun üstünlüğü ve hukuk süreci olmadığını ve uluslararası hukuka bağlılık iddiası ya da daha az güçlü halkların ve ülkelerin egemenliği ve hatta var olma hakkı konusunda endişe duymaksızın, uluslararası arenada hüküm sürmesi gerekenin ham yıkıcı güç olduğunu açıkça ilan eden bir rejimdir.




Boykot!

Boykot gerek hareketimiz gerekse de tarihsel olarak devrimciler açısından ağırlıklı olarak seçim tartışmalarına ilişkin bir siyasi tavrı ifade etmekteydi. Bunun yanı sıra tarihsel olarak Güney Afrika’daki apartheid sistemine ve işgalci İsrail siyonizmine karşı mücadelenin de önemli bir mevzisi olageldi. Daha önce Gezi İsyanı sürecinde eylemcilere kapılarını açmayan çeşitli firmalara yönelik boykot çağrıları olsa da bugün içerisinde bulunduğumuz siyasi kutuplaşma içerisindeki boykot çağrıları niteliksel olarak farklı bir boyut kazanıyor.

Öğrenci gençliğin akademik boykot ve daha sonrasında tüketim boykotu olarak başlattığı eylem çağrısı rejim karşıtı halk kitlelerinde geniş bir çağrı buldu ve CHP’yi de el yükseltmek zorunda bıraktı. Sonuç olarak 2 Nisan Türkiye çapında genel bir tüketim boykotuyla sonuçlanırken sosyal medya üzerinden rejim ile palazlanan veya iş tutan sermaye grupları geniş bir şekilde teşhir edildi. Boykot pratiği bu özgülde iki noktada ele alınabilir.

1.) İlk noktayı ekonomik boyut olarak ele almak mümkün. Türkiye bir Küresel Kuzey ülkesi değil ve ucuz emeğe ve sömrüye dayanan ihracat ülke ekonomisi açısından belirleyici bir kalem fakat tüketim yine de ülke ekonomisinin önemli bir kalemi. Örneğin GSYH’nin %60’ını hanehalkı oluşturuyor. Uzun bir süredir Türkiye açısından kapitalist büyümede tüketim önemsiz sayılamayacak önemde. Dolayısıyla rejim açısından uzun süreli tüketim boykotları hem uzun vadeli enflasyon politikasını negatif etkileyeceği hem de rejimin klientalist ekonomik örgütlenme sonucu palazladığı ve büyüttüğü burjuvazinin hem iç hem de dış pazarda rekabet gücünü negatif etkileyeceği için müdahale gerektiyor.

İşin bu boyutu önemli olsa bile rejimin ekonomik zor karşısında düşeceği veya temsil ettiği burjuvazinin bütünüyle yalpalayacağı mekanik ve indirgemeci bir bakış açısı. Nitekim bu okuma hem faşizmin sosyal tabanını yok sayıyor hem de rejimin ekonomi politik açıdan içerisinde bulunduğu zorunlulukları görmüyor. Buna verilebilecek bir örnek rejimin altyapı inşaatlarında anlaştığı büyük firmaların karlarını dövize endeksleyerek korumaya almış olması. Bu ekonomik pratik rejim açısından uzun vadede ağır vergi politikaları, orta sınıflarda hoşnutsuzluk ve enflasyon yaratsa da temsil ettiği ve palazladığı burjuvaziyle arasındaki bir zorunluluk ilişkisi.

2.) Buradaki en önemli nokta ise ikinci nokta. Yani boykot çağrıları ve pratiğinin aslında mevcut siyasi kutuplaşma içerisinde aldığı durum ve bunun oluşturduğu zemindir. Şayet boykot hareketi büyür ve hükümet istifa meşru sloganı ile birleşerek rejimin hukuksuzluklarına ve anti-demokratik uygulamarına karşı bir araya gelebilir ve öfkeli halk kitleleri bu mücadeleyi kararlı bir şekilde sürdürebilirse bu rejime geri adım attırabilir ve hatta rejimin düşmesi için başka çelişkileri de açığa çıkarabilir. Böylesi bir atmosfer devrimci fikirlerin yayılması ve tartışılması için elverişli bir zemin hazırlayabilir.

Boykot çağrıları meşrudur ve desteklenmelidirler ancak bu yapılırken rejimin ve temsil ettiği bütün her şeyin bütünlüklü teşhiri ve bu rejimi var eden sistemin açıklanabilmesi ve mücadelenin çok katmanlı bir şekilde ele alınabilmesi kritik önemdedir. Şayet boykot bütün bu siyasi zemin olmaksızın ele alınırsa büyük ihtimalle mücadele tarihinin pozitif bir dipnotu olarak kalacaktır.




5 Nisan Protestoları: Çok Pozitif Bir Gün ve Önemli Bir Başlangıç

1400’den fazla şehirde insanlar Trump’ın faşist rejimine karşı “Çekin Ellerinizi” sloganıyla yürüdüler. Bir gün öncesinde 500.000’den fazla kişi yürüyüşlere geleceklerini belirttiler, Cumartesi günü de ülkenin her tarafından yüzbinler sokaklara aktı. Buradaki gücün potansiyeli hissedilebilirdi. Trump’ın seçimi kazanmasını takip eden ilk günden beri Bob Avakian bir ülke içerisindeki “iki ülkeden” bahsetmişti. Kendisi bunu “Amerika sözde ‘Birleşik’ Devletleri’nin kölelik ve soykırıma bağlı temelinden doğan başlangıcından beri var olan, ülkenin tarihi boyunca 1860’larda İç Savaş ile de, 1960’larda ve takip eden yıllarda gerçekleştirilen değişimlerle de çözülememiş temel bir ayrımın uzantısı” olarak nitelendirmiştir.

 

Aylardır bu ülkelerden biri olan Trump ve onun rejiminin başında yer alan faşist, Nazi selamcısı çekirdek kuvvet kendi faşist programları ile yollarında duran her şeyi ezip geçmekte, büyük ölçüde meydan okunmayan bir gücü elinde tutmaktaydı. Dün, Trump’ın faşist rejiminin yaptığı bir veya diğer şey veya şeylerden dehşete kapılmış diğer ülkeyi oluşturan “iyi insanlar” dışarı çıkmaya başladı.

 

Bu hafta bu topluluğun genişliğini, ruhunu ve düşünce kapsamını ortaya koyan görsellere vurgu yapmak istiyoruz. Gelecek haftalarda daha da fazlasını söyleyeceğiz, ancak bugün üç şeyi vurgulamak istiyoruz:

 

Birincisi, pek çok farklı perspektiften gelen ancak bu faşizmi yenmek için birlik olmuş halkın Nisan ayının sonraki günlerinde Faşizmi Reddet (RefuseFascism) tarafından Trump Faşist Rejimi Gitmeli! sloganının arkasında düzenlenen örgütlenme konferanslarına katılmaları çok önemlidir. Öfke ve umut güçlü duygulardır. Ancak örgütlü olmadan veya saptırılarak hiçbir yere varamazlar; fakat örgütlü olunca dağları yerlerinden oynatırlar. Konferanslara çağrılar ve RefuseFascism.org’un “Vicdana ve Harekete Geçmeye Çağrı”sının oldukça fazla insana ulaşması gereklidir.

 

İkincisi, örgütlenme çok önemlidir ancak tek başına yeterli değildir. İnsanların neye karşı savaştıklarını ve ne için savaşabileceklerini bilmeleri çok önemlidir. Burada da Bob Avakian Enstitüsü tarafından yayınlanan, Bob Avakian’ın yakın zamanda yayınladığı “TRUMP/MAGA FAŞİZMİ: Gerçekten Ne ile Karşı Karşıyayız, Çok Geç Olmadan Onu Yenmek İçin Ne Yapmalıyız ve Neden Yapmalıyız sosyal medya mesajına dayanan broşürün eşi benzeri yoktur.

 

Üçüncüsü: Şimdi şiddet içermeyen direniş ve protesto hareketlerini arttırma zamanıdır! Trump/MAGA faşizmini teşhir etmek, Trump Faşist Rejimi Gitmeli! ve İnsanlık Adına Faşist Bir Amerika’yı Reddediyoruz! talep ve sloganlarını taşımak için cesur ve yaratıcı yollar bulun. Meydan okumayı, diğerlerine ilham olmayı ve onları örgütlemeyi amaçlayın.

 

Derin bir nefes alın, fotoğraflara bakın ve… Haydi Başlayalım!


Yazının orijinali için linki tıklayınız.


 




Trump/MAGA Faşist Rejiminin Gümrük Vergileri Üzerine 4 Nokta

Editörün notu: Trump rejiminin yeni gümrük vergisi politikası Türkiye’de dahil olmak üzere dünyanın bütün ülkelerinde başta finans piyasası olmak üzere pek çok alanda hızlı etkiler göstermiştir. Bu gümrük vergilerinin gerçek niteliğinin ne olduğu bunun nasıl bir bilinçli politikanın parçası olduğunu anlamak için revcom.us sitesinde yayınlanan bu yazının çevirisini okurlarımıza sunuyoruz. Yazının orijinali için tıklayınız.


Geçtiğimiz hafta Trump, ekonomi politikasında büyük bir değişikliği ifade edecek şekilde ABD’nin ithal ettiği bütün ürünlere %10 olarak uygulanacak yeni bir kapsayıcı gümrük vergisini yürürlüğe koydu. Otomotiv, yarı iletkenler ve farmasötikler gibi belirli ürünlerde ise daha da yüksek, %25 gibi bir gümrük vergisini yürürlüğe koydu. Bu hamle küresel ekonomide hemen bir şoka sebep oldu ve dünyanın her yerinde borsalar hızlı bir düşüşe geçti.

Tarife ya da gümrük vergisi, diğer ülkelerden ABD’ye giriş yapan ürünlere konan bir vergidir. Bu, genel olarak fiyatların artmasına sebep olacak bir kapitalist rekabet aracıdır. Yaptığı bildiride Trump açıkça Çin, Vietnam, Japonya ve Avrupa Birliği gibi önde gelen ticaret ortaklarına daha yüksek ithalat vergileri koyma hedefini belirtmiştir. Bu ABD politikasında büyük bir değişikliktir. Bunun burada ve dünyanın başka yerlerinde etkilerinin ne olacağı hala belirsizdir. Neler olduğunu, şimdilik neler söyleyebileceğimizi ve insanlığın çıkarlarının ne olduğunu anlamak için dört önemli nokta aşağıdadır.

1) Bu gümrük vergileri, Bob Avakian’ın geçtiğimiz hafta belirttiği Trumpçı-faşist “uluslararası sahaya, daha güçsüz halk ve ülkelerin bağımsızlık ya da var olma hakkı için endişe ya da uluslararası hukuka uyumluluk adına sakınıyormuş gibi görünmeye çalışmak dahi olmaksızın ham yıkıcı güç hakim olmalıdır” prensibinin bir ifadesidir. (@BobAvakianOfficial sosyal medya mesajı REVOLUTION 114: Trump/MAGA faşizmini yenmek: Gelecek seçimlere bakmak ya da şimdi milyonları bu birleştirici talep etrafında toplamak için çalışmak: Trump faşist rejimi defedilmelidir!)

Bu gümrük vergileri anlamsız ya da salakça hatalar değildir, bütün dünyayı ekonomik, politik ve askeri olarak ABD’nin lehine radikalce yeniden organize etmeyi amaçlayan bir bakış açısı ve stratejinin bir parçasıdır.

Bütün bu strateji son derece patlayıcıdır. Bazı yorumcular bundan “savaş açmak gibi” bir hareket olarak bahsetmektedir.

2) Trump, diğer ülkelerin ABD’yi “kullandıkları” yalanını söylemektedir. ABD, onlarca yıldır Çin, Vietnam, Kamboçya, Bangladeş gibi ülkeleri kullanarak dünyadaki bir numaralı baskıcı ve sömürücü olmuştur. 150 milyon çocuk da dahil olmak üzere milyonlarca insan, Apple, Nike, Walmart, H&M gibi ABD şirketleri için ucuz ürünler üretirken hayatlarını ter gibi akıtmaktadır. Bu durum ABD’de fiyatları düşük tutarken aynı zamanda ABD’deki milyarderlerin ceplerini süper kârla doldurmaktadır.

Bu gümrük vergilerine karşı çıkarken pek çok insan bunun Amerikan halkına ne kadar zararlı olacağına odaklanmaktadır. Evet, bu vergiler şimdiden bu ülkede zar zor geçinen pek çok insana gerçek zararlar verecektir. Ancak çok daha büyük zarar Amerika’nın son 70 yıldır yağmaladığı ve sömürdüğü, vampirler gibi kaynaklarını ve insanlarını emdiği Vietnam, Bangladeş, Nijerya, Guatemala ve daha nicelerine verilecektir. Bu gümrük vergileri o parazitik ilişkiyi yoğunlaştırmak için bir araçtır.

3) Bu değişikliğin bu ülkede halka yaşatacağı zorluklar kendi başlarına rejimin çöküşüne sebep olmayacaktır. Bu vergilerin bu ülkedeki halklar üzerinde sahip olacağı ekonomik etki insanları sokağa döken şeyin parçası olabilir ve belki Trump seçmenlerinin dış çeperindeki bazı kişileri vazgeçirebilir ancak kendi başlarına Trump’ın toplumsal tabanını faşizmden koparmayacaktır. Önce Amerika Gelir Şovenizmi, göçmen karşıtı histeri, beyaz üstünlenmeciliği, kadınların ve LGBT bireylerin günah nesnesi ilan edilmesi hatta ve hatta ekonomik zorluklar tarafından güçlendirilebilir bile.

Revolution 114 sosyal medya mesajında milyonlarca faşist hakkında Bob Avakian şunları söylemiştir:

“…onları hareketlendiren şey sadece ekonomik pozisyonları değil, aynı zamanda toplumsal pozisyonlarıdır da. MAGA faşistleri için ekonomik durumlarının dahi ötesinde güçlü ve sapkın bir motive edici faktör de beyaz ve erkek üstünlenmeciliği, LGBT bireyler ve göçmenlere karşı nefret (Trump’ın iğrenç, ırkçı terimleriyle özellikle de “bok çukuru ülkelerden” göçmenler) konusundaki inatçılıklarıdır. Bu faşistler “Amerika’yı Yeniden Yüce Kıl” [Make America Great Again] derken bunlardan bahsetmektedir. Bütün bunlar da ulu orta yalanlar, bilim karşıtı delilik ve kafayı sıyırmış komplo teorileri ile savunmasız grupların nefret ve zulüm hedefleri haline getirilmesi, göçmenlerin “tehlikeli suçlular”, trans bireylerin sapık istismarcılar olarak lanse edilmesi ile birlikte gelmekte ve bunlardan güç almaktadır.”

Gittikçe daha acil olarak bu faşist rejimin doğasını ifşa edecek ve kitlesel protesto yoluyla beraber harekete geçerek Trump Faşist Rejimi Gitmeli talebini en yüksekten duyuracak bir güce ihtiyaç vardır. Bu güç toplumun her köşesinde hareket ederek Trump’ın kendi faşist hakimiyetini yönetmesini ve yürürlüğe koymasını engelleyecek bir siyasi kriz yaratmalıdır. Bu gümrük vergilerinin sebep olabileceği yoğunlaşmış kıvılcım ve radikal hareket ile birleştiğinde bu faşizmi yenmek için çok geç olmadan hareket edersek gerçek bir kazanma şansı olacaktır.

4) Gücü elinde tutan emperyalistler “serbest ticaret” ya da aşırı vergi politikasından hangisini uygularsa uygulasın, bunların ikisi de acımasız bir uluslararası sömürü sisteminin, her geçen gün milyarlarca insanın ruhlarını ve hayatlarını ezip tüketen bir sistemin türleridir. Bob Avakian sömürü üzerine olan serisinde [SÖMÜRÜ: NEDİR, NASIL SON VERİLİR ve BÜTÜN SÖMÜRÜ VE BASKIYA SON VERMEK], kapitalist-emperyalist sistemin neden bunu yapmak zorunda olduğunu ve nasıl sosyalist sistemin sömürü ve insanlar arasındaki bütün antagonistik ayrımların ötesine geçme sürecini başlatabileceğini gözler önüne sermektedir.

Yeniden Bob Avakian’ın sözleriyle bu tarz radikal şoklar:

insanların “şeylerin her zaman olduğu şeklinin” olabilecekleri tek şekil olduğu yönündeki inançlarını sarsabilir. İnsanları şeylerin nasıl olduğunu ve öyle kalmalarının bir zorunluluk olup olmadığını sorgulamaya daha açık hale getirebilir ve hatta gerçek bir biçimde sorgulamayı zorunlu kılabilir. Bütün bunlar devrimci güçler halkın içinde olanlar ve bunların neden olduğu üzerine daha derin gerçeklere ışık tutarak böyle yaşamaya bir alternatifin olduğunu açığa çıkarırlarsa daha olası hale gelecektir.




Sandık Kıskacında Toplumsal Muhalefet ve CHP’nin Asla Yapamayacakları

19 Mart’ta, Ekrem İmamoğlu ve ekibine yönelik çekilen operasyon sonrasında toplumun bütün kesimlerinden rejimin her türden demokratik hakka yönelik faşist saldırılarına karşı büyük ve öfkeli bir başkaldırı dalgası yükselmişti. İnsanların bir çok şehirde güçlü kalabalıklarla, üniversitelerde, sokaklarda ve meydanlarda bu rejime ve onun temsil ettiği her şeye yönelik başkaldırısı, operasyonun  yapıldığı CHP’nin de beklemediği bir durumdu. Ortaya çıkan yeni gelişmeler karşısında CHP bazı “ezber bozan” denemeler yapmış olsa bile, esas ve temel olarak klasik düzen partisi rolünü oynamaya devam etti.

CHP’den Asla Olmayacağı Şeyi Beklemek Ölümcüldür

Faşizm, burjuvazinin aleni bir diktatörlüğüdür ve kendisini hiç bir yasa ile sınırlamaz. Ya mevcut yasaları hiçe sayar ya da kendi işleyişi biçiminde yorumlar ve değiştirir. Faşist iktidarlar burjuvazinin liberal kanadı da dahil olmak üzere, toplumun bütününe yönelik aleni bir baskı uygular. Burjuvazinin diğer güçlerini ekarte etmek ya da kendisine eklemlemek için tüm baskıcı aygıtları harekete geçirir.

Ekrem İmamoğlu’na yönelik operasyon bu ülkede uzun zamandır parçalanmış olan hakim sınıfların çelişkilerini güçlü bir şekilde yüzeye çıkarmış oldu. Denilebilir ki, Türk hakim sınıfları 1960 darbesinden sonra hiç bu denli birbirlerine düşmemişlerdi. Lakin mevcut durum 1960’ların da ötesindedir. İslamcılar 1960’lı yıllara nazaran çok güçlüdür ve devletin rejimini değiştirmişlerdir. İkincisi ise halk kitleleri hiç olmadığı kadar bu kutuplaşmanın parçası olmuş ve halkın çoğunluğu  rejimin temsil ettiği birçok şeyden nefret etmektedir.

TC’nin kurucu partisi olan CHP, mevcut kutuplaşmada “AKP karşıtı” cephenin lokomatif gücü olmaya devam etmekte. Bu sistemin işleyişine dair nasıl bir yol izlenilmesine yönelik (rejim) AKP’yle keskin çelişkiler yaşamakta. Beri yandan ise AKP’den rahatsız olan kitlelerin önemli bir kısmını kendi bünyesinde şu ya da bu oranda entegre edebilmiş durumda ve bu “entegrason” da bazı çelişkileri barındırmaktadır. CHP, özellikle büyük şehirlerde, nispeten sol eğilimlileri, sosyal demokratik güçleri, radikal sekülerleri, Kürtleri ve Alevileri, sistem içerisine “soldan” içerebilmiştir. Bu içerme durumu ise, bu güçleri sürekli olarak CHP’yi baskılamaya ve yeni “normlar” çizmeye zorlamıştır. CHP, faşizmin dünya çapında zemin kazandığı koşullarda, “sosyal tabanı” olarak ifade ettiği güçlerin normlarını bir yanıyla kabul etmekte bir yanıyla ise sınırlayıp, bastırmaktadır. CHP kitlelerin temel ihtiyaçlarını cevaplayamaz çünkü bir sistem partisidir. Şayet CHP, temel kitlelerin ihtiyacını karşılayan bir eğilim sergileyecek olursa, kendisini var eden “kurucu kodlar” tehlikeye girer ve böylece ya sistem çatırdamaya başlar ya da CHP sistem dışı kalır. CHP bu sistemin sözde “sol”dan savunucusudur ve burjuva diktatörlüğünün hem kurucu partisi hem de yılmaz bir savunucusudur -en az AKP kadar.

Fakat CHP bir AKP değildir. Ama kötünün iyisi de değildir. CHP iktidarda olmadığı için, halkın yükselen öfkesini kendi rejimini tesis etmeye yönelik kullanmak istemektedir. O yüzden, geniş halk kitlelerinin bazı taleplerini öne çıkarmaya ve bazı ölçülerde sınırları esnetmeye devam edebilir. Bunu yapmazsa, AKP’yle içerisinde olduğu derin parçalanmadan kaybederek çıkacaktır.

Tekrar etmek gerekirse CHP bir düzen partisidir. Demokratik hak, hukukun üstünlüğü ve “hukuk devleti” kavramlarını, baskıcı ve sömürücü olan bu sistemin “daha iyi” işleyebilmesi için istemektedir. Ve “demokratik haklar”, “hukukun üstünlüğü” sürekli olarak bu sistem tarafından sınırlandırılır ve yeniden şekillendirilir.

CHP Her Daim Sandığı Gösterecek

İnsanların on binler ve yüz binlerce sokağa inip, “hükümet istifa” diye öfkesini yükselttiği şu günlerde CHP’nin “erken seçim” diye bağırması, sürekli olarak seçimlere işaret etmesi, CHP’nin klasik bir sistem partisi olmasından ötürüdür. Üniversiteleri, sokakları ve meydanları dolduran kitle ise, hemen şu anda AKP’nin temsil ettiği bir çok şeyden kurtulmak istemekte. “Bir sonraki seçim” yerine, bu teokratik faşist rejimden hemen kurtulmak istiyor.

