PKK’nin Feshi, Yeni Zorluklar ve İhtiyaç Duyduğumuz Meydan Okuma
Abdullah Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” ile PKK’ye yönelik örgütün feshi ve silah bırakma çağrısı, beklenildiği üzere karşılık buldu. PKK 5-7 Mayıs’da yapmış olduğu 12. Kongresinde “PKK’nin örgütsel yapısının feshedilmesi ve silahlı mücadele yöntemini sonlandırması” kararlarını açıklamış oldu. Bu açıklamada her ne kadar mücadelenin “yeni biçimde” sürdürüleceğine yönelik ibareler olsa bile, PKK’nin silah bırakması ve kendini feshetmesi sıradan bir durum değildir. Bu yeni durumun hem Ortadoğu’da hem de Türkiye/Kuzey Kürdistan’da ağır etkileri olacağı açıktır.
Egemenlerde bayram havası
PKK’nin fesih açıklamasından sonra Erdoğan, “terörsüz Türkiye sürecinde bugün kritik bir eşiği daha açtık” vurgusunu yaptı. Aslında yürüttükleri süreci başından itibaren Kürt sorunu olarak değil de “terör” sorunu olarak gördüklerini belirtmiş oldu. Zaten Erdoğan “Dolmabahçe mutabakatından” beri, “Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır” diyordu. PKK’yi bir “terör” sorunu bağlamında ele aldığı için, kendi mantığınca “örgütün tüm uzantılarını da kapsayan bir karar olarak değerlendiriyoruz” ibaresini eklemeyi de unutmadı. Ve böylece Kürtlerin Rojava’daki statülerini tanımadıklarını ve bu feshin Suriye’yi kapsaması gerektiğini bir kez daha vurgulamış oldu.
Hakim sınıfların “sol” yamalı ve sözde muhalefet partisi ise PKK’nin fesih kararını heyecanla karşıladı. CHP bu sürecin “yasal güvencelerle” ilerletilmesi için meclisi adres gösterdi. CHP böylece hem PKK’den kurtulmanın mutluluğunu yaşamak hem de meclis altında bir “yol haritası” belirlemek istiyor. Bunu talep etmelerinde iki ana yön ön plana çıkıyor. CHP Erdoğan’ın izlemiş olduğu “terörsüz Türkiye” uygulamasına tam olarak güvenmiyor ve bu sürecin “kazasız” işleyebilmesi için rol almak istiyor. Aynı zamanda Erdoğan’ın bu “başarıdan” tek başına nemalanmasını ve Kürtlerle zayıflamış olan bağlarının yeniden güçlenmesini istemiyor. 2024 Yerel Yönetim Seçimleri’nde uyguladıkları “taban ittifakının” çatırdamaması için, temel Kürt kitlelerinin güçlü desteğine hala ihtiyaçları var.
Yeni Ortadoğu koşullarında yeni zorluklar
Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”nın kamuoyuyla paylaşılmasının hemen akabinde, Kürt hareketinin nasıl bu noktaya geldiğine dair bir makale paylaşmıştık. Bu makalede ele aldığımız temel husus, Kürt hareketinin izlemiş olduğu bu tasfiyeci sürecin aslında son 30 yıllık izledikleri siyasi çizginin “öz olarak aynı ama nitelik olarak farklı” bir biçimi olduğunu vurguladık. Ve Kürt hareketinin bu noktaya gelmesinin temel nedenini kendini sözde sosyalist nitelendiren hatta devrimci olduklarını söyleyen ama Türk şovenizmin zehirli etkisinden kurtulamayanların iddia ettikleri “Öcalan’ın tek adam olduğu”, “hareketi sattığı” ya da “Ulusal hareketler zaten böyledir” gibi siyasi analiz yerine ontolojik olarak “kötü” olduğu saçlamalıklarının aksine, Kürt hareketini ortaya çıkaran dünya koşulları, bu koşulların nasıl negatif değiştiği ve dolayısıyla Kürt hareketini de değiştirdiği ve Ortadoğu’da “Arap Baharın”dan beri karşı karşıya oldukları yeni zorunluluklar olduğuna dair görüşlerimizi paylaşmıştık:
“Türk hakim sınıfları, Ortadoğu da ortaya çıkan bu yeni koşullarda – İsrail’in bölgesel terör estirerek bölgeyi kendi lehine destabilize etme girişimleri, Direniş Ekseninin parçalanması ve zayıflaması, İran’a yönelik bir savaş ihtimalinin günbegün güçlenmesi, Suriye’de bir türlü konsensüsün kurulamaması- Suriye’de Kürtlere verilebilecek statünün engellenmesi ya da en kötü ihtimalle sınırlanması ve ilerleyen süreçlerde bastırılma ihtimalinin el altında tutulması için “içeride ve dışarıda tek vücut Türkiye” planını devreye