CHP halk kitlelerinin temel talebi olan bu rejimin hemen durdurulması talebine “topu göğsünde yumuşatarak” cevap vermeye devam ediyor. CHP insanların, rejim için hem sembolik hem de korkulu rüyası olan Taksim’e yürüme istekleri yerine, Saraçhane’de toplayarak, gaz alıyor. Bir yandan insanların evlerinden çıkmasını, eylem yapmasını ve kendi “muhalefetinin” parçası olmasını istiyor diğer yandan ise “eylem içeriğini” klasik burjuva partisi olarak mitinglerle, şölenlerle sınırlamak istiyor. Çünkü CHP öfkeli kalabalıkların sokağı nasıl hakarete geçirebileceği belirsizliğinden çok korkuyor. Toplumsal muhalefete dönüşen sokağın, kendi “siyasal muhalefetini” aşmasından çok korkuyor. CHP, AKP’ye gücünü gösterebilmek ve rejimin saldırılarına göğüs gerebilmek için sokağın öfkesini kullanmak istiyor, ama bu öfkenin kendisini de var eden sistemi yıkma pontansiyelinden korktuğu için ilk andan itibaren önleyici sınırlar çekiyor ve çekmeye devam ediyor.

Bu tabloya ek olarak eylemlerin ilk günlerinde Mansur Yavaş gibi faşistlerin ön plana çıkması, sol/sosyalist güçlerin polis terörüne terk edilmesi, şovenist gençlerin sayılarının azlığına rağmen artan oranda sahayı domine etmeleri, ardından Ümit Özdağ’ın cezaevinde CHP tarafından ziyareti, CHP’nin sahayı zehirli Türk şovenizmiyle sınırlaması durumu da eylemlerin etki gücünü kıran ve sandığa doğru çeken bir kuvvet yaratmıştır.

Sandık İllüzyonu ve Gerçek Kurtuluş

CHP, kapitalist sistemin normal zamanlardaki işleyişinde, “gücün aktarımı” için önemli bir süreç olan seçimleri işaret etmeye devam ediyor ve halk kitlelerini bir illüzyona sürüklüyor. Halbuki ne içinden geçilen zamanlar “normaldir” ne de AKP “demokratik normları” esas alarak harekete geçebilir. Seçimlerin burjuva manada hiçbir “esprisi” kalmamıştır demiyoruz. Ama esas itibariyle bu rejimi ve onun temsil ettiği birçok caniliği durdurabilecek olan, sürekliliği sağlanmış, bilinçli, öfkeli ve örgütlü bir halk muhalefetidir. Böylesi bir muhalefet sadece bir “hükumet değişikliği” ile sınırlı kalmayacak, aynı zamanda, mevcut rejimin temsil ettiği ve bu sisteme içkin olan birçok baskı ve sömürü formunu söküp atabilir ya da atmaya yönelik güçlü bir potansiyel oluşturabilir.

Açıkça belirtmek gerekir ki CHP’nin çağrısı sonrasında, İmamoğlu’nun cumhurbaşkanlığı ön seçimi için yapılan oylama da 15 milyon oyun olması, bir yönüyle aldatıcı ama bir yönüyle kritiktir. Aldatıcı yanı, bu rejimin acil durdurulması talebini, “sandık” yoluyla zincirlemekte ve insanların öfkesini heba etmektedir. Kritik yanı ise insanların hiçbir zorunluluğu olmamasına rağmen sandığa gitmesi ve İmamoğlu’na karşı yapılan kumpasa karşı olması, salt bir İmamaoğlu sevgisiyle açıklanamaz. Bizzat oy verenlerin hatırı sayılır bir kısmı, İmamoğlu ile “bütünleşmekten” ziyade rejimin temel demokratik haklara saldırmasına yönelik bir tepkidir. Ve şimdilerde CHP bu tepkiyi “erken seçim” için  30 milyon imza ile örgütlemek için harekete geçmiştir.

30 milyon insanın erken seçim talebi önemsiz değil fakat devletin tüm baskı aygıtlarını (ordu, polis, mahkemeler), meclisin çoğunluğunu ve Cumhurbaşkanlığını elinde tutan AKP açısından çok da zorlayıcı değil. Rejim dünyadaki faşist yükselişi ve emperyalistler arasındaki bölünmüşlüğü de bir fırsata dönüştürerek, kendi toplumsal tabanına daha fazla sarılacak, Kürt kitleleri bu sürecin dışında tutmak için “yeni İmralı görüşmeleri” kozunu kullanmaya çalışacak ve kimi kararsız kesimleri de kendi yanına çekmeye yönelecektir.

Özetle, rejimi ve temsil ettiği şeyleri bir daha geri dönmemecesine söküp atmak ancak kararlı, öfkeli ve bilinçli bir halk hareketiyle mümkün olabilir. Şayet milyonlar sokağa inerse ve hayatı felç ederse, rejimin büyük sermaye grupları boykot yoluyla destabilize edilirse, rejim uzun süre direnç gösteremez ve yükselen toplumsal muhalefete karşı geri adım atabilir. Öfkeli kalabalıkların ortaya çıkardığı, “hükümet istifa” ve “boykot et” talepleri etrafında toplanmalı on binler ve yüz binleri bu temelde harekete geçirmeli ve böylece rejimin anti demokratik tüm uygulamaları bertaraf edilmelidir. Rejimin sistem ile olan bağları ve bu sistemin “en iyi” halinin de baskıcı ve sömürücü doğası daha fazla teşhir edilmelidir. Böylesi bir siyasi atmosfer, başka bir dünyanın gerekliliğine dair devrimci fikirlerin yayılması ve örgütlenmesi için güçlü bir zemin oluşturacaktır.  




Ekrem İmamoğlu’nun Tutuklanması, Rejimin Saldırıları ve İzlenilmesi Gereken Yol

19 Mart günü “yolsuzluk ve terör” suçlamalarıyla göz altına alınan Ekrem İmamoğlu, 23 Mart pazar günü “yolsuzluk” yaptığı ve “kaçma” tehlikesi olduğu gerekçesiyle tutuklanarak Silivri Cezaevine gönderildi. Böylece, bu ülkenin bir sonraki seçimlerde Cumhurbaşkanı olma ihtimali olan İmamoğlu, rejim tarafından şimdilik ekarte edilmiş gibi görünüyor.

27 Mart 2025

Rejimin saldırılarının nedenleri

Aksa Tufanı sonrasında bölgedeki gelişmeler ışığında “iç cepheyi tahkim etmek” için ortaya çıkan rejim güçleri, Ortadoğu’daki kartların yeniden karılması durumunda oldukça kritik olduğunu zaten vurgulamışlardı. Bu minvalde CHP’yle “müzakere” ve ardından Kürt hareketiyle girilen “yeni süreç”, Türk hakim sınıflarının çıkarlarını savunabilmek açısından birer ihtiyaç olarak ortaya çıkmıştır.

AKP açısından en az TC’nin geleceği kadar önemli olan şey, 2016’dan beri konsolide ettikleri İslamcı Türkçü faşist rejimin devamlılığı olduğu kesindir. Erdoğan’ın ilmik ilmik ördüğü bu rejim şayet devam etmezse, İslamcı kesimlerin şimdiye kadar inşa ettikleri her şey boşluğa düşebilir ve süreç tersine dönebilir. O yüzden, mevcut dünya arenası içinde hakim sınıflar arasındaki “Türkiye’nin geleceği” tartışması aynı zamanda rejimin niteliğinin ne olacağı tartışmasıdır.

Erdoğan 2023 seçimlerini kazanabilmiş, ama “zaferi” aslında çok büyük bir fark yaratmamıştı. Esasta Erdoğan karşıtı cephenin, bu rejimden rahatsızlık duyanlarla birleşmesi yerine daha fazla İslamcı kanadın tabanına oynama durumu, Millet İttifakı’nın yenilgisinin temel nedenlerinden biriydi. CHP bu yenilginin ardından bir “bağırsak temizliği” yaparak, 31 Mart yerel yönetim seçimlerinde “Türkiye İttifakı” adı altında, her bir yerelde özgün ittifaklar oluşturarak birinci parti olamayı başardı ve AKP’ye son yılların en büyük yenilgisini yaşattı. Seçim sürecinde Erdoğan her ne kadar kurmay kadrusu, bakanları ve milletvekilleri ile İstanbul’u üs belirlemelerine rağmen İmamoğlu AKP adayına büyük bir yenilgi yaşattı. Ve böylece İmamoğlu, Erdoğan’ı dört defa yenen lider olarak ön plana çıktı ve daha güçlü olarak CHP’nin cumhurbaşkanı adayı olarak ismi zikredilmeye başladı.

Yapılan tüm anketlerde İmamoğlu’nun Erdoğan’a tur bindirmesi, rejimin dikkatlerini daha fazla İstanbul’a odaklanmasına neden oldu. Bunun temel nedeni sadece “büyük ekonomik gelir” olarak İstanbul belediyesinin kayyum yoluyla tekrardan alınması değil -ki bu da önemlidir-, bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde kazanma ihtimali olası rakiplerin elemine edilmesidir. Rejim ilk aşamada çevre belediyelere kayyum atamaya başlamış, CHP’nin işleri sadece birkaç mitingle geçiştirmesi sonrasında, Ekrem İmamoğlu’na ve onun yakın çalışma arkadaşlarına operasyon çekip, hapse attırmıştır. Rejim hem İmamoğlu’nu tutuklayıp hem de İstanbul’a kayyum atamamıştır, Türkiye genelinde kopup gelen öfkeyi dizginlemek için böylesi bir yöntem izlemiş olabilir. Ama kesin olan şu ki, şayet CHP Rejimin işleyişini felç edecek olan tek yolu yani sürekliliği sağlanmış halk saferberliğinin önünde durduğu müddetçe, Erdoğan tüm zorluklarına rağmen, bu süreçten bir başarı ile çıkacağı kesindir.

Rejim bu saldırılarıyla birden fazla şeyi ön görüyor: İmamoğlu’nun ekarte edilmesi; CHP’nin Kürtlerle olan “taban ittifakı” ya da “kent uzlaşısını”, böl-parçala-yönet ile durdurmak ya da en kötü ihtimalle tahrip etmek; CHP’ye çekilen operaysonla nispeten “sosyal demokratik” kadroları hedefleyerek, Türkçü faşistleri dizginlerinden boşandırmak ve CHP’yi daha fazla sağa çekerek, hem ilerici güçlerle hem de Kürt kitlesiyle CHP’nin arasına keskin duvarlar örmek.

Rejimi ne durdurabilir ve neden CHP bunu gerçekleştiremez

Rejimin genel saldırganlığı toplumsal kesimleri aşmış ve burjuvazinin Kemalist kesimlerini hedef haline getirmiştir. Mesele sadece iki burjuva kliği arasındaki “alışageldik” bir mücadelenin ötesinde, bir burjuva kanadın kendi iktidarını sürdürebilmek için, burjuvazinin “muhalif” kanadı da dahil olmak üzere, toplumun tüm kesimlerini şeytanileştirmesi ve buradan çıkardığı “meşrulukla” iktidar aygıtının baskı araçları ile -hukuk, bürokrasi, polis, asker vb- topyekûn saldırganlık boyutuna geçmesidir. Şayet bu ülkenin kurucu partisi olan CHP’ye kayyum atamak gündeme gelmişse, bu bariz bir şekilde hakim sınıflar arasındaki “tutkalın” tutmadığı, parçalanmışlığın bir yarılmaya doğru gittiği anlama gelir.

Bununla birlikte CHP -sözde sosyal demokratik olan ama aslında bu ülkenin hakim sınıflarının “sol” kanadı- mevcut rejim aralarındaki keskin çelişkilere rağmen şeyleri sonuna kadar zorlamaya ve rejimi bütünlüklü bir şekilde sıkıştırmaya yönelik bir girişimde bulunmayacaktır. Daha önceden de söylediğimiz üzere, CHP halk kitlelerinin sokağa inmesinden daha fazla kokmaktadır. Halkın -özellikle öğrenci gençliğin- sokak eylemlerindeki inisiyatifli yükselişini “meydanlara” sıkıştırma ve sürekli olarak “seçimle hesap sorma”nın ötesine geçmeyecektir. Çünkü şayet halk kitleleri anti-demokratik uygulamalar karşısında sokak eylemleriyle birlikte topyekûn direnişe geçerse, bu CHP’yi de var eden sistemin sorgulanması ve işlerin hiç istemediği bir yana doğru gitmesine olanak sağlayabilir. Ve yine şayet insanlar temel demokratik hakların sokak yoluyla alınabildiğini keşfeder ve bunu içselleştirirler ise böylesi bir atmosfer devrimci fikirlerin de yaygınlaşmasına ve kök salmasına vesile olur. İster Kemalist isterse İslamcı olsun, hiçbir hakim sınıf kanadı, halk kitlelerinin kendi inisiyatifi temelinde gayrı meşruluğa karşı sürekli seferberliğini kabul edemez. Çünkü böylesi bir durum sistemin işleyişini felce uğratır.

Ekrem İmamoğlu’nun cumhurbaşkanlığı için 15 milyona yakın insan hiçte zorunlu olmadıkları bir seçim için sandığa gitmiştir. Bu ülkede her 6 kişiden biri, bu rejimin artık gitmesi gerektiği düşüncesiyle seferber olmuştur. Evet bu kitleler CHP’nin motor gücü olduğu “muhalif” parametreler tarafından sınırlanmakta ve geriye doğru çekilmektedir. Bununla birlikte toplumun ezici çoğunluğu bu rejimin caniyane suçları karşısında “artık yeter” diyerek bir eşiği aşmış durumdadır. Halk kitlelerinin öfke dalgaları öyle bir boyut almıştır ki CHP’nin ördüğü bentleri de bazı boyutlarıyla aşar duruma gelmiştir. Şüphesiz bu kitleler homojen değil ve içerisinde Kürt düşmanı Türkçü faşistlerden gerici patriarkal ideolojiyi açıkça savunan insanlar da bulunmaktadır. Devrimci kitlelerin zayıflığından dolayı bu gerici unsurlar son birkaç eylemde daha fazla “inisiyatif” almış olsalar bile yine de bu eylemlere katılan insanların ezici bir çoğunluğu mevcut rejimin temsil ettiği birçok şeyden nefret etmekte ve bunlardan geri dönmemecesine kurtulmak istemektedir.

Bu saldırılar birinci derecede CHP’yi hedef almış olmakla birlikte esas olarak toplum üzerinde demir bir perde örmeyi hedeflemektedir. Teokratik faşist rejim, burjuvazinin “muhalif” kanadını dahi bastırıp kendisine eklemleyerek, “Aliyev modeli” yapmak istemekte ve böylece bu sisteme öfke duyan herkesi derin bir umutsuzluğa ve geleceksizliğe süreklemeyi de öngörmektedir. Tarihsel tecrübe her zaman şunu göstermiştir: egemenler arasındaki yarılma derinleştiğinde ve birbirlerini hedef göstermeye başladıklarında bu süreçlerde her daim halk kitleleri daha büyü zararlarla çıkmışlardır. Çünkü hakim sınıflar birbirlerine de saldırabilmek için toplumdaki ilerici güçleri, Kürtleri, kadınları, LGBTQ bireyleri, devrimcileri şeytanileştirir, hedef gösterir ve kendi gerici kitleleri yeninden kutuplaştırır ve tüm bu toplumsal dinamiklere karşı harekete geçirir. O yüzden mesele sadece İmamoğlu’nun tutuklanması değildir, rejimin gerici temelde kutuplaştırması karşısında temel demokratik hakların savunulmasıdır.

Bu gerici saldırı dalgasını ancak ve ancak sürekliliği sağlanmış, kararlı ve bilinçli halk kitleselliği ile durdurabiliriz. Şayet insanlar öfkelerini örgütlü bir direnişe çevirir ve sokakları zapt ederlerse, sadece rejimin saldırılarını durdurmakla kalmaz, aynı zamanda bu rejimin defedilmesine de neden olabilirler. Ve böylesi bir atmosfer sadece gayri meşru bu rejimin düşmesinin ötesinde, sistemin yapısı ve niteliğinin de toplumun tüm kesimleri tarafından tartışılabileceği bir siyasi potansiyelli oluşturabilir ve gerçek bir devrimci halkın ortaya çıkmasına olanak sağlayabilir. Bundan dolayı, CHP’nin işleri klasik bir burjuva partisi olarak sadece “miting” alanına sıkıştırmanın ötesine geçerek, sokağın örgütlenmesi ve hayatın felce uğraması için tüm meşru, demokratik eylemlerin aktif bir şekilde örgütlenmesi zaruridir. Şayet insanların artan öfkesi bu temelde örgütlenmediği taktirde, CHP’nin birkaç “gövde gösterisine” eklemlenecek ve tekrardan sahte sandık “çözümü” ile gemlenecektir.

Sonuç olarak;

  • Bu rejim ve onun iktidar aygıtları gayri meşrudur ve kesinlikle defedilmesi gerekir!
  • Halk kitlelerin öfkesi burjuva muhalefeti aşan bir durumdadır. Bu kitleler içerisindeki tüm sağcı gerici unsurların artan oranda inisiyatif almalarına rağmen, temel olarak halkın öfkesi bu rejimin temsil ettiği birçok şeye yönelik olmasından ötürü belirleyici yan, bu isyan dalgasının muhtevasının ilerici olduğudur.
  • CHP, AKP’den sonsuza dek kurtulmak istese bile, bir hakim sınıf partisi olmasından ötürü halk eylemliliğinin yarattığı ve kendisini aşan öfke dalgasından her şeyden çok daha fazla korkmaktadır. O yüzden sürekliliği olan bir halk direnişinden ziyade, “miting alanlarına” sıkıştırılmış ve rejimi çok da rahatsız etmeyecek olan bir eylemselliği benimseyecek ve halk kitlelerinin rejime dair olan öfkesini “sandıkla” gemleyecektir -şayet çok majör bir değişiklik -örneğin CHP’ye kayyum atanması gibi- olmazsa.
  • Bu rejimden ve onun caniyane suçlarından kurtulmanın yegane yolu, sürekliliği sağlanmış, bilinçli ve kararlı bir şekilde sokağın zapt edilmesidir. Şayet milyonlarca insan sokaklara iner ve hayatı felç ederse, bunun karşısında hiçbir “hukuk”, ordu ve polis dayanamaz ve çözülme başlar.
  • Hükümet istifa meşru sloganı ve rejim yardakçılarının aktif boykot edilmesi, bugün açısından ön plana çıkan ve rejimin gayri meşruluğunu tüm halk katmanlarına doğru yayılmasını sağlayan iki taktik politikadır. Başka bir dünya isteyen her bir insanın, bu iki taktik politikanın şu anda sahayı belirleyebilmesi için harekete geçmelidir. Tüm bunlar sadece bu rejimin gayri meşruluğu ile sınırlı kalmamalı aynı zamanda, sistemin baskıcı ve sömürücü yapısı ve niteliği ile olan bağları da açıkça gösterilmelidir. Şayet siyasi saha böyle hazırlanırsa, baskının ve sömürünün olmadığı özgür bir dünya için gerekli potansiyel güçlü bir şekilde mümkün kılınabilir.



Newroz Mücadeledir

Başta Ortadoğu’da olmak üzere dünyanın dört bir yanında milyonlarca insan tıpkı her sene olduğu gibi bu yıl da Newrozu kutlayacak. Ortadoğu’daki pek çok halkın kutladığı bu gün Kürt halkı için yeni yılın gelişinin kutlanmasından çok öte bir anlam ifade etmekte. Nitekim Newroz; kimliği, dili, kültürü ve hatta varlığı yok sayılmış bir halk için olabildiğine politik bir anlam taşır. Şimdiye kadar varlığının kabulü de dahil olmak üzere demokratik haklarını büyük mücadeleler ve bedeller ödeyerek kazanmış olan Kürt halkı 1950’lerden itibaren siyasi bir anlam kazanan Newrozları kutlayabilmek için de ciddi baskılara göğüs gerdi ve devletin çift taraflı saldırısıyla karşılaştı. Bu saldırının ilk biçimi Demirel dönemi “Newroz değil Nevruz” şeklinde ortaya atılan Güneş Dil Teorisini aratmayan tezlerle Newrozun aslında Kürt değil Türk bayramı olduğuydu, böylece devlet bilindik pratiğiyle en iyi yaptığı şeyi yaparak bir bastırma yöntemi olarak inkarı kullandı. İkincisiyse 1992 Newrozunda sayısı neredeyse yüzü bulan insanların öldürülmesi veya Amed Newrozunda alana giremeden Kemal Kurkut’un katledilmesi gibi açık şiddet ve katliam pratiğidir.

Kürt halkı seneler boyunca hem inkara hem de açık şiddet ve katliam pratiğine karşı direnişi sürdürdü. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana değişen rejimler ve hükümetlerin ortaklaştığı temel noktalardan birisi de Kürt halkının baskı altına alınması ve asimilasyonu oldu. Türkçü faşizm altında da, kimilerince nispi demokratik dönem olarak adlandırılan 1960 darbesi boyunca da ve günümüzde İslamcı-Türkçü faşist rejimin altında da Kürt halkına uygulanan baskı ve zulüm politikaları, asimilasyon temel olarak değişmedi.

Bugün Değişen Bir Şey Mi Var?

Bugün rejimin “terörsüz Türkiye” mottosuyla kendi rejiminin devamlılığını tahkim edebilmek adına attığı adımı yumuşatarak Demokratik Toplum çağrısında bulunan Kürt halk önderi Öcalan ve Kürt legal siyasetinin önemli figürlerinden olan, siyasi tavrı nedeniyle yıllardır tutsak edilen Demirtaş’a göre Kürt sorunun niteliği bugün değişti. Örneğin Demirtaş, Türkiye Cumhuriyeti devletinin artık herkesin devleti olabileceğini, Kürtlerin bu devlete entegrasyonunun sağlanması gerektiğini söylerken Öcalan da eşit yurttaşlığın olduğu “yeni paradigma” çağrısında bulunuyor ve kalan bütün politikaları bir milliyetçi savrulma derekesine indirgiyor.

Objektif durumsa bu iki idealist okumanın çok ötesindedir. Kürt sorununun temel niteliği değişmemiştir! Ortada hala bir ulusal sorun ve ezilen ulusun en temel demokratik hakkı olan kendi kaderini tayin hakkının gaspı söz konusudur. Mesele silah bırakıp bırakmama, siyasetin zemininin ne olacağı meselesinin ötesinde ezilen ulusun demokratik hak taleplerinin bir kenara itilip başta Kürt halkı olmak üzere tüm halk kitlelerinin tepesine bir karabasan gibi çöken faşist bir rejimin devamlılığı ve tahkimine katkı sunma meselesidir. Demirtaş’ın bahsettiği gibi bir entegrasyon maddi temel değiştirilmeksizin asimilasyondan başka bir şey değilken Öcalan’ın çağrısında söylediği “yeni paradigma” ise açık bir ideolojik-siyasi tasfiyeciliktir.

Newroz Direniştir

Kürt halkının temel demokratik haklarının her ne biçimde olursa olsun gaspına karşı dururken, bu noktada hem Kürt hem de bölge halkları için pozitif hiçbir sonuç yaratmayacak aksine hakim sınıfları güçlendirecek yönelimleri reddetmek, bunu yaparken ise esas mücadelenin Türk hakim sınıflarının “terörü bitirdik” gericiliğine ve Türk şovenizmine karşı olması gerekiyor. Bu negatif tablodan çıkabilmek için “mümkünün politikasını” değil bilimsel temelde bir cüretin politikasını ortaya koyabilmemiz gerekiyor. İçerisinde yaşadığımız ve her gün binbir türlü acı üreten bu sistemin altında yaşamanın bir zorunluluk olmadığı ve bunun değiştirilmesinin mümkün olduğu temel gerçeklerdir. Şimdi bu temel gerçekleri akılda tutarak rejim medyasının terörü bitirdik bayramının parçası olmamalı direnişin ve dirilişin bayramı Newrozu kutlamalıyız.

Newroz Pîroz Be!




Rejimin Suçlarını Yalnızca Örgütlü, Bilinçli ve Kararlı Bir Halk Hareketi Bertaraf Edebilir!

Bugün eken saatlerde, İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, “PKK/KCK terör örgütü ile ilişkili” olduğu gerekçesiyle göz altına alındı. Savcılık tarafından yapılan açıklamalara rağmen, AKP’nin kemikleşmiş kitlesi de dahil olmak üzere, insanların ezici çoğunluğu bu gözaltı operasyonunun tamamen siyasi olduğunu bilmektedir. Erdoğan 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazandıktan sonra “muhalefetin” elindeki belediyeleri almak ve böylece yere düşen “Millet İttifakına” son bir darbe vuruşu yapmak istemişti lakin bunu gerçekleştiremedi. İstanbul ve Ankara başta olmak üzere, birçok yerde hezimete uğradı ve CHP seçimlerden birinci parti olarak çıktı. CHP’nin seçim zaferinde İmamoğlu figürünün payı büyüktü ve adı uzun zamandır “bir sonraki Cumhurbaşkanı” olarak zaten zikrediliyordu. Erdoğan’ın hala “polülerliğini” sürdürmesine rağmen AKP’nin giderek taban kaybetmesi ve “kararsız kitle” nezdinde İmamoğlu’nun güçlü yükselişi, anketlerde açık ara birinci oluşu rejim açısından tehlike alarmlarının çalınmasına neden oldu.

İmamoğlu’na yönelik baskılar yeni değil. İstanbul Belediye Başkanı olduğundan beri üzerinde çok yoğun bir baskı vardı. En son 31 Mart seçimleriyle birlikte bu baskı nitelik değiştirdi. İstanbul’da birçok belediyeye operasyon çekilip, belediye başkanları tutuklanarak, bir sonraki sıranın İmamoğlu’nda olduğu mesajı verildi. CHP, rejimin bu hamlesi önüne geçebilmek için İmamoğlu’nu, CHP’lilerden oluşan bir önseçimle cumhurbaşkanı adayı yapmaya karar vermişlerdi. Lakin “demokrasi sandığı” kurulmadan rejim yine devreye girdi ve İmamoğlu’yla birikte CHP’nin İstanbul’da ileri gelen onlarca kadrosunu gözaltına aldı.

Hakim sınıflar arasındaki parçalanmada yeni boyut

İslamcı Türkçü faşist rejim, 2016 darbe girişimi sonrasında devlet erki içerisinde gücünü konsolide etmiş ve kendi belirlediği parametreler dahilinde burjuvazinin “muhalif” kanadını da sınırlayabilmişti. Lakin Erdoğan’ın kendi rejimini sürdürebilmek için sürekli olarak girişitiği kutuplaştırma, Erdoğan’dan rahatsız olan kesimlerin, CHP önderliği altında buluşmasına vesile oldu. CHP sadece ikinci parti olmanın dışında, “muhalif” kanadının lokomotifi rolünü oynadı. Özelikle 2019 ve 2023 yerel yönetim seçimlerinde, Erdoğan’dan rahatsız olan kesimleri daha güçlü bir şekilde kendi saflarında hizaya sokabildi. Rejim kutuplaştırmaya devam ederek, kendi iktidarını dahi tehlikeye atabilecek sert adımlar atarken, toplumu İslamcı Türkçü temelde yeniden polarize ederken, rejimin temsil ettiği her şeyden nefret eden insanlar CHP’nin temsil ettiği çizgi etrafında sıklaşmaya başladı.

Son Tüsiad tartışmalarında da görüldüğü üzere, burjuvazinin kemalist kanadı -ki bu kanat da kendi içerisinde çok parçalıdır- İslamcı kanat ile Türkiye’nin dünyadaki yerinin ve rejiminin nasıl olması gerektiği üzerine bariz bir parçalanma içerisine girmişlerdir. Her ikisi de TC devletinin kalıcılığı ve daimiliği üzerine hem fikir olmakla birlikte, “Cumhuriyetin ikinci yüzyılında” izleyeceği yol üzerine derin bir parçalanma yaşamaktadırlar. Açıkçası bu parçalanma, dünyadaki hakim sınıflar arasındaki çatışmadan da bağımsız değildir. Birbirlerini hem tetikler hem de besler durumdadır.

İmamoğlu’nun gözaltına alınması -büyük bir ihtimalle tutuklanacak-, hakim sınıflar arasındaki bu çatışmanın aldığı yeni bir boyuttur. Bu mesele Erdoğan’ın kişisel “iktidar arzusu”nun dışında, İslamcı Türkçü rejimin vizyonu ile hibrit Kemalist vizyon aradında yani İslamcılığın kriterlerinin bazılarının “güncel” kemalizmle yeniden buluşturulmuş bir dünya görüşü arasındaki bariz çatışmadan başka bir şey değildir. Bu yüzden Erdoğan tüm devlet olanaklarını kullanarak sadece İmamoğlu’na saldırmamakta, aynı zamanda da CHP’yi itibarsızlaştırmakta, “terörle iltisaklı” göstermekte ve olası diğer cumhurbaşkanı adaylarını da tehdit etmektedir.

Bu rejim alaşağı edilmelidir

2015 seçimlerinden bu yana “bir sonraki seçimlerde” Erdoğan’ın gideceği illüzyonu ile aldatılmanın ve kendi kendini aldatmanın kurbanı olan insanların söylediklerine daha ne kadar kulak vereceğiz. Bu rejim ister “seçim” isterse “sivil darbe” ile iktidarını devam ettirsin, kesinlikle meşru değildir ve defedilmesi gerekir. Demokrasi illüzyonundan uyanıp bilinçli ve öfkeli halk kitlelerinin nelere kadir olacağını bir kere daha anlamanın eşiğindeyiz -yarın için her şey geç olabilir! Rejim, İmamoğlu üzerinden sadece burjuva “muhalefete” “ayar” vermiyor, aynı zamanda kendisi gibi olmayanların nasıl bir sonuçla karşılaşacağını da bir kez daha açıktan gösteriyor. Aynı filmin tekrarını çekmeye gerek yok. Tamamen baskıcı ve sömürücü sistemin parçası olan bu rejim defedilmelidir!

CHP yine kendisine “yakışanı” yapıyor ve insanları memleketin dört bir yanında sokağa inmeye ve Erdoğan rejimine karşı seferberlik ilan etmek yerine, “temkinli” ilerliyor ve pazar günü yapacakları CHP cumhurbaşkanlığı önseçimine katılıma davet ediyor. Şayet  bu kritik koşullarda yer yerinden oynamazsa, İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı adaylığını bırakalım, CHP’ye dahi bir kapatma davası açılabilir. Fakat CHP bu sistemin partisi olarak, sokağa inen insanların şeyleri başka yönlere doğru götürmesinden en az AKP kadar korkuyor ve böylesi bir “kaosu” kabul etmektense, nispi olarak Rejimin “nizamını” kabul etmeyi -tabii ki parametreleri zorlayarak- tercih edebiliyor.

Rejimin anti-demokratik uygulamaları karşısında  yüzbinlerce insan öfkelenmekte ve sahaya inmektedir. Bu rejimin tüm suçları karşısında isyan etmek haktır! Bu temel hakkımızı (isyan etmek) baskıcı ve sömürücü sistemin “sol” versiyonu olan İmamoğlu’na destek olmak için değil, rejimin anti-demokratik uygulamalarını durdurmak ve onu defetmek için kullanmalıyız. Evet, İmamoğlu bir Erdoğan değildir ama ezilenlerler için özgürleştirici bir vizyona da sahip değildir.

Sokağa inmeli,  bu rejimin işlediği tüm suçlara karşı öfkeli kalabalıklarla buluşmalıyız.

Şimdiden halk tarafından dillendirilen meşru slogan “hükümet istifa” etrafında toplanmalı, bu rejimin canilikleri sistemin bütünlüğü içerisinde teşhir etmeliyiz.

Bu rejim gitmeli, bu caniyane sitemin sona ermesinin zorunluluğuna dair devrimci fikirler toplumun her bir katmanına ulaşmalıdır!

Bunu ancak öfkeli, bilinçli ve kararlı milyonlar eşliğinde sürekliliği sağlanmış bir kitlesel hareketle başarabiliriz!




Yeni Ortadoğu Koşullarında “Barış” Görüşmeleri ve Kürt Sorunu Üzerine

Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim’de, Mecliste yaptığı, “tecriti kaldırılırsa, gelsin DEM Parti grup toplantısında konuşsun, terörün bittiğini, örgütün lağvedildiğini ilan etsin” açıklamasından bu yana, herkesin gözü İmralı’daki trafiğe kenetlenmiş durumdaydı. Ve beklenilen açıklama geldi. Abdullah Öcalan, İmralı Heyeti aracılığıyla silahın bırakılmasını ve PKK’nin feshedilmesi çağrısında bulundu. Devrimci komünistler olarak bu sürecin nasıl evrimleştiği ve önümüzdeki dönem parametrelerini belirleyecek olan olası siyasi yönelimlerin ne olduğu üzerine durmak istiyoruz.

 

“Yeni Dünya Düzeni” koşullarında Kürt Hareketi

PKK 1978’de kuruldu. Kurulduğu yıllarda her ne kadar iki büyük sosyalist devlette -Sovyetler ve Çin- kapitalist restorasyon gerçekleşmiş olsa bile, dünya çapında ezilen halk kitleleri içerisinde devrimci komünizmin etkisi hala önemli bir düzeydeydi. PKK’de bu siyasi iklimden etkilenmiş, ulusal devrimci bir programla, “bağımsız, sosyalist Kürdistan” mottosuyla hareket etmişti. PKK bir yandan gerici faşist devlete büyük darbeler indiriyor diğer yandan ise ezilen Kürt köylüleri içerisinde taban buluyordu. Köylü kitlelere yaslanması durumu PKK’ye kerhen anti-feodal bir nitelik de veriyordu. Bölgede hem feodalizm altında inliyen hem de ağır Türk şovenizmine maruz kalan yüz binlerce insan, PKK’nin izlediği siyasi çizgiye sempati duymaya başladı. 1980 darbesinden sonra hakim sınıfların sol ve sosyalist güçler üzerindeki acımasız baskısı ve komünistlerde yaşanan derin ideolojik kriz ve önderlik sorunu sonucunda zayıflama/çözülmenin yaşanması PKK’nin Kürdistan’ın her bir yanında örgütlü bir güce dönüşmesine de vesile oldu.

 

1990’larda Sovyet emperyalizminin çözülüşü, “yeni dünya düzeni” ile dünya çapında anti-komünizmin yükselişi ve “küreselleşmenin” sağladığı postmodern dünya “okumalarının” yoğun bombardımanı, kimlik siyasetinin bireyi merkeze koyan “kurtuluşun” ön plana çıkması, zaten 1980 darbesinde zayıflamış ve marjinalize olmuş devrimci ilerici güçlere yönelik daha negatif bir saldırı dalgasını da başlatmış oldu. Dünyada olduğu gibi Türkiye Kuzey Kürdistan’da da birçok devrimci yapı çözüldü ve ezici bir çoğunluğu varlığını yitirdi ya da başka bir şeye dönüştü. PKK’de bu yeni dünya koşullarında, ulusal pragmatik dünya görüşünün götürdüğü yere gitti. Revizyonist Sovyet hayranı olan Öcalan çizgisi -kendisi Gorbaçov’a güzellemeler yapmakla gayet meşhurdur-, “reel sosyalizm çöktü” tespitleriyle, sosyalizmin bir “totalitarizm” olduğu, “kapitalist modernitenin çocuğu” olduğu ve dolayısıyla kapitalizmle aynı şey olduğu bilindik anti-komünist tezleri kendine referans edindi. PKK, tek kutuplu kapitalist-emperyalist dünya sistemi koşullarında, emperyalistler arası ve yerel gericilikler arası çelişkilerden faydalanma biçiminde, Kürt ulusunun temel demokratik haklarını arama çizgisine çekildi. 1993’de TC’ye yönelik ateşkeste bulundu, barış görüşmelerini talep etti. Fakat istediği olmadı aksine Türk Devleti, tarihine ve yapısına içkin olan Kürtlerin bastırılması ve ezilmesi şovenist siyasetine devam etti. 1999’da uluslararası bir komplo ile Öcalan tutsak edildi. Türk devleti böylece bir dekapitasyon ile, PKK hareketinin destabilize olması ve Kürt halkının yeninden bastırılmasını gerçekleştirmek istedi.

 

Öcalan’ın yakalanması sonrasında PKK defalarca tek taraflı ateşkes ilan etti lakin Türk Devleti elindeki avantaja yaslanarak -Öcalan’ın tutsaklığı- PKK gerillalarına yönelik, kimyasal silahlar dahil her türlü silahı kullanarak acımasız katliamlarına devam etti. 2003’de Irak’ın işgali ve ABD güçlerinin fiili olarak Kürdistan da yer alması durumu, Kürt hareketinin Batılı güçlere karşı “ılımlı” gözükmesi çizgisini daha da güçlendirdi. Hatta bu döneme damgasını vuran -sonradan PKK tarafından yarım ağızlı özeleştiri verilmişti- “demokratik sömürgecilik” teziyle, “Türkiye’nin sömürgesi olacağımıza, ABD sömürgesi olalım” “parlak” fikirleri savunuldu. PKK, ABD’nin Irak işgalinden sonraki bölgedeki artan varlığı ve Rus emperyalizmiyle -ve onun ittifak gücü olan Direniş Ekseni- ile olan çelişkilerine daha fazla oynamak istediyse de Türk Devleti’nin bir NATO gücü olması, NATO’nun en büyük ikinci ordusu olması ve ABD’nin Türkiye ile olan köklü ilişkileri nedeniyle PKK bu dönemde “karlı ittifak unsuru” olarak görülmedi. Fakat hem Türkiye’deki rejim değişikliği ve Erdoğan’ın batı ile olan çelişkilerinin giderek kızışması hem de 2011 sonrasında, Arap Baharı sonrasında, Ortadoğu’da çihatçı İslamcı güçlerin ana aktörler arasında sahaya çıkması, PKK’nin Batı ile olan ilişkilerinin daha fazla güçlenmesine ve bir “partner” olarak öne çıkmasına zemin sundu.

 

Özetle, PKK’nin başını çektiği Kürt hareketi Sovyetlerin çözülmesinden sonra ortaya çıkan dünya koşullarında, ulusal pragmatik çizgisine uygun olarak, her çıkan yeni durum karşısında yeni taleplerle ortaya çıkmış ve karşı karşıya olduğu zorunluluklara ulusal pragmatik çizgisi temelinde cevap vermeye çalışmış ve bu temelde bir evrime tabi olmuştur. Burada anlaşılması gereken, PKK’nin sadece objektif koşullar nedeniyle böylesi bir sonuca sürüklendiği değildir. PKK’nin ulusal pragmatik -amaç araçları belirler bakışı açısı- düşünce tarzıyla, koşulların üst üste denk gelmesi (superposition) sonucunda bu çizgi evrimleşmiştir.

 

“Barış Süreci”ni ortaya çıkaran koşullar üzerine

2011’de Arap Baharı’nın etkilerinin oluşturduğu atmosferde İslam Devleti’nin ilanı, bölgede birçok parametrenin değişmesine neden oldu. Cihatçı İslamcılığın küresel olarak tırmanışı, Batılı güçlerle olan çelişkileri, Batı’yı “terörizme karşı savaş” konsepti için, yeni bölgesel güçler bulmaya ve ittifak yapmaya itti. Cihatçılara karşı mücadele, Rus emperyalizmin bölgedeki son kalesi olan Esat rejimin sökülüp atılması ve olası bir askeri müdahale için İran’ın yanlızlaştırılması gibi faktörler, Esat rejiminin zayıflamasıyla birlikte ortaya çıkan PYD/YPG güçlerinin ABD’nin hatırı sayılır bir ittifak ortağı olmasını sağladı. PYD, PKK’nin etkisi ve önderliğinde 2000’li yılların başında kurulan bir siyasi oluşumdur. Her ne kadar ayrı bir siyasi yapılanma olarak son zamanlarda öne çıksa da PKK’nin ideolojik ve siyasi etkisi ve önderliği altındadır -kendi rölatif otonomisine rağmen.

 

Suriye’de 10 yılı aşkın devam eden iç savaş, PYD’nin bir aktör olarak öne çıkmasına ve Batılı emperyalist ve gerici güçler tarafından tanınmasına neden oldu. Bu oldukça çelişkili bir durumdur. Bu emperyalist güçler, Erdoğan’la derinleşen çelişkiler yaşamakla birlikte Türkiye’den vazgeçmek, onu Rus emperyalizminin saflarına itmek istememekte diğer yandan ise bölgede kendi siyasi emellerini sürdürebilmek için PYD’yi olabildiğince desteklemektedir. Türk hakim sınıfları ise, PYD’nin gelişmesini engellemek ve bir çember içerisinde tutabilmek için, Türk devletinin himayesindeki cihatçı İslamcı çeteler ve TSK eliyle YPG’ye operasyonlar gerçekleştirmiştir. Batı Türkiye’yi tam olarak karşısına almamak için bu operasyonlara zımni destek verdi. Bu durum PYD/PKK saflarında daha fazla emperyalist güçlerin desteğine olan ihtiyaç anlayışını güçlendirdi.

 

Hamas’ın önderlik ettiği Aksa Tufanı, 7 Ekim’den sonra, Ortadoğu da yeniden parametreleri değiştirdi. İsrail, bu cihatçı güçlerin insanlık dışı savaş suçlarını bahane ederek -ki İsrail’in savaş suçlarının yanında solda sıfır kalır-, ABD’nin sınırsız yardımı ve Batılı emperyalistlerin desteğiyle Filistin halkına karşı bir soykırıma girişti. İsrail “kendini savunma hakkı” altında, Direniş Ekseni çizgisinde olan tüm güçlere saldırdı. Lübnan’dan İran’a bir çok yere askeri müdahale de bulundu ve ilhak etti. Rusya’nın da son üç yıldır Ukrayna savaşındaki askeri gücünün zayıflamasının etkisiyle ve Direniş Ekseninin İsrail’in ve Batının yeni saldırıları karşısında çok sürdürememesi durumu ve Suriye’deki bazı iç dinamikler -Rejime ve ordusuna olan desteğin azalması, savaşçı güçlerin savaşı sürdürmekte olan kararsızlıkları vb- HTŞ önderliğindeki islamcı koalisyon karşısında Rejimin 10 günde devrilmesine neden oldu. HTŞ geçtiğimiz son bir kaç hafta içerisinde terör listesinden çıkarılmaya emperyalist güçler ve yerel gericilikler tarafından resmi Suriye hükümeti olarak tanınmaya başladı.

 

HTŞ şimdiden kendi başarısını ilan etmiş olsa bile saha oldukça karışıktır. PYD/YPG bölgenin en güçlü silahlı grubu olma özelliğini korumakta ve oldukça geniş bir toplumsal tabanı bulunmaktadır. İsrail’in desteğini alan Dürzi azınlık otonomi ilan etmiştir. İsrail Suriye’yi vurmaya devam etmekte ve Suriye güneyindeki ilhak bölgelerini genişletmektedir. Bu çelişkiler HTŞ’nin koalisyon halindeki güçleri arasında da yeni çelişkilerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Esat gittikten sonra Batılı güçler hemen HTŞ’yi tanımış ve bir devrin bittiğini söylemiş olsalar bile, Suriye adeta bir mayın tarlasıdır ve hiçbir taş yerli yerine oturmuş değildir. Ve açıkça söylemek gerekir ki tüm zorluklarına rağmen, en stabil bölge PYD’nin otonomisinin olduğu yerlerdir ve Batılı güçlere gerekli güveni verebilmektedir.

 

Rejimin hedefleri

Türk hakim sınıfları, Ortadoğu da ortaya çıkan bu yeni koşullarda – İsrail’in bölgesel terör estirerek bölgeyi kendi lehine destabilize etme girişimleri, Direniş Ekseninin parçalanması ve zayıflaması, İran’a yönelik bir savaş ihtimalinin günbegün güçlenmesi, Suriye’de bir türlü konsensüsün kurulamaması- Suriye’de Kürtlere verilebilecek statünün engellenmesi ya da en kötü ihtimalle sınırlanması ve ilerleyen süreçlerde bastırılma ihtimalinin el altında tutulması için “içeride ve dışarıda tek vücut Türkiye” planını devreye sokmuştur. Erdoğan geçtiğimiz Ekim ayında, bu yaklaşımı “iç cepheyi tahkim etmek” olarak nitelendirmişti. PKK ile Türk devleti arasında gerçekleşmekte olan “barış sürecinin” itici gücü de budur. Türk Devleti, diğer uluslararası ve bölgesel gerici güçler gibi Ortadoğu’da neyin nasıl olabileceğini tam olarak görememektedir. Türk hakim sınıfları bölgede daha büyük kapsamlı bir savaşın -örneğin İran’a yönelik-, tüm “güvenlik dengelerini” bozabileceğini bilmektedirler. Bu yüzden Kürtlerin Türkiye hudutları dışında “sınırlandırılması”, hareket kapasitesinin zayıflatılması ve hatta Türkiye’den yana pasif de olsa tavır takınmasına yönelik planlar masada durmaktadır. Özetle Türk hakim sınıfları, PKK’nin ideolojik ve siyasi önderliğinde olan PYD’nin önünün kesilmesi, daraltılması ve koşullar mümkün olduğunda ortadan kaldırılması için bütün unsurları -Türkiye’de PKK ile barış görüşmeleri dahil- harekete geçirmek istemektedirler. Tabii ki dünya arenası ve bölgesel gelişmeler, Kürtlerin sürekli kendi çıkarlarını kovalama durumu bu “isteme” ne kadar ruhsat vereceği sürekli analiz edilmesi gerekmektedir.

 

Sürecin tali de olsa diğer bir belirleyici unsuru ise, AKP’nin toplum nezdinde meşruluğu kaybetmesi ve sürekli erimesi, en son yerel yönetim seçimlerinde yenilgiye uğraması ve bu “erime, güç kaybetme” durumu karşısında, rejimi sürdürebilmek için, Erdoğan’ın önderliğine yaslanması zorunluluğudur. Rejim partileri halk nezdinde erimeye devam ederken Erdoğan’ın hala bir popülaritesi vardır ve dolayısıyla bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçimlerini de kazanma ihtimali  bulunmaktadır. Fakat Erdoğan mevcut anayasaya göre tekrar aday olamamaktadır. O yüzden Kürt hareketi ile “eşit yurttaşlık” üzerinden yürütecekleri yeni anayasa tartışması, Erdoğan’ın yeniden aday olabilmesini de gündeme getirebilir.  DEM parti “seçimlerin halk iradesi olduğu ve halk tekrardan Erdoğan’ı seçerse buna yapabilecek bir şeylerinin olmadığı, Kürtler için belirleyici olanın anayasada Kürtlerin eşit yurttaş olarak tanıması” olduğunu şimdiden dillendirmişlerdir. “Yeni sürecin” esas bileşini yeni anayasa beklentisi olmamakla birlikte, rejimin geleceği açısından hiçte önemsiz olmayan bir faktördür.

 

Öcalan’ının “manifestosu” hangi zorunlulukların ürünü olarak ortaya çıkmıştır

Kürt hareketinin son 50 yıllık evrimini mümkün olan kısalıkta özetledikten sonra, PKK’nin “manifesto” ilan ettiği Öcalan’ın 3 sayfalık mektubunun bazı noktaları üzerinde duracağız. Başından belirtmek gerekir ki bu açıklama “tek bir adamın” -başka “tek bir adama”- yazdığı bir çağrı değil. Her ne kadar bu sürecin birinci derecede temsil edeni ve belirleyeni Öcalan olsa bile, bu çağrı Kürt hareketinin 1990’lardan beri izlediği, yeni dünya nizamı içerisinde yolunu aramasının ve varlığını yeni koşullara göre devam ettirmesine yönelik siyasi çizginin temsilidir. Ve görüldüğü üzere hareketin legalist reformist temsilcilerinden yurtdışı ayağına ve oradan da silahlı mücadele yürüten kanadına kadar tüm kesimleri, bu çağrının arkasındadır. Yine belirtmekte fayda var ki, bu “tek adamın” iradesine teslim olmak değil, Öcalan da temsil olan çizginin Kürt hareketinin geniş kesiminde  vuku bulması anlamına gelir. Şayet kendisine “sol” diyen çevrelerin söylediği üzere, bu basit bir “tek adama tabi olmak” ile ilgili olsaydı, böylesi bir sorunla baş etmek çok daha kolay olurdu. Fakat bu durum, yukarıda da izah ettiğimiz üzere, dünya arenasının sürekli hareket hali temelinde, Kürt hareketinin özellikle de son 30 yıldır evrimleşen çizgisinin -devrimci ulusalcılıktan, reformist ulusalcılığa, oradan da emperyalist ve gerici güçler arasındaki çelişkilerden faydalanma adı altında, gerici kampa daha fazla mecbur olan pragmatik çizgisinin-  ürünüdür.

 

Öcalan’ın çağrısında ortaya çıkan temel faktör, PKK’nin silah bırakması ve kendisini fes etmesidir. Aslında bu bir “barış sürecinden” daha öte bir şeydir. Devletle PKK, 2011-2015 arasındaki barış görüşmelerinin bir sonucu olarak ateşkes ve gerilla güçlerinin Kuzey Kürdistan’dan çıkması noktalarında karar almıştı. Fakat bugün daha da fazlası söz konusudur. PKK’nin silah bırakması ve kendini fes etmesi talep edilmektedir. Peki hangi zorunluluklar Öcalan’ı böylesi bir çağrıyı yazmaya itmiştir.

 

Birincisi, PKK tam tamına 40 yıldır silahlı mücadele yürütmüştür ve binlerce Kürt bu savaşta yaşamını yitirmiş, on binlercesi işkenceye maruz kalmış, hapsedilmiş ve yüz binlercesi yaşadığı topraklardan sürülerek şehirlere sürgün/göç ettirilmiştir. PKK, 2010’lu yıllara kadar Kuzey Kürdistan’da askeri olarak sahayı tutabilecek pozisyondaydı, her ne kadar askeri üstler oluşturamıyor olsa bile. Fakat kendi reformist çizgisinin ürünü olarak, devlet içerisindeki bazı güçlerden umar umma ve sürekli barış isteme hali, kendi yürüttüğü savaşın geniş kitleler nezdinde meşruluğunu sorgulatmaya doğru çekmiştir. Buna ek olarak ise TSK’nın 40 yıllık savaş sonrasında tecrübe kazanması, Kürdistan’da oluşturduğu yeni tipte karakollar, PKK’ye destek sunabilecek halk kitlelerinin bölgeden sürülmesi ya da kontrol altına alınması, arazi koşullarına uygun teknik saldırı/imha silahları üretmesi, PKK’nin Kuzey Kürdistan’daki silahlı mücadelesinin önemli oranda zayıflamasına ve sadece taciz eylemleri yapma durumuna kadar çekilmesine yol açmıştır. PKK içinde bulunduğu hem objektif hem de sübjektif durum açısından böylesi bir savaşı TSK’ya karşı uzun süre sürdüremeyecek durumdadır.

 

Diğer bir faktör ise Erdoğan’ın İslamcı Türkçü faşist rejimi, Kürt halkı üzerine bir kabus gibi çökmüştür. Kürtlerin yasal partilerine ardı ardına dava açılmakta siyasi yasaklar getirilmektedir. Yasalcı reformist Kürt partilerinin yöneticileri tutuklanarak hapse atılmışlardır. Vekillikler düşürülmüş, kazanılan belediyelere ardı ardına kayyım atanmıştır. Bu durum Kürtlerin devletin çizdiği yasal alan sınırları içinde bile siyaset yapmasını zorlaştırmıştır. Evet bugün Kürt hareketinin yasal partisi olan DEM milyonlarca oy almaktadır. Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da hatırı sayılır bir kitlesi mevcuttur. Yine de devlet öyle bir bastırmaktadır ki, bu sosyal tabanın ezici bir çoğunluğu Kürt hareketine desteğini sandığa giderek göstermek gibi bir sınıra doğru çekilmiştir. Tüm bu koşullarda -silahlı güçlerin zayıflatılıp bazı alanlara sıkıştırılması, yasal parti temsilcilerinin siyasi davalarla ezilmesi ve Kürt hareketinin sosyal tabanının günbegün izole olma durumu- PKK’nin “eski bildiği gibi” ilerleyemeyeceği anlayışını güçlendiren zemini yaratmada önemli bir bileşen olarak ortaya çıkmaktadır.

 

Açıkça söylemek gerekir ki esas mesele, silahların bırakılıp bırakılmaması değildir, buna önderlik eden çizginin ne olduğudur. Silah bırakmak, Kürt halkının temel demokratik taleplerinin -en azından bir kısmının- alınması, Türk şovenizminin geriletilmesi ve gericiliğe karşı ezilen halklar arasındaki bağların güçlendirilmesine vesile olan bir dönüşüm için mi tartışma konusu olacak -ki bu mesele devrimin sorunudur-yoksa mevcut gericilik karşısında meşru Kürt isyanının sönümlendirilmesi ve belki de birkaç temel hakkın alınması için mi olacağıdır.

 

Son bir ek olarak PYD’nin uluslararası meşruluğuna rağmen, PKK ile olan ideolojik ve siyasi kökleri ve PKK’nin uluslararası güçler tarafından “terörist” olarak görülmesine neden olmaktadır. PKK hiçbir devlet tarafından tanınmayan silahlı bir örgüttür. Ve böylesi bir örgütle hiç kimse hiçbir resimde poz vermek istememektedir. Şimdi PKK’nin silah bırakması ve kendini feshetmesi, Rojava daki PYD üzerinde Türkiye’nin oynamaya çalıştığı “PKK kartının” ortadan kalkmasına vesile olacaktır. Batılı emperyalist güçler, PYD ile daha açık bir “partnerklik” ilişkisine girerek, Rojava’da ortaya çıkacak bir statünün güçlenmesine neden olabilir. Unutulmamalıdır ki 2015’de PKK ve devlet arasında gerçekleşen barış görüşmesinin son bulmasının en büyük faktörü her iki taraf için de Rojava’nın “kırmızı çizgi” olmasıydı. Şimdi PKK’nin feshi ile birlikte bu kırmızı çizgi “esneyebilecek” bir pozisyona gelebilir. Türk hakim sınıfları, PKK’nin olmadığı koşullarda PYD’nin işbirlikçi Barzani ve Talabani Kürt aşiretleriyle daha da “iyileşen” ilişkileri sonrasında, Rojava’daki Kürt sütatüsünü tanımasa bile, geçici olarak göz yumabilir.

 

Bir idealizm türü olarak “Barış ve Demokratik Toplum”

Devlet Bahçeli 22 Ekim açıklamasında “PKK kayıtsız, şartsız silah bıraksın” dedi lakin Öcalan bu çağrıya “Barış ve Demokratik Toplum” başlığı koyarak topu yumuşattı. Ve bir son söz olarak ise bu sürecin demokratik ve hukuki adımlarının atılmasını şart koştu. PKK çağrıdan sonra hemen ateşkes ilan etse de, Öcalan’ın sürece önderlik edebilmesi için koşullarının iyileştirilmesini talep etti. Ayrıca PKK kendi metinlerinde bu sürecin ilerleyebilmesi için “başarı için demokratik siyaset ve hukuki zeminin de uygun olması gerektiğinin altını çizmek istiyoruz” dipnotunu da iliştirdi.

 

PKK uzun zamandır “bağımsız Kürdistan” tezini yüksek sesle söylemeyi bırakmıştır. Bu talep PKK’nin bu tezden vazgeçtiğinden ötürü değil, bu talebin mevcut koşullar altında mümkün olmayacağına inandığı için dillendirilmemektedir. Öte yandan ise Öcalan’ın mektubunda federasyona, özerkliğe ve kültüralizme yönelik de eleştiriler mevcuttur. Moda tabiriyle Öcalan bu talepleri “zamanın ruhuna aykırı” olarak görmektedir. “Demokratik Modernite” tezinde ifade ettiği, “yerel, otonom, ekolojist ve kültüralist” tezlerden de geriye adım atmış durumdadır.

 

Öcalan’ın geri adım atması, bu taleplerden “ömür billah” vazgeçtiği anlamına gelmemektedir. Ulusal hareketler, çelişkinin doğası gereği her daim bağımsızlık talebiyle yaşamaya devam ederler. Her ne kadar bu talep için gerekli koşullar olmasa, dillendirilmese bile. Son bir kaç senedir “muhalif” burjuva hakim sınıfları tarafından da dile getirilen “eşit yurttaşlık hukuku” Kürt hareketinin içinden geçtiği bu zor koşullarda “can simidi” olarak görülmekteydi. “Ayrılıkçı, bölücü” olarak görülmek yerine, “Türkiye Cumhuriyetinin eşit vatandaşı olmak, yasal partilerinin üzerindeki baskının kalkması ve demokratik seçimler aracılığıyla seçilmişlerin tanınması, Kürtlerin iradesine saygı duyulması” türünden cümleler çokça gündeme gelmişti. CHP’nin de son zamanlarda benzer şeyler söylemesi ve 2023 yerel yönetim seçimlerinde Kürt hareketiyle “kent uzlaşısı” “kent konseyleri” oluşturması, Kürt hareketinin yeni bir hamle yapmasına olanak tanıdı. Öcalan, Kürt hareketinin son bir kaç yıldır yönelimi dahilinde olan şeyi, yani “eşit yurttaşlık” talebini, bir tür “demokratik toplum” projesi olarak tekrardan sunuyor.

 

Peki gerçekten de “eşit yurttaşlık” olabilir mi? Ağır Türk şovenizmi, Kürtlerin katledilmesi, inkarı ve imhası ve diğer azınlıklaştırılmış Ermeni ve Rum uluslarının bastırılması üzerine bina edilmiş Türkiye Cumhuriyeti ezilen Kürt ulusuna “eşit” davranabilir mi? Bu kesinlikle mümkün değildir. Şayet Kürtlerin sistematik olarak bastırılması, katliamlardan geçirilmesi, dillerinin, kültürlerinin inkar edilmesi, şiddetle sınırlandırılması olmasaydı bugün bildiğimiz Türkiye Cumhuriyeti olmazdı. Bu temel ve yalın bir hakikattir.

 

“Yüzyılın” Çağrısının Sancıları ve Kürt Sorunu

Öcalan’ın çağrısının ardından AKP sözcüsü Ömer Çelik silah bırakmanın tüm güçleri kapsadığını ve PYD ve Rojava’yı da kapsadığını ifade etti. Ardından hem PYD temsilcileri hem de PKK temsilcileri Rojava “sürecin kapsamının dışında” diyerek cevap verdiler. DEM eşbaşkanı Tülay Hatimoğulları da Çelik’in sürece zarar verecek, zor duruma sokacak açıklamalar yaptığını açıkladı. Fakat Erdoğan son konuşmasında açıkça ifade etti. Şayet Kürt güçleri Kürdistan’ın her bir halkasında silah bırakmazlarsa, “Verilen sözler tutulmazsa taş üstünde taş bırakmayız… son terörist kalmayana kadar operasyonlarımızı sürdürürüz” diye çıtayı yükseltti. Daha Öcalan’ın açıklamasının üzerinde 24 saat geçmeden, aslında taraflar arasındaki tartışmaların devam ettiğini, masada ellerini yükseltmek için oyun kurduklarını gösteriyor. Ve açıkçası, bu tüm “barış görüşmelerinin” doğasında bulunmaktadır: Bir yandan “ateşkesi” sağlamak için masaya oturmak diğer taraftan ise karşılıklı olarak birbirini sıkıştırmaya devam etmek ve masadan “en karlı” şekilde kalkmak.

 

Türk hakim sınıfları ile PKK arasında bu masa yeni kurulmadığı gibi şartlar eskisi gibi de değildir. Bir yandan Erdoğan Rojava’da Batılı güçler garantörlüğünde Kürtlere verilebilecek olan statüden oldukça rahatsızlık duymaktadır. Zira Kürtler burada bir statü alırlarsa, Kuzey Kürdistan’daki Kürt kitlelerini moralize edebilir, harekete geçirebilir ve destabilize olmuş Ortadoğu koşullarında Türkiye’ye yönelik bir “güvenlik tehdidi” oluşturabilir. O yüzden Erdoğan, Rojava da Kürtlere verilecek olan statünün niteliğinde bir belirleyen olmak istiyor ve bunun için “eşit yurttaşlık” kartını oynuyor. Böylece Türkiye’de veren Rojava’da alan olmak istiyor. PKK ise, Türk hakim sınıflarının Rojava’ya yönelik “son terörist kalmayana dek savaş” tehditlerine -ki Türk hakim sınıflarının gerekli imkanı olsa bunu yaparlar- rağmen Türkiye’de yaşadıkları zorluklarla nispeten de olsa baş edebilmek için geri adım atmaya hazır gözüküyor. İlk startı 1993 Martta verilen “barış görüşmeleri”, zaman ve bağlam farklılığına rağmen, iki tarafın da birbirinden maksimum almaya yönelik hamleleriyle ilerliyor.

 

“Barış” görüşmelerinden, “yeni süreçten” bahsederken sorunun esasına tekrar dönmeye ve kapsamını anlamakta fayda var. Sorun, Türk hakim sınıflarının söylediği üzere bir terör sorunu değildir. Sorun Öcalan’ın ifade ettiği üzere “eşit yurttaşlık”, “demokratikleşme” değildir. Ve yine Öcalan’ın “manifestosunda” ifade ettiği gibi niteliği değişmemiştir. Sorun Kürt sorunudur; bir ulus olarak Kürtlerin Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan bu yana şiddetle bastırılması, temel demokratik haklarının gasp edilmesidir. Ve yine açıkça belirtmek gerekir ki ezilen ulusun en temel demokratik hakkı kendi kaderini tayin etme hakkıdır. Ve şimdi yeniden kurulan “barış” masası “milliyetçi savrulma” eleştirisi altında, ezen ulus şovenizmine karşı, ezilen ulusun temel demokratik hakkını askıya almaktadır. Burada eleştirdiğimiz nokta “Kürtler neden ayrı devlet talep” etmiyor değil, ezen ulus şovenizmi karşısında geri adım atılması, ve Kürt ulusunun tekrardan gadre uğratılması, sistemin sınırları içerisine daha fazla çekilerek, hakim ulus şovenizminin -dolayısıyla hakim sınıfların- güçlenmesidir.

 

Egemenlerin Bayram Kutlaması

Öcalan’ın çağrısı sonrasında bizzat AKP’ye yakın medyada bir bayram havası estirildi. Burjuva muhalif medyada daha önce Kürt hareketine yönelik herhangi bir haberin verilmesini “terörle iltisaklı” medya ilan eden rejim, kendi haber kanallarına önden bilgi uçurdu ve PKK’nin silah bırakacağını, kendini fes edeceğini bildirdi. A Haberden  CNN Türk’e kadar tüm iktidar medyası, Erdoğan’a 2022 seçimlerinde zafer kazanmasına katkıda bulunan “Terörsüz Türkiye” sloganını yeniden öne sürdü. Öcalan’ın iddia ettiği “barış ve demokratikleşme”nin aksine tüm iktidar medyasında, “terör bitti”, “teslim oldular”, “terörü bitiren lider Erdoğan” manşetleri ortaya çıktı. Ve böylece kurulan masanın taraflarından olan rejim, sorunun Kürt sorunu olmadığını terör sorunu olduğu gerici düşüncesini bir kez daha topluma enjekte etmiş oldu.

 

“Muhalif” burjuva medyada “işin arkasında Erdoğan’ın başkanlık hikayesi var” teorileri eşliğinde, PKK’nin silah bırakması ve kendini fes etmesine yönelik karar sevgiyle karşılandı. CHP’nin başını çektiği bu güçler her ne kadar Erdoğan’ın temsil ettiği rejimle keskin çelişkileri olsa bile, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme hakkının bastırılması ve “misaki millinin” korunması için aynı çizgidedirler. Tekrar etmek gerekir ki Kürtlerin bastırılması, inkar ve imhası bu cumhuriyetin genetiğinde vardır ve her iki hakim sınıf kliği bu “geleneğin” temsilcileridirler.

 

Devlet Bahçeli, Öcalan ve PKK’nin açıklamaları sonrasında memnuniyetini dile getirmekle yetinirken, Erdoğan’ın elinin kında olması ve sürekli tehditlerle had bildiriyor oluşu, Türk şovenizminin etkin olduğu kitlelerde güçlü bir memnuniyet uyandırmaktadır. Rejim elindeki bu yeni kozu kullanarak, “Cumhuriyetin ikinci yüzyılına terörsüz devam edilecek” sözünü tekrarlamaktadır. Erdoğan, son 10 yılda uyguladıkları katliam, baskı ve terörü örnek göstererek sonuç aldıklarını söyleyerek aslında aynı biçimde sonuç alabileceklerini avaz avaz haykırmaktadır.

 

“Beklentiler” ve Karşı Karşıya Olduğumuz Zorluklar

DEM heyetinin İmralı’ya ardı ardına ziyareti, Güney Kürdistan’a götürdükleri mektuplar ezilen Kürt kitlelerininde uzun zaman sonra bir beklentiye neden oldu. Tıpkı 2011-2015 sürecinde olduğu gibi nispeten liberal bir ortamın olacağı ve Kürtlerin taleplerinin merkezde olacağı bir görüşme sonucu bekliyorlardı fakat umdukları gibi olmadı. Rejim “devlet aklını” göstermeye devam etmekte ve “terör sorunu” mottosundan vazgeçmemektedir. Siyasi parametrelerin Kürt sorunu, Kürtlerin temel demokratik hakları değil de “terörizm” olarak belirlemeye devam etmektedir ve bu durum, Kürt kitlelerinde bir demoralizasyona neden olmaktadır. Van ve Diyarbakır da Öcalanın çağrısını dinlemek için gelen binlerce insandaki hava, büyük bir hayal kırıklığı şeklindedir.

 

Kürtler bu ülkenin mücadele tarihinin önemli bir parçasıdır. Özellikle ceberut devlete karşı bazı dönemlerde kesintiye uğrasa da, direniş halinde olmaları, bu ülkede iyiden ve güzelden yana mücadele eden herkese moral vermektedir. Kürtler deki bu direniş kültürünün kırılması, sistem içerisinde eritilmesi durumu sadece Kürt ezilenleri cephesinde değil, tüm toplumsal mücadeleler için bir kırılma yaratacaktır. Bununla birlikte, böylesi bir sürece öfke duyan, rejimin belirlediği parametreleri kabul etmeyecek olan insanlar da çıkacak, Türk devletinin Kürtleri bastırmadaki “yeni dönemine” itirazlar da yükselecektir. Yine de, bu negatiflik içerisinde pozitif unsurların çıkması, kısa vadede bu olumsuz sürecin durdurulmasını ve tersine çevrilmesini sağlayamayabilir.

 

Bir kez daha belirtmek gerekir ki, karşı karşıya olduğumuz süreç öz itibariyle yeni olmamakla birlikte niteliksel olarak daha üst bir seviye olan tasfiyeciliktir. Kürt hareketi tarafından orkestra edilen bu tasfiyecilik, 1990’larda sağa savrulmayla başlamış, 1999’da Öcalan’ın yakalanmasıyla ivmelenmiş 2011-2015 yıllarında toplumsal zemin bulmuş ve 2015’den beri Rejimin saldırıları karşısında Kürt hareketinin gerilemesi, yeni Ortadoğu koşullarında bir dizi yeni zorluklarla karşı karşıya olmasından ötürü bir pik noktasına ulaşmıştır. Ve bir kez daha belirtmek gerekir ki bu tasfiyeci dalganın tüm ilerici, devrimci güçler üzerinde etkisi olacağı açıktır.

 

Özetleyecek olursak;  

  • Uluslararası alanda son bir kaç on yıldır gerçekleşen gelişmeler, Ortadoğu’da da bazı radikal değişimlere yol açmıştır. Emperyalistler arasındaki ölümcül rekabet ve onun yerli işbirlikçileriyle olan irrasyonel ilişkileri -her bir grubun kendi çıkarlarını korumak için her şeyi yakma hududuna kadar çelişkileri kızıştırma hali-, Ortadoğu da bir çok ülkenin parçalanmasına, mezhep savaşlarının derinleşmesine, çok parçalı iktidarların doğmasına neden olmuştur. Bu atmosferde Suriye’de patlak veren iç savaş, PKK’nin önderlik ettiği Kürtler bir “otonomi” ilanı sağlayabilmiş ve başta ABD ile Batılı emperyalist güçlerle olan partnerlik ilişkisi sonucunda, bölgede “güven veren” bir partner olarak ortaya çıkmıştır.
  • Türk hakim sınıfları, bu yeni Ortadoğu koşullarında, Kürtlerin statü almaması için her türlü yola başvurmuştur. İlk önce Türkiye’de Kürtlerle olan “barış sürecini” sonlandırmış, ardından Kürdistan’ın bir çok bölgesine askeri operasyonlar gerçekleştirmiş, yetiştirdiği ve içerdiği cihatçı güçlerle Rojava’da girdiği bölgeleri ilhak etmiştir. “Sınır” dışında Kürtlere yönelik topyekün bir savaş ilan etmişken, “sınır” içinde de devletin tüm baskı aygıtlarını harekete geçirmiş, tüm demokratik haklarını askıya almış, olası her bir “direnişi” acımasızca bastırmış, legal alanda faaliyet yürüten binlerce insan düzmece fezlekelerle tutuklanmış, vekillerin vekillileri düşürülmüş, belediyelere sömürge valilerini aratmayan kayyumlar atanmış ve Kürtlerin en temel demokratik hakları bile, egemenler tarafından canice bastırılmıştır.
  • Cihatçı güçlere karşı savaşta ortaya çıkan “Rojava Devrimi”, Kürtlerin uluslararası alanda tanınmasına ve bir meşruluk kazanmasına olanak tanımıştır. Beri yandan ise bu yeni durum, birçok bölgesel gericiliğin askeri hamleleriyle, bastırılma tehdidiyle yüz yüze kalmıştır. Kürtler, emperyalistlerin kendi çıkarlarına göre verdiği desteğin her an sonlanabileceği riski ve gerilimiyle Türkiye, İran, Suriye ve bölgedeki irili ufaklı cihatçı güçler tarafından sürekliliği sağlanmış askeri ve diplomatik baskı, operasyonlar vd çatışmalı gerilimler karşısında, Rojava’daki otonominin çok uzun vadeli sürdürülemeyeceği kaygısını uzun zamandır gündeme getiriyorlardı. Esat rejimin düşmesi ve HTŞ’nin hızlıca Batı tarafından tanınması koşullarında Kürt hareketi, yine yukarıda izah ettiğimiz uluslararası ve bölgesel çelişkiler temelinde, Kürtlerin “yeni Suriye”de bir statüye sahip olmaması için hareket etmesine neden oldu.
  • Türk hakim sınıfları, 7 Ekim Aksa Tufanı sonrasında ortaya çıkan yeni Ortadoğu koşullarında, kendi devletleri için ortaya çıkabilecek tehlikeleri tanımladı. Türkiye’nin bölgedeki etkin varlığına rağmen hem uluslararası çelişkiler hem de bölgesel karmaşa Kürtlere bir statünün verilmesine olanak tanımaktadır. Tam da bu noktada Türk hakim sınıfları, bu statüyü engellemek en kötü ihtimalle sınırını tanımlamak için hem Rojava üzerindeki baskısını artırmaya devam etmiş hem de Türkiye tarafından baskı aygıtlarını harekete geçirmişti. Fakat şeylerin çoğu zaman bir belirsizlik içerisinde hareket etmesinden dolayı, Erdoğan’ın başını çektiği teokratik faşist rejim, tekrardan Öcalan’la bir görüşme başlatmıştır. Rejimin bunu yapmadaki amacı, Rojava’daki durumu mümkün mertebe kontrol altına almak ve gelecekte bastırabilmenin zeminini yakalamakken aynı zamanda Türkiye’de yaşayan Kürtleri bu süreçte bastırmak, pasifize etmek ve Rojava’daki Kürtler gibi statü talebiyle öne çıkabilmelerinin yolunu önceden kesmektir. Rejimin tali olarak beklentisi ise, Kürtlerle yeniden bir “süreç” başladığında, yeni anayasa tartışmalarına çekmek ve Erdoğan’ın yeniden seçilebilmesi için gerekli hukuki ve toplumsal zemini hazırlamaktır.
  • Öcalan, Kürtlerin bölgede karşı karşıya kaldığı zorlukları görüp, bu zorlukların bir kısmını ekarte edebilmek için -Rojava daki kazanımların nispeten korunabilmesi için- hakim sınıflarla yaptığı müzakereler sonrasında, PKK’nin silah bırakması ve feshedilmesine karar vermiştir. Öcalan böylece hem Rojava’da Kürtlere nispi de olsa bir statü kazandırmak istemekte hem de Türkiye’de yeni bir çıkış yapabilmek için böylesi bir sürece girdiği görülmektedir. Bu “süreç” hala süreç halindedir ve iki tarafta “kendi elini” güçlendirmek için elinden geleni yapmaktadır ve Kürtler bu “güç dengesinde” dezavantajlı oldukları için, belirleyeni pozisyonunda değildir. Kimi “sol” çevrelerin dediği üzere bu bir “ihanet” ya da “satma” meselesi değil, zorunluluk karşısında aldıkları yoldur.
  • Zorunluluğu doğru tanımlama, onun doğru çözümünde de başat rol oynar. Kürt hareketi dünyaya “Kürt zorunluluklarından” bakmakta ve bu temelde son derece de pragmatik ve iddia ettiğinin aksine dar milliyetçi bir çizgi izlemektedir. Ve böylece “kendi çıkarları” için, hakim sınıflarla kurulan masada teokratik faşist rejimin belirlediği parametreler temelinde hareket etmektedir -her ne kadar bu parametrelerin çıkardığı sonuçlara bazı itirazları olsa bile.
  • İslamcı Türkçü faşist rejim, bu süreci “terörsüz Türkiye” olarak tanımlamakta ve “terörü bitiren lider Erdoğan” eşliğinde Türk şovenizmini tırmandırmakta “Cumhuriyetin İkinci Yüzyılı” için Erdoğan önderliğinde koordinatları çizmeye çalışmaktadırlar. Beri yandan ise Kürt hareketi hakim sınıfların niteliği, devletin niteliği temel hususlarında esasta Kürt saflarında genel olarak ise tüm ilerici kitlelerde büyük bir kafa karışıklığına neden olmakta, ilerici ve devrimci kitleleri ceberut devlete ve onun iktidar organlarına karşı zihni olarak silahsızlandırmaktadır.
  • Bu “yeni” sürecin belirleyeni ideolojik ve siyasi olarak (likidasyon) tasfiyeciliktir. Tasfiyecilikten kastımız kimi sözde “sol” örgütlerin dediği gibi -aslında Türk şovenizminin ağır etkisinde olanlar- bir ihanet, satma meselesi değildir. Mesele; insanlığın, gezegenin ve üzerinde yaşayan canlıların/hayvanların dehşet üzerine dehşet üreten bu kapitalist-emperyalizminden geri dönmemecesine köklerinden söküp atmak için bir kurtuluş yoluna ya da en azından bu kurtuluş yoluna pozitif katkı sunma biçiminde olmadığı gibi, aksine bu sürece negatif eklemlenen, başta mazlum Kürt ulusu olmak üzere, ezilenler üzerinde ağır bir demoralizasyona, umutsuzluğa ve yönelimsizliğe neden olmasıdır.
  • Bu süreçte izlenilmesi gereken esas yönelim Türk hakim sınıflarının şovenist dalgasına, Kürtleri kriminalize ederek “terörü bitirdik” gerici siyasetine karşı olmalıdır. Kürt hareketinin izlediği ağır negatif çizgi eleştirilmeli, gerçek bir kurtuluşa verdikleri zararlar gösterilmeli, ilerici kitleler içerisinde yeni bir umut yeşertmek için mücadele edilmelidir. Bu mücadele son derecede hassas olmalı, Kürt halkını “suçluluk” duygusuna itmemeli, süreç içesinde ortaya çıkabilecek olası demokratik kazanımlara sırt dönmemeli ve tüm bunların “barış sürecinin” ana yönünün neden özgürleştirici olmadığı, aksine zarar verdiği hakikati temelinde sürdürülmelidir.

 

Tek Umudumuz Sadece Gerçek Bir Devrimdir!

Şayet insanlar, ağır Türk şovenizminden, onun yarattığı zehirli düşünce yapısından ve siyasi sonuçlardan kurtulmak ve bir daha hiçbir mazlum ulusun, egemen ulusun ezilen kitlelerinin, özetle tüm ezilenlerin  böylesi bir karabasana maruz kalmalarını istemiyorlarsa bu sistemi köklerinden söküp atmaları gerekmektedir. Devrim oldukça zor ve büyük bedellerin ödenmesi gereken son derecede radikal ve köklü bir altüst oluştur. Fakat, her türden gerici düşünceyi ve onun siyasi baskı ağlarını yaratan bu sistem sökülüp atılmadığı takdirde, insanlar kuşaktan kuşağa bu acıları ve daha ağırlarını yaşamaya devam edecektir. Şimdi bu olumsuz tablo karşısında, umutsuzluğa düşmek, “içine kapanmak” ya da “oluruna bırakmak” yerine, bu yeni durumu daha iyi anlamak, başkalarının da anlaması için mücadele etmek, gericiliğe karşı mücadele içerisinde yarınları inşa etmek için gerçek bir devrimi zaruri olduğunu daha derinden anlamakla mükellefiz. Avakian’ın da defaatle dediği üzere; devrim mümkündür, zorunludur ve arzulanabilirdir. Şimdi bu devrimi gerçek kılmak üzere, daha fazla ve daha kararlı bir şekilde özgür bir dünya için devrimin bilimi olan yeni komünizmi öğrenmeli, onun mimarı ve önderi Bob Avakian’ı yakından takip etmeli ve başka insanların da bunu yapabilmesi için seferber olmalıyız.

 

7 Mart 2025




[English] On “Peace” Talks and the Kurdish Question in the New Middle East Conditions

Since Devlet Bahçeli’s statement in Parliament on October 22nd, “If his isolation is lifted, let him come and speak at the DEM Party group meeting and declare the end of terror and the disbandment of the organization”, everyone’s eyes have been fixed on the traffic in İmralı.

The Kurdish Movement Under the Conditions of the “New World Order”

The PKK was founded in 1978. At the time of its founding, even though capitalist restoration had taken place in the two major socialist states – the Soviet Union and China – the influence of revolutionary communism among the masses of oppressed people around the world was still significant. The PKK was also influenced by this political climate and acted with a national revolutionary program, with the motto “independent, socialist Kurdistan”. On the one hand, the PKK was dealing major blows to the reactionary fascist state, and on the other, it was finding a base among the oppressed Kurdish peasants. The fact that the PKK leaned on the peasant masses also gave it a nominally anti-feudal character. Hundreds of thousands of people in the region, who were both suffering under feudalism and being subjected to heavy Turkish chauvinism, began to sympathize with the PKK’s political line. After the 1980 coup d’état, the relentless pressure of the ruling classes on the left and socialist forces and the deep ideological crisis of the communists and the weakening/unravelling of the communists as a result of the crisis of leadership were all factors that led to the PKK’s transformation into an organized force throughout Kurdistan.

In the 1990s, the dissolution of Soviet imperialism, the rise of anti-communism worldwide with the “new world order” and the intense bombardment of postmodern “readings” of the world provided by “globalization”, the prominence of identity politics and “liberation” that put the individual at the center, also started a more negative wave of attacks on revolutionary progressive forces that had already been weakened and marginalized by the 1980 coup. As in the rest of the world, many revolutionary structures in Northern Kurdistan and Turkey have dissolved and the overwhelming majority have ceased to exist or have been transformed into something else. In these new world conditions, the PKK went where its national pragmatic worldview took it. The revisionist, Soviet-admiring Öcalan line – he is notorious for his flattery of Gorbachev – took as its reference the well-known anti-communist theses that “real socialism has collapsed” and that socialism is a “totalitarianism”, a “offspring of capitalist modernity” and therefore the same thing as capitalism. Under the conditions of the unipolar capitalist-imperialist world system, the PKK retreated to the line of seeking the basic democratic rights of the Kurdish nation, taking advantage of the contradictions between imperialists and local reactionaries. It called for a ceasefire against the Turkish Republic and demanded peace talks. But it did not succeed, on the contrary, the Turkish state continued its chauvinist policy of suppression and oppression of the Kurds, which is inherent in its history and structure.

In 1999, Öcalan was imprisoned in an international conspiracy. The Turkish state thus wanted to carry out a decapitation, to destabilize the PKK movement and to repress the Kurdish people anew.

After Öcalan’s capture, the PKK repeatedly declared one-sided ceasefires, but the Turkish state utilised its advantage – Öcalan’s imprisonment – to continue its brutal massacres of PKK guerrillas, using all kinds of weapons, including chemical weapons. The invasion of Iraq in 2003 and the de facto presence of US forces in Kurdistan further strengthened the Kurdish movement’s line of appearing “moderate” towards Western powers. Even with the thesis of “democratic colonialism” that marked this period – which was later half-heartedly self-criticized by the PKK – the “brilliant” idea that “instead of being a colony of Turkey, let’s be a colony of the US” was defended. Although the PKK wanted to capitalize on the growing presence of the US in the region after the invasion of Iraq and its contradictions with Russian imperialism – and its allied force, the Axis of Resistance – the PKK was not seen as a “profitable alliance element” in this period due to the fact that the Turkish state is a NATO power harbouring NATO’s second largest army and that the US has deep-rooted relations with Turkey. However, both the regime change in Turkey and the escalation of Erdogan’s contradictions with the West, as well as the emergence of jihadist Islamist forces as the main actors in the Middle East after 2011 in the aftermath of the Arab Spring, paved the way for the PKK to further strengthen its relations with the West and come to the fore as a “partner”.

To summarize, the Kurdish movement led by the PKK, in the world conditions that emerged after the dissolution of the Soviet Union, in accordance with its national pragmatic line, emerged with new demands in the face of each new situation and tried to respond to the necessities it faced on the basis of its national pragmatic line and was subject to an evolution on this basis. What needs to be understood here is not only that the PKK was driven to such a conclusion by objective circumstances. It was the result of the superposition of PKK’s national pragmatic way of thinking and the objective circumstances – the end determines the means.

On the conditions that gave rise to the “Peace Process”

In 2011, the declaration of the Islamic State in the atmosphere created by the effects of the Arab Spring changed many parameters in the region. The global escalation of jihadist Islamism and its contradictions with Western powers pushed the West to find new regional powers and alliances for its “war on terrorism” concept. Factors such as the fight against the jihadists, the dismantling of the Assad regime, the last bastion of Russian imperialism in the region, and the neutralization of Iran for a possible military intervention have made the PYD/YPG forces, which emerged with the weakening of the Assad regime, a significant alliance partner of the US. The PYD is a political entity founded in the early 2000s under the influence and leadership of the PKK. Although it has recently emerged as a separate political entity, it remains under the ideological and political influence and leadership of the PKK – despite its relative autonomy.

The civil war in Syria, which has been going on for more than 10 years, has led to the PYD emerging as an international actor and being recognized by Western imperialist and reactionary powers. This is a highly contradicting situation. These imperialist powers, even though they have deepening contradictions with Erdogan, do not want to give up on Turkey and push it into the ranks of Russian imperialism, on the other hand, they support the PYD as much as possible in order to maintain their own political ambitions in the region. Such a situation has led the Turkish ruling classes to carry out operations against the YPG with the help of the Turkish state-sponsored jihadist Islamist mobs and the Turkish army in order to prevent the PYD from growing and to keep it encircled. The West gave tacit support to these operations in order not to fully confront Turkey. This has strengthened the understanding within the ranks of the PYD/PKK that it needs the support of the imperialist powers.

After October 7, the Aqsa Flood, led by Hamas, changed the parameters in the Middle East. Using the inhumane war crimes of these jihadist forces as an excuse – which pale in comparison to Israel’s war crimes – Israel, with the unlimited help of the United States and the support of the Western imperialists, embarked on a genocide against the Palestinian people. Under the pretext of the “right to self-defense”, Israel attacked all forces aligned with the Axis of Resistance. It has militarily intervened and annexed many places from Lebanon to Iran. The weakening of Russia’s military power in the Ukraine war over the last three years, the inability of the Axis of Resistance to sustain itself in the face of new Israeli and Western attacks, and some internal dynamics in Syria – the decline in support for the regime and its army, the indecision of the fighting forces to continue the war, etc. – led to the overthrow of the regime in 10 days against the Islamic coalition led by HTS. In the last few weeks HTS has been removed from the terrorist list and recognized by the imperialist powers and local reactionaries as the official Syrian government.

Even if HTS has already declared its success, the terrain is very complicated. The PYD/YPG remains the strongest armed group in the region and has a large social base. The Durzi minority, backed by Israel, has declared autonomy. Israel continues to strike Syria and is expanding its annexation zones in southern Syria. These contradictions have also led to new contradictions among HTS’s coalition forces. Even though after Assad’s fall the western powers immediately recognized HTS and said that an era was over, Syria is a minefield and nothing is set in stone yet. And it is clear that despite all the difficulties, the most stable area is where the PYD has autonomy and is able to reassure the Western powers.

Objectives of the regime

In these new conditions emerging in the Middle East – Israel’s attempts to destabilize the region in its favor by unleashing regional terror, the disintegration and weakening of the Axis of Resistance, the daily intensification of the possibility of a war against Iran, the inability to establish a consensus in Syria – the Turkish ruling classes have put into action the plan of “Turkey as one body inside and outside” in order to prevent the status that could be given to the Kurds in Syria or, at worst, to limit it and to keep the possibility of its removal in the future alive. Last October, Erdoğan characterized this approach as “fortifying the home front”. This is the driving force behind the “peace process” between the PKK and the Turkish state. The Turkish state, like other international and regional reactionary forces, is unable to see exactly what could happen in the Middle East and how. The Turkish ruling classes know that a larger war in the region, for example against Iran, could disrupt the entire “balance of security”. That is why plans are on the table to “contain” the Kurds outside Turkey’s borders, to weaken their capacity to act and even to make them take a passive stance in favor of Turkey. In short, the Turkish ruling classes want to mobilize all elements – including peace talks with the PKK in Turkey – to block, narrow and, if possible, eliminate the PYD, which is under the ideological and political leadership of the PKK – although it remains to be analyzed to what extent the world arena and regional developments, and the Kurds’ constant pursuit of their own interests, will allow this “desire”.

Another decisive, albeit secondary, element of the process is the AKP’s loss of legitimacy in the eyes of the general public, its continuous erosion, its defeat in the most recent local government elections, and the necessity to rely on Erdoğan’s leadership in order to maintain the regime in the face of this “erosion and loss of power”. While the parties of the regime continue to melt in the eyes of the people, Erdoğan is still popular and therefore has a chance to win the next presidential election as well. However, according to the current constitution, Erdoğan cannot run again. Therefore, a new constitutional debate with the Kurdish movement over “equal citizenship” could bring Erdoğan’s candidacy back on the agenda.  The DEM Party has already stated that “the elections are the will of the people and if the people elect Erdoğan again, there is nothing they can do about it, what is decisive for the Kurds is the recognition of the Kurds as equal citizens in the constitution”. Although this is not the main component of the “new process”, it is by no means an insignificant factor for the future of the regime.

Which necessities led to Öcalan’s “manifesto”?

After summarizing the evolution of the Kurdish movement over the last 50 years as briefly as possible, we will elaborate on some points of Öcalan’s 3-page letter, which the PKK has declared a “manifesto”. It should be noted at the outset that this statement is not a call written by “one man” – to another “one man”. Even though Öcalan is the primary representative and determinant of this process, this call represents the political line that the Kurdish movement has been following since the 1990s, seeking its way in the new world order and continuing its existence according to the new conditions. And as can be seen, all sections of the movement, from its legalist reformist representatives to its overseas wing and from there to the wing waging armed struggle, are backing this call. Again, it is worth noting that this does not mean surrendering to the will of “one man”, but the realization of the line represented by Öcalan in the broad part of the Kurdish movement. If it were simply a matter of “being subject to one man”, as the circles calling themselves “left” say, it would be much easier to deal with such a problem. But this situation, as we have explained above, is the product of the Kurdish movement’s evolving line, especially in the last 30 years – from revolutionary nationalism to reformist nationalism, and from there to a pragmatic line that is more and more obliged to the reactionary camp under the name of taking advantage of the contradictions between imperialist and reactionary forces – on the basis of the constant state of flux of the world arena.

The main factor that emerges from Öcalan’s call is that the PKK should lay down its arms and dissolve itself. In fact, this is more than a “peace process”. In the peace talks between 2011 and 2015, the state and the PKK agreed to a ceasefire and the withdrawal of guerrilla forces from Northern Kurdistan. But today there is much more at stake. The PKK is demanded to lay down arms and dissolve itself. So what necessities prompted Öcalan to write such a call?

First, the PKK has waged an armed struggle for 40 years, during which thousands of Kurds have lost their lives, tens of thousands have been tortured, imprisoned and hundreds of thousands have been expelled from their lands and exiled/migrated to the cities from countryside. Until the 2010s, the PKK was in a position to hold the field militarily in Northern Kurdistan, even if it could not establish military bases. However, as a product of its own reformist line, the PKK’s hopes from some forces within the Turkish state and its constant demand for peace have led it to question the legitimacy of the war it is waging in the eyes of the masses. In addition to this, the TSK’s gaining experience after 40 years of war, the new types of outposts it has built in Kurdistan, the expulsion or control of the masses of people who could support the PKK from the region, and the production of technical attack/destruction weapons suitable for the terrain conditions have led to a significant weakening of the PKK’s armed struggle in Northern Kurdistan, to the point that it has been reduced to carrying out only harassment operations. In terms of its objective and subjective situation, the PKK is in no position to wage such a war against the TSK for a long time.

Another factor is that Erdogan’s Islamist Turkist fascist regime has fallen on the Kurdish people like a nightmare. Legal Kurdish parties are being prosecuted and banned one after another. The leaders of the legalist reformist Kurdish parties have been imprisoned and imposed political bans. Deputies have been stripped of their mandates and trustees on behalf of the state have been appointed one after another to the municipalities they won. This situation has made it difficult for Kurds to engage in politics even within the borders of the legal space drawn by the state. Yes, today DEM, the legal party of the Kurdish movement, receives millions of votes. It has a considerable mass in Turkey and Northern Kurdistan. Nevertheless, the state is suppressing it to such an extent that the overwhelming majority of this social base has been pushed to the limit of showing their support for the Kurdish movement at the ballot box. Under all these conditions – the weakening of the armed forces and their confinement to certain areas, the crushing of legal party representatives with political trials and the day by day isolation of the social base of the Kurdish movement – creating the ground that strengthens the understanding that the PKK cannot proceed “as it used to” is an important component.

It must be said clearly that the main issue is not whether or not to lay down arms, but what is the line that leads to this. Whether laying down arms will be a matter of discussion for a transformation that will lead to the achievement of the basic democratic demands of the Kurdish people, at least some of them, the regression of Turkish chauvinism and the strengthening of the bonds between oppressed peoples against repression- and only a real revolution can provide this ground – or whether it will be for the extinguishing of the legitimate Kurdish rebellion against the existing repression and perhaps the achievement of a few basic rights.

A final addition is that despite the international legitimacy of the PYD, its ideological and political roots with the PKK have led to the latter being considered “terrorist” by international powers. The PKK is an armed organization that is not recognized by any state. And no state wants to pose in any picture with such an organization. Now, if the PKK disarms and does dissolve itself, the “PKK card” that Turkey is trying to play on the PYD in Rojava will disappear. By entering into a more open “partnership” relationship with the PYD, the Western imperialist powers can strengthen the status that will emerge in Rojava. It should not be forgotten that the biggest factor in the breakdown of the peace talks between the PKK and the state in 2015 was that Rojava was a “red line” for both sides. Now, with the dissolution of the PKK, this red line may be in a position to be “stretched”. In the absence of the PKK, the Turkish ruling classes may temporarily tolerate, if not recognize, the Kurdish status in Rojava after the PYD’s “improved” relations with the collaborationist Barzani and Talabani Kurdish tribes.

“PKK should lay down arms without any conditions,” Devlet Bahçeli said in his October 22 statement, but Öcalan softened the blow by adding the title “Peace and Democratic Society” to this call. And as a final word, he stipulated that democratic and legal steps must be taken in this process. Although the PKK immediately declared a ceasefire after the call, it demanded that Öcalan’s conditions be improved so that he could lead the process. The PKK also added a footnote in its own texts that in order for this process to move forward, “we would like to underline that democratic politics and legal grounds must also be appropriate for success.”

For a long time now, the PKK has stopped voicing the thesis of an “independent Kurdistan”. This is not because the PKK has given up on this thesis, but because it believes that this demand is not possible under the current circumstances. On the other hand, Öcalan’s letter also criticizes federation, autonomy and culturalism. In fashionable terms, Öcalan sees these demands as “contrary to the spirit of the times”. He has also taken a step back from the “local, autonomous, ecologist and culturalist” theses he expressed in his “Democratic Modernity” thesis.

Öcalan’s stepping back does not mean that he has given up these demands “for good”. National movements, due to the nature of the contradiction, always continue to live with the demand for independence. Even if the necessary conditions for this demand do not exist, even if it is not voiced. The “equal citizenship law”, which has also been voiced by the “opposition” bourgeois ruling classes in the last few years, was seen as a “lifeline” in these difficult conditions that the Kurdish movement was going through. Instead of being seen as “separatists and divisionists”, phrases such as “being equal citizens of the Republic of Turkey, lifting the pressure on their legal parties, recognizing those elected through democratic elections, respecting the will of the Kurds” came up a lot. The CHP’s recent similar statements and the formation of “urban consensus” “city councils” with the Kurdish movement in the 2023 local government elections have allowed the Kurdish movement to make a new move. Öcalan is presenting again what has been the Kurdish movement’s orientation for the last few years, namely the demand for “equal citizenship”, as a kind of “democratic society” project.

But can there really be “equal citizenship”? Can the Republic of Turkey, which was built on heavy Turkish chauvinism, the massacre, denial and extermination of the Kurds and the suppression of other minoritized Armenian and Greek minorities, treat the oppressed Kurdish nation “equally”? This is absolutely not possible. If it were not for the systematic suppression of the Kurds, their massacres, the denial of their language and culture, and their restriction by violence, there would be no Republic of Turkey as we know it today. This is a basic and simple truth.

The Pangs of the Call of the “Century” and the Kurdish Question

Following Öcalan’s call, AKP spokesperson Ömer Çelik stated that laying down arms involves all forces and includes the PYD and Rojava. Both PYD and PKK representatives then responded that Rojava was “outside the scope of the process”. DEM co-chair Tülay Hatimoğulları also stated that Çelik made statements that would harm the process and put it in a difficult situation. But Erdoğan made it clear in his last speech. “If the promises are not kept, we will continue our operations until no stone is left unturned and not a single terrorist remains,” he said, raising the bar if Kurdish forces do not lay down their arms in every part of Kurdistan. Even less than 24 hours after Öcalan’s statement, it shows that the discussions between the parties are continuing and that they are playing games to raise their hand at the table. And frankly, this is the nature of all “peace negotiations”; on the one hand, to sit down at the table to ensure a “ceasefire” and on the other hand, to continue to pressure each other and to leave the table in the “most profitable” way.

This table between the Turkish ruling classes and the PKK is not new, nor are the conditions the same as before. On the one hand, Erdogan is very uncomfortable with the status that could be granted to the Kurds in Rojava under the guarantees of Western powers. This is because if the Kurds get a status there, it could morale and mobilize the Kurdish masses in Northern Kurdistan and pose a “security threat” to Turkey in the destabilized Middle East. That is why Erdoğan wants to be a determinant in the nature of the status to be given to the Kurds in Rojava and for this he is playing the “equal citizenship” card. Thus, he wants to be the giver in Turkey and the taker in Rojava. The PKK, on the other hand, despite the Turkish ruling classes’ threats of “war until no terrorist remains” against Rojava – which the Turkish ruling classes would do if they had the means – seems ready to step back in order to cope with the challenges they face in Turkey, albeit relatively. The “peace talks”, which first started in March 1993, are moving forward despite the difference in time and context, with both sides trying to get the maximum out of each other.

While talking about the “peace” negotiations and the “new process”, it would be useful to go back to the essence of the problem and understand its scope. The problem is not a problem of terrorism as the Turkish ruling classes say. The problem is not “equal citizenship” and “democratization” as Öcalan states. And again, as Öcalan expresses in his “manifesto”, its character has not changed. The problem is the Kurdish problem; the Kurds as a nation have been violently suppressed and their basic democratic rights have been usurped since the foundation of the Turkish Republic. And again, it must be clearly stated that the most fundamental democratic right of the oppressed nation is the right to self-determination. And now, under the criticism of “nationalist drift”, the re-established “peace” table suspends the fundamental democratic right of the oppressed nation against the chauvinism of the oppressor nation. The point we criticize here is not “why the Kurds do not demand a separate state”, but the fact that it takes a step back in the face of the oppressor nation’s chauvinism, and that the Kurdish nation is again being brutalized, drawn further into the framework of the system, and the dominant nation chauvinism – hence the ruling classes – is strengthened.

Celebration of Rulers

After Öcalan’s call, the media close to the AKP was in a festive mood. The regime, which had previously declared any coverage of the Kurdish movement in the bourgeois opposition media as “terror-related” , tipped off its own news channels in advance and announced that the PKK would lay down its arms and dissolve itself. The entire ruling media, from A Haber to CNN Türk, reintroduced the slogan “Turkey without terror”, which had helped Erdogan win the 2022 elections. Contrary to the “peace and democratization” claimed by Öcalan, the headlines “terror is over”, “they surrendered”, “Erdoğan is the leader who ended terror” appeared in all the ruling media. And so the regime, which was one of the parties to the table, once again injected into society the reactionary idea that the problem is not the Kurdish problem but the terrorism problem.

In the “opposition” bourgeois media, the decision for the PKK to lay down arms and dissolve itself was greeted with enthusiasm, accompanied by theories that “Erdoğan’s presidential story is behind it”. Even though these forces, led by the CHP, have sharp contradictions with the regime represented by Erdoğan, they are aligned for the suppression of the Kurdish nation’s right to self-determination and the preservation of the “national pact”. It must be repeated that the suppression, denial and extermination of the Kurds is in the genetics of this republic and both ruling class cliques are the representatives of this “tradition”.

While Devlet Bahçeli is content with expressing his satisfaction after Öcalan and the PKK’s statements, Erdoğan’s hands on the sheath and his constant threats to put them in their place rouse strong satisfaction among the masses in which Turkish chauvinism holds effect. The regime uses this new trump card to repeat its promise that “the second century of the Republic will continue without terrorism”. Citing the massacres, oppression and terror they have practiced in the last 10 years as an example, Erdoğan is actually shouting at the top of his lungs that they can get results in the same way.

Expectations and Challenges

The successive visits of the DEM delegation to İmralı and the letters they took to Southern Kurdistan caused an expectation among the oppressed Kurdish masses after a long time. Just like in the 2011-2015 period, they were expecting a relatively liberal atmosphere and a meeting where Kurdish demands would be at the center, but it did not turn out as they had hoped. The regime continues to show its “ state wisdom” and does not give up on the “terror problem” motto. It continues to set the political parameters of the Kurdish problem in terms of “terrorism” rather than the basic democratic rights of the Kurds, and this is leading to a demoralization of the Kurdish masses. The mood among the thousands of people in Van and Diyarbakir who came to listen to the Öcalan call was one of great disappointment.

Kurds are an important part of this country’s history of struggle. Their resistance against the tyrannical state, even if it is interrupted at times, gives morale to all those who struggle for the good and the beautiful in this country. Breaking this Kurdish culture of resistance and dissolving it within the system will create a rupture not only on the front of the Kurdish oppressed, but for all social struggles. At the same time, there will be people who will be outraged by such a process, who will not accept the parameters set by the regime, and who will raise objections to the Turkish state’s “new era” of suppressing the Kurds. Nevertheless, the emergence of positive elements within this negativity may not be able to halt and reverse this negative process in the short term.

It must be stated once again that the process we are facing is not new in essence, but it is a qualitatively higher level of liquidationism. This liquidationism, orchestrated by the Kurdish movement, started with the swing to the right in the 1990s, accelerated with the capture of Öcalan in 1999, found social ground in 2011-2015, and has reached a peak since 2015 due to the regime’s attacks, the regression of the Kurdish movement in the face of the regime’s attacks, and the fact that it faces a series of new challenges in the new Middle East conditions. And once again, it is clear that this liquidationist wave will have an impact on all progressive and revolutionary forces.

To summarize;

  • Developments in the international arena over the last few decades have led to some radical changes in the Middle East. The deadly rivalry between imperialists and their irrational relations with their local collaborators – each group exacerbating contradictions to the point of burning everything to protect its own interests – has led to the disintegration of many countries in the Middle East, the deepening of sectarian wars and the emergence of fragmented governments. In this atmosphere, the civil war that erupted in Syria, the Kurds, led by the PKK, were able to declare an “autonomy” and emerged as a “reassuring” partner in the region as a result of their partnership with the US and Western imperialist powers.
  • Under these new Middle Eastern conditions, the Turkish ruling classes have resorted to all means to prevent the Kurds from gaining status. First it ended the “peace process” with the Kurds in Turkey, then it carried out military operations in many regions of Kurdistan, and annexed the regions it entered in Rojava with the jihadist forces it trained and included. While declaring an all-out war against the Kurds outside the “borders”, inside the “borders” it has mobilized all the repressive apparatuses of the state, suspended all democratic rights, brutally suppressed any possible “resistance”, arrested thousands of people operating in the legal field with fabricated proceedings, deputies have been deposed, trustees of the state have been appointed to municipalities that resemble colonial governors, and even the most basic democratic rights of the Kurds have been brutally suppressed by the rulers.
  • The “Rojava Revolution” that emerged in the war against the jihadist forces allowed the Kurds to gain international recognition and legitimacy. On the other hand, this new situation has faced the threat of being suppressed by the military moves of many regional reactionaries. The Kurds have long been raising the concern that the autonomy in Rojava could not be sustained for a very long time in the face of the military and diplomatic pressure, operations and conflicting tensions that have been perpetuated by Turkey, Iran, Syria and the large and small jihadist forces in the region, with the risk and tension that the support provided by the imperialists according to their interests could end at any moment. Under the conditions of the fall of the Assad regime and the rapid recognition of HTS by the West, caused the Kurdish movement, again on the basis of the international and regional contradictions explained above, to act to prevent the Kurds from having a status in the “new Syria”.
  • In the new Middle Eastern conditions that emerged after the October 7 Aqsa Flood, the Turkish ruling classes identified the dangers that could arise for their state. Despite Turkey’s active presence in the region, both international contradictions and regional turmoil make it possible to grant a status to the Kurds. It was precisely at this point that the Turkish ruling classes both continued to increase their pressure on Rojava and mobilized the repressive apparatus from the Turkish side in order to prevent this status and, at worst, to define its borders. But because things often move in limbo, the theocratic fascist regime led by Erdogan has once again initiated talks with Öcalan. The regime’s aim in doing so is to control the situation in Rojava as much as possible and to find the grounds for future suppression, while at the same time suppressing and pacifying the Kurds living in Turkey in the process and cutting off in advance the way for them to come forward with a demand for status like the Kurds in Rojava. The regime’s secondary expectation is that when the “process” with the Kurds resumes, it will draw them into discussions on a new constitution and prepare the legal and social grounds for Erdoğan’s re-election.
  • Öcalan, recognizing the difficulties the Kurds face in the region and in order to overcome some of these difficulties – so that the gains in Rojava could be relatively preserved- after negotiations with the ruling classes, decided that the PKK should lay down its arms and dissolve. Öcalan thus seems to have entered into such a process both in order to give the Kurds a status in Rojava, albeit a relative one, and in order to make a new way in Turkey. This “process” is proceeding and both sides are doing their best to strengthen “their own hand” and the Kurds are not in a position to determine this “balance of power” because they are disadvantaged. As some “left” circles say, this is not a matter of “betrayal” or “selling out”, but the path they have taken in the face of necessity.
  • The correct definition also plays a leading role in its correct solution. The Kurdish movement looks at the world through “Kurdish imperatives” and on this basis it is extremely pragmatic and, contrary to what it claims, follows a narrow nationalist line. And thus, for its “own interests”, it acts on the basis of the parameters set by the theocratic fascist regime at the table with the ruling classes – even if it has some objections to the conclusions drawn by these parameters.
  • The Islamic Turkic fascist regime defines this process as “Turkey without terror” and escalates Turkish chauvinism accompanied by “Erdogan, the leader who ended terror” and tries to draw the coordinates for the “Second Century of the Republic” under the leadership of Erdogan. On the other hand, the Kurdish movement causes a great confusion in the Kurdish ranks in general and in all progressive masses in general on the basic issues of the nature of the ruling classes and the nature of the state, and mentally disarms the progressive and revolutionary masses against the tyrannical state and its power organs.
  • This “new” process is characterized ideologically and politically by liquidationism. What we mean by liquidationism is not a matter of betrayal, of selling out, as some so-called “left” organizations – in fact those heavily influenced by Turkish chauvinism – claim. It is not in the form of a path of liberation or at least a positive contribution to the path of liberation in order to uproot this capitalist-imperialism that produces horror upon horror for the planet and the creatures/animals living on it, but on the contrary, it causes a heavy demoralization, hopelessness and disorientation on the oppressed, especially the oppressed Kurdish nation, who are negatively affected in this process.
  • The main orientation to be followed in this process should be against the chauvinist wave of the Turkish ruling classes, against the reactionary politics of “we have ended terrorism” by criminalizing the Kurds. The heavy negative line pursued by the Kurdish movement must be criticized, the damages they cause for a real liberation must be shown, and a struggle must be waged to raise a new hope among the progressive masses. This struggle must be extremely sensitive, it must not push the Kurds into a sense of “guilt”, it must not turn its back on the possible democratic gains that may emerge in the process, and it must be carried out on the basis of the truth of why the main direction of the “peace process” is not liberating, but rather damaging.

Our Only Hope is a Real Revolution!

If people want to get rid of the heavy Turkish chauvinism, its poisonous mindset and political consequences, and if they do not want any oppressed nation or oppressed masses of a dominant nation, in short any and all oppressed people to be subjected to such a nightmare ever again, they must uproot this system. Revolution is an extremely radical and profound upheaval that is very difficult and requires a great price to be paid. But unless this system, which has created all kinds of reactionary ideas and its networks of political oppression, is uprooted, people will continue to suffer these pains and worse, generation after generation. Now, in the face of this negative picture, instead of falling into despair, “shutting down” or “letting it go”, we are obliged to understand this new situation better, to fight for others to understand it too, to understand more deeply that a real revolution is essential to build tomorrow in the struggle against reactionism. As Avakian has repeatedly said, revolution is possible, necessary and desirable. Now, to make this revolution a reality, we must learn more of the new communism, the science of revolution for a free world, in a more determined way, follow closely its architect and leader Bob Avakian, and mobilize others to do the same.




Meksika Devrimci Komünist Örgütü’nden:

2025: Şimdi, Her Zamankinden Daha Fazla: Zincirleri Kırın! Devrim İçin Kudretli Bir Güç Olarak Kadınların Öfkesini Serbest Bırakın!

 

Editörün notu: Bu açıklama Meksika Devrimci Komünist Örgütü’nün (OCR) sesi olan Aurora Roja blogunda yayınlanmıştır. Revcom.us gönüllüleri tarafından İspanyolca’dan İngilizce’ye, Yeni Komünizm okurları tarafından da Türkçe’ye çevrilmiştir. İngilizce metne buradan ulaşabilir, İspanyolca broşürü pdf formatında buradan indirebilirsiniz.


Bu sistem altında yaşamak kadınlar ve insanlığın büyük çoğunluğu için her zaman bir kabus olmuştur. Şimdi sistem kriz içerisinde: Onu yıkabilir ve çok daha iyi başka bir dünya yaratabiliriz ve buna ihtiyacımız var. Kadınlar ve diğerleri arasında bunu yapmak için muazzam bir devrimci potansiyel var. Bunu yüz binlerce kişinin katıldığı yürüyüşlerde, kadın cinayetlerine ve erkek üstünlüğüne karşı isyanda ve bu sistemin diğer pek çok dehşetine karşı ön saflarda yer alan, adalet ve özgürlük talep eden kadınlarda gördük. Şimdi Amerika Birleşik Devletleri ve diğer ülkelerdeki faşizm, dini köktencilik ve onun ortaçağ ahlakıyla pekiştirilen en bariz ve şiddetli ataerkil baskıyı yoğunlaştırıyor. Bu dehşet vericidir ama aynı zamanda en tepedekiler arasında çatlaklar açmakta ve en alttakiler arasında hoşnutsuzluk ve isyanı körüklemektedir. Kadınlar bu faşizmin yenilmesinde ve onu doğuran kapitalist sistemin süpürülüp atılmasında belirleyici bir rol oynayacaktır. Kitleleri kapitalizmi yıkmaya ve çok farklı ve çok daha iyi bir toplum yaratmaya yönlendirmek için gerekli bilimsel anlayışla donanmış, bilinçli ve örgütlü bir güç oluşturmak için şimdi mücadele edelim.

 

Donald Trump liderliğindeki faşizm dünyayı sarsıyor. Bu, kapitalist-emperyalist sistemin “demokratik” kisvesini ortadan kaldıran ve sadece Amerika Birleşik Devletleri’nde değil tüm dünyada kadınlara, göçmenlere, LGBTQ bireylere, ezilen halklara ve genel olarak yoksullara yönelik baskı ve acılarda ciddi bir artış dayatan bir diktatörlüktür. Bu durum kapitalist yağmayı, dizginlenemeyen emperyalist yayılmacılığı, Filistinlilere yönelik soykırımı ve çevreye yönelik saldırıyı yoğunlaştırmaktadır. Bu da emperyalistler arasında insanlığın yok olmasına yol açabilecek yeni bir dünya savaşı tehlikesini arttırmaktadır.

 

ABD’de faşist saldırılara karşı protestolar artıyor, ancak çok daha fazlasına ihtiyaç var. Bob Avakian ve RevCom (Devrimci Komünistler), Trump’ın faşist programını yönetmesini ve uygulamasını engelleyecek derin bir siyasi kriz yaratacak kadar güçlü bir hareket oluşturarak, bu faşizmi tam kontrolünü sağlamlaştırmadan önce yenmek için diğer güçleri mücadeleye çağırdı ve onlara katıldı. İnsanlığın kurtuluşu için Meksika’da ve dünyanın dört bir yanında bu mücadeleyi desteklemeliyiz.

 

 

Kahrolsun Meksika Hükumetinin İşbirlikçiliği!

 

Sahte milliyetçi söylemine rağmen, [Meksika’daki] Sheinbaum hükümeti işbirliği çağrısında bulunuyor ve aslında Chiapas ve Chihuahua’da sekiz kişiyi öldürdükten sonra (Ekim 2024’te) daha fazla göçmeni bastırmak ve sınır dışı etmek için kuzey sınırına 10.000 Ulusal Muhafız birliği göndererek faşist Trump hükumetiyle işbirliği yapıyor. Ancak Trump’ın tehditleri devam ediyor: Sadece gümrük vergileriyle değil, askeri müdahaleyle de. ABD’nin sınırda en az 3.000 askeri var ve Kaliforniya Körfezi üzerinde 18 casus uçuşu rapor edildi. Karteller ve Meksika üzerindeki kontrollerini daha da güçlendirmek amacıyla “uyuşturucu kartellerine karşı” doğrudan askeri müdahale tehdidinde bulunuyorlar.

 

Kadın Cinayetlerini Durdurun! Ordudaki Tecavüzcülere İbretlik Cezalar!

 

Meksika hükümeti, 2007 yılında Veracruz Sierra de Zongolica’da 73 yaşındaki Nahuatl kadını Ernestina Ascencio Rosario’yu döven ve toplu tecavüz eden askerleri utanmadan korurken, alaycı bir şekilde “kadınların zamanından” ve “yerli kadınların yılından” bahsediyor. PAN, PRI ve Morena’dan iki hükumet olmak üzere dört federal hükumet [Meksika’daki üç büyük siyasi parti] bu suçu işleyen askerlerin üzerini örtmüş ve ordunun herhangi bir sorumluluğu olduğunu reddetmiştir. Akrabaları, avukatları, kadın aktivistler, bölgedeki köylüler, gazeteciler ve ülkenin dört bir yanındaki insanlar bu cinayeti kınamaya ve adalet talep etmeye devam ediyor.

 

Hiçbir Meksika hükümeti kurbanın kızı Martha Inés Asencio’nun ifade vermesine bile izin vermedi. Ta ki bu yıl sonunda Amerikalılar Arası İnsan Hakları Mahkemesi önünde ifade verene kadar. Annesini askeri kamptan 300 metre uzakta yerde yatarken, feci şekilde dövülmüş ve eteği yukarı kalkmış halde bulduğunu söyledi. Mahkemeye “askerlerin üzerine atladığını” söyledi. Ernestina kızına şöyle demiş: “Askerler yaptı, sevgili torunum. Bana saldırdılar, bir kadın olarak onurumla oynadılar. Ağzımı kapattılar.” Ernestina ancak 10 saat sonra tıbbi yardım alabildi ve ertesi gün hastanede hayatını kaybetti. Onu tedavi eden doktorlar ölüm nedeninin cinsel saldırı olduğunu belirtmişlerdi. Buna rağmen, Meksika hükümetinin temsilcisi Mahkeme önünde Ordu aleyhinde “hiçbir kanıt olmadığını” söyleme cüretini gösterdi!

 

Yeni Bir Yaşam Biçimine İhtiyacımız Var ve Bunu Oluşturabiliriz

 

Dünyanın bu şekilde devam etmesine gerek yok. Gerçek bir devrimle her şey tamamen farklı olurdu. İnsanlar tecavüzcü, katil ve kapitalist sistemin savunucusu olan askeri ve polis güçleri yerine kendilerini gerçekten koruyacak güvenlik güçleri yaratabilir. Halihazırda var olan bilgi ve teknoloji, bu gezegendeki herkesin temel ihtiyaçlarının karşılanmasının yanı sıra kültürel, entelektüel, sanatsal, bilimsel ve rekreasyonel faaliyetler için herkese kaynak sağlamak üzere kullanılabilir. Geçen yıl dünyada 500.000’den fazla çocuğun ishalden ölmesi absürt olmanın ötesinde suçtur (DSÖ rakamı)! Bu kabul edilemez ve korkunç ataerkil şiddetin, acımasız dayakların, Meksika’da her gün 10 kadının öldürülmesinin, 2024 yılında 3.700’den fazlası kadın olmak üzere 12.500 kişinin kaybolmasının, yani her gün kaybettiğimiz toplam 20 yoldaşımızın böyle devam etmesi için hiçbir neden yok. Topraklarını, sularını ve ormanlarını kontrol eden ve yok eden kapitalist projeler ve suç çeteleri tarafından on binlerce yerli halkın zorla yerlerinden edilmesini durdurabileceğiz. Kitlelerin ihtiyaçlarını karşılamaya ve en yüksek çıkarlarını gerçekleştirmeye yönelik bir ekonomi ve siyasi sistemle, yeni bir kültür ve insanlar arasında kökten farklı ve ilham verici yeni ilişkiler yaratarak, tamamen farklı bir toplum örgütlenme biçimine ihtiyacımız var ve bunu oluşturabiliriz.

 

Bugün dünyanın bu kadar baskıcı, adaletsiz ve acımasız olmasının tek bir temel nedeni var: Küçük bir milyarder sınıfının dünyanın dört bir yanındaki kadınları, erkekleri, kız ve erkek çocukları sömürdüğü ve ezdiği, ürettikleri zenginliği kontrol ettiği ve kendilerine en büyük kârı sağlayacak olana göre daha fazla sömürüye yatırdığı küresel kapitalist-emperyalist sistem. Kapitalizmin bu prangası gerçek bir devrimle kırılmalı ve yeni, çok daha iyi bir sosyalist özgürleştirici toplum oluşturulmalıdır.

 

Şimdi kapitalist sistem ABD’de ve diğer ülkelerde faşizmi dayatmaya çalışacak kadar ileri gitmiştir, bu da onun tamamen çürümüş, miadı dolmuş ve gayrimeşru doğasını vurgulamaktadır. Süper güçler ve diğer gerici hükumetler arasındaki çatışmalar artıyor, Gazze’den Sudan’a, Ukrayna’dan Río Bravo/Grande’ye kadar insanlara karşı işledikleri kanlı suçlar arttıkça zenginler ve güçlüler arasındaki çatışmalar yoğunlaşıyor. Bu köhnemiş ve baskıcı sistem altında sadece daha fazla acı değil, aynı zamanda devrim yoluyla onu yıkmak için daha büyük olanaklar getiren daha büyük çatışmalar ve ayaklanmalar yaşıyoruz ve yaşayacağız.

 

İran’daki Kadınların Cesur Mücadelesini Destekleyin ve Onlardan Öğrenin

 

Bu özgürleştirici devrim mücadelesinde, İran’daki kadınların kahramanca mücadelesinden bir şeyler öğrenebiliriz ve öğrenmeliyiz. İran’ın köktendinci ve kadın düşmanı rejiminin zindanlarından direniş ve devrim sesleri yükseliyor. 2022 yılında ataerkil baskıya karşı bir isyan, “ahlak” polisinin genç bir Kürt kadını olan Jina Mahsa Amini’yı saçlarını tam olarak örtmediği için döverek öldürmesiyle ülkeyi sarstı. Beş ay süren ayaklanma İslam Devleti tarafından acımasızca bastırıldı, 500’den fazla kişi öldürüldü ve 22.000 kişi hapsedildi. Ancak direniş, korkunç koşullar ve acımasız baskılar karşısında devam ediyor. Rejim günde ikiden fazla mahkumu asıyor. Ancak her hafta İran genelindeki 51 cezaevinde açlık grevleri ve “Salı günü idama hayır” protestoları düzenleniyor. Kadın ve erkek mahkumlar, ülke dışındaki hareketlerin de desteğiyle bazı önemli zaferler elde ettiler. Kadın, Yaşam, Özgürlük ayaklanmasını destekleyen ve bunu hapishaneden yapmaya devam eden rapçi Toomaj Salehi gibi bazı siyasi mahkumların serbest bırakılmasını ve diğerleri için de en azından ölüm cezasının iptal edilmesini sağladılar.

 

İran Komünist Partisi (Marksist-Leninist-Maoist) (cpimlm.org) adına konuşan eski bir siyasi tutsak olan Somayeh Kargar’ın dediği gibi, mücadelenin “bu sistemin çerçevesinin dışında, tüm İran ve dünya halklarının kurtuluşunun önünü açan, dünya çapında sosyalist devrim biçiminde bir mücadele haline gelmesi gerekiyor. Düşmanla savaşmalı ve onu geri püskürtmeli ve aynı zamanda insanların düşüncelerini değiştirmeli – sisteme entelektüel ve ideolojik itaati kırmalı ve İran İslam Cumhuriyeti’nin devrilmesinin yolunu açarak gerçekliği görmenin ve analiz etmenin bilimsel bir yolunu geliştirmelidir. Bu mücadele, insanlara nasıl düşüneceklerini, nasıl mücadele edeceklerini ve sosyalist bir yarında toplumun sahibi ve yöneticisi olmayı öğretecek şekilde geliştirilmelidir.”

 

Ve bu, tüm ülkelerdeki kapitalist sisteme karşı her yerde verilmesi gereken mücadeledir. Devrim Hareketi ve Devrimci Komünist Örgüt, bu özgürleştirici yarın için mücadele etmek isteyen herkesi dünyayı değiştirmek için bizimle birlikte örgütlenmeye çağırıyor.

 

Aurora Roja, Devrimci Komünist Örgüt’ün Sesi, Meksika

 

 

 

 

 




Kadınların Özgürleşmesi Konusunda Dünyanın En Radikal Düşünürü “Yaşlı, Beyaz, Bir Erkek”: Temelsiz Önyargıları Bir Kenara Bırakıp Bob Avakian’la Etkileşime Geçmek İçin Bir Meydan Okuma

 

Editörün notu: Aşağıda yer almakta olan yazı 24 Şubat 2025 tarihinde yeni komünizmin savunucusu devrimci komünist Sunsara Taylor tarafından kaleme alınmış provakatif olduğu gibi tartışmaya da sevk eden bir yazıdır. Çevirisini okurlarımıza sunarız. Yazıyı orjinal dilde okumak için tıklayınız


“Adamlık” kültürü kadın nefretiyle kaynıyor. “Senin bedenin, benim seçimim” diye alaycı sözler, ataerkil cinsiyet kodlarının faşistçe uygulanması, Trump/MAGA 2.0 yıldırım hızıyla ilerliyor, Soykırımcı ırkçılığının, dünya halklarına yönelik tehditlerinin ve insanların kalan demokratik normlarına ya da temel haklarına indirdiği balyozun yanı sıra Trump, kadınların açıkça köleleştirilmesi ve transların tamamen silinmesi için bastırıyor…

Bir Yol Ayrımındayız

Dünyada daha önce hiç bu kadar fazla yerde bu kadar çok kadın ataerkilliğin geleneksel zincirlerinden kurtulmamıştı. Kadınlar kamusal hayata ve her mesleğe girmek için mücadele ettiler. ABD’de kadınlar yüksek eğitimde erkekleri geride bırakıyor. Kadınlar popüler kültüre hükmediyor. Giderek artan sayıda kadın, uzun zamandır kadın cinselliğine, kürtaja ve cinsel saldırı mağduru olmaya atfedilen utancı cesaretle reddediyor. Bu arada LGBT bireyler yaygın bir şekilde görünür hale gelmiş, önemli temel haklar kazanmış ve giderek artan bir saygı ve kabul görmüştür.

 

Zincirleri Kırın! Devrim İçin Kudretli Bir Güç Olarak Kadınların Öfkesini Serbest Bırakın! Özel Bir Mesaj

Ancak, kadınlara ve LGBT bireylere yönelik baskı hiç azalmadığı gibi, zorlukla elde edilen her ilerlemenin tam tersine, nefret dolu ataerkil hınçtan oluşan bir düdüklü tencere inşa edildi ve şimdi yeni bağnaz şiddet ve ahlaksızlık seviyelerine doğru patlıyor. Inceller kadınlara tecavüz etme ya da boyun eğmeyenleri katletme “hakkını” açıkça savunuyor. Trump cinsel saldırılarla övünüyor ve transları tamamen silmek için devlet gücünü kullanıyor. JD Vance’in Hristiyan faşist “teo-broları” sadece ulusal bir kürtaj yasağı için değil, doğum kontrolünün, boşanmanın, hatta kadınların oy kullanma hakkının bile yasaklanması için can atıyor. Dünyanın dört bir yanında kadınlar kadın cinayetleri ve işkenceyle, zorla örtünme ve “namus” cinayetleriyle, milyonlarca kadın ve kız çocuğunun cinsel köleliğinin endüstrileşmesiyle ve bir savaş silahı olarak tecavüzle karşı karşıyadır.

Böylesine çılgınca ayrışan bir durum uzun süre devam edemez. Taraflardan biri ya da diğeri kazanacaktır.

 

Bob Avakian, Artık Görmezden Gelinmemesi Gereken İleri Görüşlü Bir Ses

Devrimci lider Bob Avakian (BA) yaklaşan bu yüzleşmeyi tam kırk yıl önce öngörmüştü. 1985 yılında şöyle yazmıştı:

Kadınların toplumdaki konumu ve rolüne ilişkin tüm sorun, günümüzün olağanüstü koşullarında kendini giderek daha keskin bir şekilde ortaya koymaktadır – bu, bugün ABD’de bir barut fıçısıdır. Tüm bunların en radikal terimler ve son derece şiddetli araçlar dışında herhangi bir çözüm bulması düşünülemez. Henüz belirlenmesi gereken soru şudur: bu radikal gerici bir çözümleme mi yoksa radikal devrimci bir çözümleme mi olacak, köleleştirme zincirlerinin güçlendirilmesi anlamına mı gelecek yoksa bu zincirlerin en belirleyici halkalarının parçalanması ve bu tür köleleştirmenin tüm biçimlerinin tamamen ortadan kaldırılmasının gerçekleştirilmesi olasılığının önünün açılması anlamına mı gelecek?

 

Bob Avakian, şu anda doruğa ulaşmakta olan topyekûn çatışmaya doğru giden bu gidişatı sadece tespit etmekle kalmadı. BA, altında yaşadığımız kapitalizm-emperyalizm sisteminde ve binlerce yıllık baskıcı, sınıfsal olarak bölünmüş toplumlarda örülmüş olan güçlü erkek egemenliği ideolojisi ve ataerkil cinsiyet rollerinde kadınların ezilmesinin maddi köklerini derinlemesine analiz etti. BA, on yıllar boyunca bu baskıyı sürekli olarak dile getirmiş ve daha da gelişip biçimlenirken teşhis etmiştir. BA, bu mücadelenin gerçekten nasıl kazanılabileceğine dair stratejik liderlik sağlarken, pek çok kişinin iyi niyetli çabalarının karaya oturmasına neden olan çıkmaz ve yanlış yollara dikkat çekmiştir. Ve BA tüm bunları, insanlığın, burada ve tüm dünyada her türlü sömürü ve baskıyı aşan bir mücadelenin parçası olarak cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelime dayalı tüm baskıları nihayet kökünden söküp atmamızı sağlayacak türden radikal ve kapsamlı bir devrim yapmak için nelerin gerekli olduğuna dair anlayışını geliştirirken yapmıştır.

 

Ancak milyarlarca insan için ölüm kalım meselesi olan bu inanılmaz çalışmayla ilgilenmek yerine, Bob Avakian “yaşlı bir beyaz adam” ve bir komünist olduğu için pek çok kişi bu çalışmayla ilgilenmeyi reddetmiştir.

 

Eğer vahşi bir köleleştirme değil de gerçek bir özgürleşme geleceğine sahip olmak istiyorsak, buna bir son vermeliyiz.

 

Dolayısıyla, hayatınız boyunca “komünist” kelimesi karşısında irkilmek ve eleştirel düşünmekten geri durmak üzere sosyalleştirildiğiniz için bunu görmezden gelme dürtüsüne teslim olmadan önce, bunu yapmanın yalnızca tüm bu baskıyı uygulayan sistem tarafından oyuna getirilmenize izin vermek anlamına geleceğini kabul edin.

 

Ve “yaşlı beyaz bir adamın kadınlar hakkında ‘erkekçe konuşmasını’” duymak istemediğiniz için bunu reddetme dürtüsüne teslim olmadan önce, kadınların itaatkar, uysal ve daha az zeki olmak üzere yaratıldığını iddia etmek ne kadar baskıcı bir yalansa, yaşlı, beyaz ve erkek olduğu için ciddi bir devrimci bilim insanı ve yenilikçinin görüşlerini reddetmek de o kadar zararlıdır.

 

Hakikat hakikattir. Objektif realiteye karşılık gelen şeydir. Ve nasıl özgürleşebileceğimize ışık tutan hakikatler keşfedildiğinde, eğer gerçekten özgürleşmek istiyorsanız herkesin bu hakikatleri benimseme ve onlar için mücadele etme sorumluluğu vardır.

 

Bu Çalışma Göz Ardı Edilmeseydi Nerede Olurduk?

 

Kendinize şunu sorun:

 

BA’nın yukarıdakileri söylemesinden bu yana geçen 40 yıl boyunca daha fazla insan bunları dinlemiş ve tüm yollardan özgürleşmenin tarafını oluşturma mücadelesine katılmış olsaydı bugün nerede olurduk?

 

Demokrat Parti’nin Hristiyan faşist kadın düşmanları ile “ortak zemin” aramaya yönelik ahlaki açıdan savunmacı girişimini takip ederek onlarca yıl kaybetmek yerine, daha fazla insan BA’nın kürtaja yönelik saldırının asla “bebeklerle” ilgili olmadığını, her zaman kadınları kontrol etmek ve köleleştirmekle ilgili olduğunu 80’lerde fark etmesine kulak verseydi nerede olurduk? 2022’de, Yüksek Mahkeme kürtaj haklarını ortadan kaldırmak için harekete geçtiğinde, Bob Avakian’ı takip ettiğim için beni şeytanlaştırarak bu mücadeleye saldırmak yerine, bunu önlemek için büyük bir mücadeleye öncülük etmek için daha fazla insan bana ve diğerlerine katılsaydı nerede olurduk?

 

Bob Avakian’ın, küresel ölçekte sanayileşmiş cinsel köleliğin mantar gibi çoğalmasının yanı sıra, giderek daha şiddetli ve aşağılayıcı pornografinin yaygınlaşmasının, “güçlendirme” olarak yeniden markalaştırılacak veya “sahiplenilmeye” çalışılacak bir şey değil, kadınlara karşı şiddetli bir intikamın parçası olduğunu söyleyen cesur netliğini daha fazla insan dinleseydi nerede olurduk?

 

İnsanlar bu kapitalizm-emperyalizm sisteminin koşulları içinde sıkışıp kalmak yerine, Bob Avakian’ın kadınları tamamen özgürleştirmek ve cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelime dayalı tüm baskılara son vermek için kökten farklı bir üretim tarzı getiren bir devrime ihtiyacımız olduğu yönündeki bilimsel ısrarını dinleselerdi nerede olurduk? Bunu araştırmak için zaman ayırın. Muhtemelen haklı öfkeli kadın protestocuların açtığı pankartı görmüşsünüzdür: “Bu saçmalığı hala protesto etmek zorunda olduğuma inanamıyorum!” BA’nın analizi, neden hala bu saçmalığı protesto etmek zorunda kaldığımızın ve bunun ötesine nasıl geçeceğimizin cevabını veriyor!

 

Daha fazla insan Bob Avakian’ın oluşturduğu yeni komünizmde radikal olarak yeni olan şeylerle ilgilenecek entelektüel merak ve bütünlüğe sahip olsaydı, kadınların ezilmesine karşı mücadeleyi kendi başına ele alma ihtiyacını küçümseyen ve toplumsal cinsiyet ve cinsellik hakkında miadı dolmuş ve baskıcı görüşler içeren komünist harekette uzun süredir devam eden gelenekleri sorgulama ve kırma isteği de dahil olmak üzere, nerede olurduk? Yaptığımız devrimin bütünüyle kurtuluşa doğru ilerlemesini sağlamak için bu baskıya karşı mücadelenin merkeziliğini kavramada daha fazla insan onun atılımlarıyla ciddi bir şekilde ilgilenmiş olsaydı nerede olurduk?

 

Aktarabileceğim çok daha fazla şey var: Bob Avakian’ın kadınların silinmesine karşı sert çıkışları, bu silinmeye yol açan ve bu silinmeyi besleyen rölativist epistemolojiye ve “woke” çılgınlığına karşı mücadeleye öncülük edişi, erkekleri bu mücadeleyi kendi mücadeleleri olarak görmeleri için sürekli olarak zorlayışı, Trump/MAGA faşizmini yenmek için liderlik edişi, devrimin nesiller boyunca olmadığı kadar mümkün olduğu bir dönemde olduğumuzu tespit edişi ve çok daha fazlası.

 

Dünya Kadınlar Günü 2025 İçin Bir Meydan Okuma:

 

Bunun yerine, Bob Avakian’dan ikinci bir alıntı ve ardından bir meydan okuma ile bitireceğim:

Birini hariç tutarak bütün zincirleri kıramazsınız. Hem erkeklerin kadınlar üzerindeki baskısını devam ettirmek isteyip, hem de sömürüden ve baskıdan kurtulmak istediğinizi söyleyemezsiniz. Hem insanlığın yarısını köleleştirip, hem de insanlığı özgürleştirmekten bahsedemezsiniz. Kadınlara yönelik baskı, toplumun efendiler ve köleler, ezenler ve ezilenler şeklinde bölünmüş olmasıyla doğrudan bağlantılıdır ve tüm bu koşullara son vermeden kadınların kurtuluşu imkansızdır. Kadınlar yalnızca devrim yaparken değil, bu devrimin tamamında muazzam bir rol oynayacaktır. Proleter devrimin sağlam bir gücü olarak kadınların öfkesi tamamen açığa çıkarılmalıdır.

                                                                                                     -BAsics, 3:22

 

Dünya Kadınlar Günü olan 8 Mart 2025’e yaklaşırken, kadınların köleleştirilmesi ve LGBT nefreti güçleri bu gezegendeki her kadının ve toplumsal cinsiyete uymayan her bireyin ensesinde soluk alıp veriyor ve yine de insanlık tarihindeki en radikal ve özgürleştirici devrim olasılığı, eğer bunu öğrenmeye ve bunun için savaşmaya cesaret edebilirsek, hiç olmadığı kadar büyük. Her türlü temelsiz önyargıyı bir kenara bırakıp, insanlığın sahip olduğu için şanslı olduğu bu ileri görüşlü, son derece bilimsel, büyük yürekli devrimci liderle ciddi ve açık fikirli bir şekilde ilgilenmenin zamanı gelmedi mi?




Suriye’de Alevi Halkına Yönelik Saldırılara İlişkin

Suriye’de Alevi halkın yoğun yaşadığı bölgelerde dün başlayan saldırılar münferit olmanın ötesinde cihatçılar tarafından tertip edilmiş örgütlü saldırılardır. Bu saldırılar niteliği itibariyle soykırımcı bir mantık taşımaktadırlar. Gerici Esad rejiminin devrilmesi ve cihatçı HTŞ’nin iktidara gelmesiyle beraber HTŞ’nin kontrol altına aldığı veya almaya çalıştığı bölgelerde başta Aleviler olmak üzere azınlık halklar ağır bir baskı politikasına maruz bırakılmışlardır. Cihatçıların saldırıları ve yargısız infazları eski rejimin devrilmesiyle başlamış olsa bile dün başlayan katliamlar niteliksel olarak yeni bir aşamaya işaret etmektedir.

Takım elbiseli cihatçı Colani yönetiminin katliamları meşrulaştırmak için arkasına sığındığı yalan ise Esad artıklarını bastırdıkları olmuştur. Colani cephesinin bu yalanına Türkiye’deki faşist rejimde Suriye’nin “güvenliği” diyerek ortak olmuştur. Nitekim azınlık halkların ve Sünni inancı dışındaki diğer inançların bastırılması Türkiye Cumhuriyetinin kurucu kodlarından birisidir.

Colani cephesi bir yandan takım elbiseleriyle Batıya ve Körfeze ılımlı İslam pozları keserken bir yandan da bütün bir örgütünü seferber ettikleri cihatçı ideolojinin keskin çelişkisini yaşamaktadır. Nitekim Suriye özellikle Deaş döneminin başlamasıyla birlikte dünyanın dört bir yanındaki kökten dinci cihatçıların bir anlamda siyasi merkezine dönüşmüştür. Orta Asya’dan Kafkaslara ve Avrupa’ya geniş bir coğrafyadan gelen bu taban ve örgütlendikleri ideoloji Colani ve yönetiminin sözde ılımlılığın gerçek yüzüdür.

Öncelikli olarak Alevi halkın katliamına ses çıkarmak, bunu kabul etmemek ve ezilen halkların meşru savunma haklarını desteklemek ve maruz kaldıkları baskıya karşı mücadele etmek çok önemlidir. Bu mücadele aynı zamanda Ortadoğu üzerine bir karabasan misali çöken kökten dinci İslamcı ideolojiye karşı da keskin bir siyasi mücadeleyi gerekli kılar. Bu ideolojinin başta Suriye olmak üzere bölge ülkelerinde serpilip gelişmesinde vekil güçleri ve bizatihi desteğiyle yardımcı olmuş olan Erdoğan’ın İslamcı-Türkçü faşist rejiminin de bütünlüklü teşhiri bu mücadelenin önemli bir ayağıdır.

Alevilere yönelik soykırımcı politikaların ve saldırıların karşısında duralım!

 İslami köktendinciliğe karşı mücadeleyi büyütelim!




8 Mart’a Giderken

 

Dünyada yükselen faşizm dalgası içinde iç cephesini tahkim eden rejim, “aile içindeki birlik ve beraberliğin korunması” çağrısıyla kadınları ve çocukları erkeğin koruması ve kollaması altında mülkiyet ilişkisi içinde baskı altına alan aile yapısını daha da güçlendirmek için bu yılı “Aile Yılı” ilan etti. Yükselen kadın ve LGBTİ+ mücadelesini tehdit görüp her fırsatta bastırmaya çalışan erkek devlet, “mevcut riskler karşısında ailenin topyekûn desteklenmesi” için evliliğin ve doğurganlığın artması yönünde teşviklerde bulunuyor. Kadını ailenin dört duvarı içinde sınırlamak isteyen sosyal politikalar, kadın mücadelesinin kazanımlara saldırarak kadın bedeni üzerindeki denetimi artırıyor.

Savaş çığırtkanlığı ve yükselen militarizm her anlamda erilliği yüceltiyor, erkek egemenliğini perçinliyor. Vatanı dişil olarak gören patriyarkal mantık, askerliği “vatan savunması” için bir “namus” görevi olarak zorunlu kılıyor. İdeolojik olarak kadın bedenine hâkim olma mantığı içeren savaş, fiilen de en çok kadınlara, LGBTİ+’lara ve “tam erkek” olarak görmediği savaş karşıtı vicdani retçilere saldırıyor. Devlet, kadınlara erkek çocuk doğurma ve yetiştirme görevi veriyor, “asker annesi”, “şehit annesi” ya da eşi rolü biçiyor.

“Asker millet” anlayışıyla bebekten savaş makinesi yaratan faşist devletin ordusuna asker olacak çocuklar doğurup yetiştirmeyi reddediyoruz!

Kapitalizmin çoklu krizlerden geçtiği bu dönemde, toplumun sosyal yeniden üretimi için kadınların omuzlarına daha fazla yük bindiriliyor. Derinleşen ekonomik koşullarda artan yoksulluk içinde kadınların, “yoktan var ederek” diğer aile üyelerini besleyip büyütmesi bekleniyor. Kadınlar, kendileri daha da yoksullaşarak; yeme, içme ve sağlık harcaması gibi temel ihtiyaçlarından kısarak sistemin yeni işçileri olarak çocuklar yetiştiriyor, ertesi gün işe gidebilmesi için ise eşlerinin duygusal ve cinsel ihtiyaçlarına karşılık vermesi bekleniyor. Kadınlardan, deprem koşullarında bile kendi acısını unutup ailesinin ihtiyaçları için artık olmayan ev koşullarını yaratması ve bakım sağlaması bekleniyor. Eş, çocuk ve evdeki yaşlıların her türlü bakımına koşan, “fedakâr eş”, “kutsal anne” olarak yalnızca aile sınırları içinde görev biçilen kadının ücretsiz ve görünmeyen emeğiyle toplumun sosyal yeniden üretimi ve kapitalist-emperyalist sistemin çarklarının daha iyi dönmesi sağlanıyor. Ücretli emek gücü olarak çalıştığı zaman da “kadın işi” olarak görülen bakım işlerinde de toplumun yeniden üretimi için emek vermeye devam eden kadınlar, eşit işe eşit ücret alamayarak piyasa koşullarında da sömürülmeye devam ediyor.

Ucuz iş gücü olarak yeni nesiller yetiştirmeyi, emeğimizin her alanda sömürülmesini ve krizin faturasını görünmeyen bakım emeğimizle daha da üstlenmeyi kabul etmiyoruz!

Kadına yönelik fiziksel, psikolojik, cinsel her türlü şiddete karşı mücadele eden ve her gün kadın cinayetleriyle bir kişi daha eksilmeyi kabul etmeyen, özgürlük mücadelesini yükselten kadınlara “sürtük” diyerek saldıran devlet aklı, ataerkil mantığın meclisteki yansımasını Kadına Yönelik Şiddeti Önleme Komisyonu’nda bile göstermektedir. Bu komisyonda, kadına şiddeti meşrulaştırmaya çalışan söylemlerle kendini belli eden erkek egemen zihniyet, gündüz kuşağı programlarıyla da paralel bir propaganda yürütmektedir. Bu programlar, evde çalışmadığı varsayılan kadınların izlemesi için hazırlanmakta ve aile kurumunun baskıcı yapısını yeniden üretmek için bir araç olarak kullanılmaktadır.

Erkek şiddetini üreten hiçbir ilişki biçimi içinde tahakkümü kabul etmiyoruz, susmuyoruz, biat etmiyoruz!

LGBTİ+’ları hedef alan yeni kanun teklifiyle, queerlerin varlığını kabul etmeyen rejim, LGBTİ+ olmayı kriminalize etmenin yasal dayanağını oluşturarak, queerlerin daha fazla şiddete açık hale gelmesinin ve izolasyona zorlanmasının yolunu açıyor. LGBTİ+’ların cinsiyet kimlikleri ve cinsel yönelimleriyle bir hayat sürdürebilmeleri suç kapsamına alınıyor. Cinsiyet uyum operasyonları için yaş sınırının artırılması, Sağlık Bakanlığı onaylı sağlık raporunun zorunlu tutulması, izinsiz yapılan operasyonların 3 ila 7 yıl hapis ve adli para cezası ile cezalandırılması, yurt dışında operasyon geçiren trans bireylerin Türkiye’de cinsiyetlerinin tanınmaması gibi yasa maddeleri, trans cinayetlerinin bu kadar yüksek olduğu bir ülkede baskıyı yasal olarak da meşru kılacak bir saldırıdır. “Biyolojik cinsiyet” dışında LGBTİ+ ifade biçimlerinin “hayasızlık” olarak tanımlanması ve cezalandırılması, queerlerin toplumsal varlığına yönelik açık bir saldırıdır.

Toplumsal cinsiyet normlarının baskıcı bütün yapılarına karşı yükselen ve her geçen gün faşist rejim tarafından daha çok baskı altına alınan kadın ve LGBTİ+ mücadelesi devrimci mücadelenin temel bir parçasıdır.

Ekonomik, sosyal, politik, ideolojik ve kültürel yaşamda ataerkil baskının her türlüsünü reddediyoruz!

Binlerce yıl önce toplumun sömürücü sınıflara bölünmesiyle ortaya çıkan ve bugün de kapitalist-emperyalist sistemin merkezinde yer alan toplumsal cinsiyet normlarına karşı yükselen kadın ve LGBTİ+ mücadelesi, devrimci mücadelenin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu mücadele, kapitalist sistemi yıkmayı ve tüm sömürü ve baskı biçimlerini ortadan kaldırmayı hedefleyen, toplumu ve dünyayı kökten dönüştürme mücadelesidir. Bu sistemin reforme edilmesi mümkün değildir. Sadece devrim; bir dünya savaşını engelleyebilir, küresel sömürü ve baskıyı ortadan kaldırabilir ve patriyarkayı, kadın ve LGBTQ+ düşmanlığını sona erdirebilir.

 




Kadınların Kurtuluşu İçin Mücadelenin Stratejik Önemi

Editörün Notu: Okumakta olduğunuz makale, Bob Avakian’ın Yeni Komünizm kitabından alınmıştır.  Eserin tamamına şu linkten ulaşabilirsiniz: http://elyayinlari.com/kitap-magazasi/yeni-komunizm/


Kadınların ezilmesi ve onların kurtuluşu için verilen mücadele, tüm boyutlarıyla, hem bu ülke içinde hem de bir bütün olarak dünyada stratejik bir sorun olarak, her türlü baskı ve sömürünün kökünü kazıma ve bütün insanlığın kurtuluşu için yürütülen genel mücadelede hayati bir önem oynayabilecek ve oynaması gereken bir şey olarak görülmelidir. Bundan BAsics 3:22’de bahsedilmektedir1 ve Çözülmemiş Çelişkiler, Devrimin İtici Güçleri metninin 3. Kısmında daha kapsamlı bir şekilde ortaya konulmuştur. 2

Bu metinde söylenen şey, günümüzün dünyasında önümüzde duran bir şeyin, kadınların ezilmesine bağlı olan çelişkilerin giderek daha fazla telaffuz edilir ve giderek keskin hale gelmesi olduğudur. Bu kısmen, küreselleşmiş kapitalizmin işleyiş biçiminden kaynaklıdır. Bunu şöyle ifade edelim: Dünyanın pek çok kısmında proletaryanın sömürülmesi çok önemli bir düzeyde, kadınların sömürülmesidir. Bütünüyle böyle değilse de, çok önemli bir düzeyde böyledir.

Bu durum, kadınların ezilmesinin geleneksel biçimlerinden bazılarıyla çatışan bir nesnel faktördür. Dünyadaki köktendinci güçler, çekirdekleri itibariyle gerici, katı patriyarkal güçlerdir; eğer onları tanımlayacak bir şey varsa öncelikle budur. Ve bu gerici köktenciliğin bu denli büyük bir olgu haline gelmesinin sebeplerinden biri, giderek daha fazla sayıda kadının dışarıya çıkması ve önemli bir kısmının proleterler olarak sömürülmesiyle, koşullarda meydana gelen çarpıcı değişimdir. Üçüncü Dünya’daki pek çok ülkede köylülüğün önemli bir bölümü yerinden sökülmüş, kentlerdeki gecekondu mahallelerine fırlatılmıştır. Burada da Devrim Yapmak ve İnsanlığı Kurtarmak’ın 2. kısmının başındaki altı paragrafta vurgulanan şey devreye girer: Sistemin işleyişinin sonucu olarak neyin geleceği ve öteki sınıf güçlerinin ne yapacağı da dahil olmak üzere, dünyada olan farklı şeylerden kaynaklanacak olanların hepsini bilemezsiniz -bunun yol açabileceği değişimleri tam olarak öngöremezsiniz- ancak öteki sınıf güçlerinin durumun üzerinde çalışırken ne yaptığı da dahil olmak üzere tüm bunların üzerinde çalışmanız gerekir. Pek çok Üçüncü Dünya ülkesinde daha geniş orta sınıf güçlerin oluşması bile -Çin’de, Hindistan’da veya başka yerlerde, hatta emperyalizmin bu denli yağmaladığı pek çok Afrika ülkesinde bile halen orta sınıflar, birkaç on yıl önce olmayan bir biçimde gelişiyor- kendi başına çelişkilidir. Bu durum bir yandan, komünist devrim açısından bir soruna sebep olmaktadır. Orta sınıfları, en azından kayda değer bir derecede kazanmamız gerekir, ama lanet olsun ki bu kısa vadede gerçek bir sorun olabilir! Söylediklerimin ruhunu anlıyorsunuz. Her durumda, pek çok Üçüncü Dünya ülkesinde orta tabakanın kayda değer düzeyde büyümesi meselesi çelişkilidir ve bu sadece genel anlamda değil, aynı zamanda daha özel olarak kadın sorunuyla ilgili olarak da böyledir, zira örneğin orta tabakada çok daha fazla eğitimli kadın olacaktır ve bu, kadınların ezildiği pek çok geleneksel biçimle keskin bir şekilde çatışan bir durumdur. Hindistan’daki toplu tecavüzler gibi korkunç şeylerin veya başka korkunçlukların nedenlerinden biri, bu değişimlerin özel olarak ataerkil baskı da dahil olmak üzere geleneksel baskı biçimlerinin altını oyması ve bunlara meydan okumasıdır. Fakat herhangi türden bir devrimci dönüşüm olmamıştır. Bu yüzden, bu mesele son derece patlamaya hazır bir duruma yol açmaktadır.

Ardından bu ülkenin içine bakabilirsiniz: ekonominin değişen doğasıyla, çok sayıda kadının daha düşük tabakalarda, daha düşük ücretli işlerde çalışmasıyla beraber, daha da fazla sayıda kadın profesyonelin, orta sınıftan bizzat çalışan kadının, üniversite mezunu kadının vb. olduğuna işaret edildi. Bu türden şeyler birkaç on yıl öncesine göre büyük ölçüde farklıdır. Ve bunun da çok çelişkili sonuçları vardır. Bir yanda, bütün bu kişisel güçlenme ve “kendi girişimime başlayayım, yahut bir işletmede yönetici pozisyonuna gelip erkekler kadar zalim olmanın nasıl olduğunu öğreneyim” diyen kadınlar var. Diğer yanda ise bu durum bu ülke de dahil olmak üzere geleneksel ilişkilerle çarpışıyor ve bütün bu köktenci deliliğin, bu örnekte Hıristiyan faşist köktenciliğin ortaya çıkmasında önemli bir rol oynuyor. Örneğin kürtaj hakkına yönelik saldırıyı bir düşünün. Tabii bundan bahsederken, gerçekten vurgulamamız gereken bir şey de var: bu ortaçağ fanatikleri kürtaja karşı çıktıkları gibi, doğrudan doğruya doğum kontrolüne de karşı çıkıyor. Daha arka planda kalan, ama gerçekten önemli olan bu örnek, burada gerçekte söz konusu olanın ne olduğunu gayet iyi ortaya koyuyor. Bu nokta daha önce belirtilmişti, ama ben doğum kontrolüne ve kürtaja karşı olmanın “bebeklerin öldürülmesiyle” kesinlikle ilgili olmadığını, bunun kadınların tâbi kılınması ve onlara kuluçka makineleri ve cinsel objeler olarak bakılmasıyla ilgili olduğunu keskin bir şekilde ortaya koyduğunu dikkatinize sunmak istiyorum.

Fakat buradaki esas noktaya dönmek gerekirse, özel olarak kadınları etkileyen ve kadınların ezilmesinin geleneksel biçimlerine karşı olan önemli toplumsal değişimler arasındaki çelişkiler keskin bir ifade bulmaktadır; ve bu sorun kadınların ezilmesi ve kurtuluşları için mücadele sorunu- nesnel olarak kendini, çok daha fazla ifade edilen bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu meselenin çok daha büyük çapta, proleter devrimin önemli bir parçası olarak ele alınması gerekir: kendi başına önemli bir mücadele olduğu gibi, aynı zamanda, temel anlamda, nihai amacı hiçbir baskı ve sömürü biçiminin olmadığı komünist bir dünya olan komünist devrimin hayati bir parçası olarak ele alınması gerekir.

Dünya çapında ve bu ülkede kadınlara yapılan muameleye bir bakın. Bu ülkede devamlı olarak kadınların alçaltılmasıyla karşı karşıya kalmadan yaşayamazsınız. Yaygın cinsel saldırılara ve kadınların cinsel yönden alçaltılmasına, yahut ne zaman çocuk sahibi olacaklarını, hatta olup olmayacaklarını belirleme hakkı gibi temel bir şeye yönelik saldırılara ilave olarak, çocuk yetiştirmeye bakın. Değişimlerin meydana gelmesi, bu ülkede çok sayıda bekar kadının da doğum yapması sonucunda, bu durumlarda çocuk bakımının sorumluluğunu kimin alacağı açıktır. Bir koca ile eşinin olduğu aileler içinde de halen büyük çoğunlukla çocuklarla ve ev işleriyle ilgilenenler, çoğu aynı zamanda evin dışında da çalışan kadınlardır. Bu yalnızca yüzeysel bir olgu, yahut salt geçmişteki aile ilişkilerinin bir “kalıntısı” değildir; üretim tarzıyla ilgili meseleye geri dönerek belirtmek gerekirse, bu durum kökleri, meta haline getirilen emek gücünün başka sermayelerle rekabette sermaye biriktirmenin aracı olduğu meta üretimi ve değişimi ilişkisinden doğan ve derinlere kök salmış ataerkil ilişkilerde yatmaktadır ve genel olarak bu ilişkilerin parçasıdır. Bütün bunların bu sistem içindeki varlığı tesadüfi değildir. Bu sistem içindeki reformlarla veya daha “aydın insanların” otorite mevkilerine gelmesiyle ortadan kaldırılamaz. Bu sistemin temel ilişkilerine ve dinamiklerine dair bilimsel bir tahlil, kadınların ezilmesinin bu sistem içinde neden ortadan kaldırılamayacağını güçlü bir şekilde gösterecektir.

Birkaç düşünce deneyi, bu temel noktanın görülmesini sağlamaya yardımcı olabilir. Bu sistem altında geleneksel aileyi ortadan kaldırabilir misiniz? Ve eğer bu aileyi ortadan kaldırırsanız, özel mülkiyetin mirası gibi şeylerle nasıl baş edeceksiniz? Yahut aileyi korurken bu sistem altında kadınların ezilmesine nasıl son vereceksiniz? Bunlar kendi kendimize boğuşmamız gereken, ama aynı zamanda başkalarına da sormamız gereken sorulardır. Eğer bu baskıları sonlandırma konusunda ciddiyseniz, bunları bu sistem altında yapıp yapamayacağınızı konuşalım. Gerçeklik şu ki, yapamazsınız. Fakat bunu salt söylemek ve bir dogma gibi ortaya koymak yerine, onları ihtiyaç duyduğumuz genel devrimde öne çıkarmamızın hayati bir parçası olarak çok daha fazla insanı bu anlayışa kazanabilmemizi sağlayacak gerekli zemini elde edebilmemiz için, bunun gerçekten neden böyle olduğunu kavrayacak şekilde çalışmamız gerekir.

Bu sorunu bir kenara itmeye çalışacak, yahut onu tali bir yere yerleştirecek bir komünist devrim olmayacaktır. Bunun yalnızca bir manevi kanaat olarak değil -ki böyle de olması gerekir- aynı zamanda stratejik düşünceler olarak anlaşılması gerekir. Elbette kadınların kurtuluşunun önemli bir boyut olmadığı bir devrim amacı olmamalıdır, ama bunun ötesinde, bu hiçbir durumda mümkün de değildir: bu noktayı yaptığınız her şeyin ön sıralarına yerleştirmeden komünist devrim yoluna ciddi bir şekilde giremezsiniz.

Yine bu noktada da, popülizmin veya yüzeysel bir olgunun peşinden gitmiyoruz. Herhangi bir verili zamanda insanların ne düşündüğüne veya ne yaptığına göre hareket etmiyoruz. Kadınların ezilmesinin çok derin bir unsuru olduğu bu sistemin temelindeki çok derinlere kök salmış çelişkilere bakarak ve onları tahlil ederek hareket ediyoruz. Tam içinde bulunduğumuz anda, bu çelişkinin etrafında olması gereken türden bir kitle devinimi ve mücadelesi yok. Ancak bu, bunun derinlere yerleşmiş bir çelişki olmadığı anlamına gelmez. Bunun anlamı, ihtiyaç duyulan türden kitle mücadelesinin etrafında şekilleneceği başka çelişkilerin de olduğu ve bunların da nihai amacı komünizm olan genel devrimci mücadeleye bağlanması gerektiğidir. Bu stratejik açıdan çok elverişlidir. Kısa vadede elverişsiz olan boyutları bulunan pek çok çelişkiye bağlıdır, ama genel ve stratejik açıdan çok elverişlidir. Eğer toplumda, nefes alma ve insan gibi yaşama temel ihtiyacını yalnızca komünist devrimle sağlayabilecek bir gruptan bahsedecekseniz, bunun kadın kitleleri kadar geçerli olduğu bir başka grup yoktur.


1  BAsics 3:22 “Bir tanesi hariç tutarak bütün zincirleri kıramazsınız. Erkeklerin kadınlar üzerindeki baskısını sürdürmek istiyorsanız, sömürü ve baskıdan kurtulmak istediğinizi söyleyemezsiniz. Bir yarıyı diğer yarıya köle halde tutarak insanlığı kurtarmak istediğinizi söyleyemezsiniz. Kadınların ezilmesi bütünüyle, toplumun efendiler ve köleler, sömürücüler ve sömürülenler arasında bölünmesine bağlıdır ve bu türden koşulların sonlandırılması, kadınların tam kurtuluşu olmadan imkansızdır. İşte tüm bu nedenlerden ötürü kadınlar, yalnızca devrim yapmakta değil, aynı zamanda tam manasıyla bir devrimin olmasını sağlamada muazzam bir role sahiptir. Kadınların öfkesi, proleter devrim için kuvvetli bir güç olarak açığa çıkarılabilir ve çıkarılmalıdır.” BAsicsBob Avakian’ın Konuşma ve Yazılarından.

2  Bob Avakian, Çözülmemiş Çelişkiler, Devrimin İtici Güçleri, 2009 sonbaharında yapılan bir konuşmanın yayına hazırlanmış bant çözümü. revcom.us sitesinde mevcut.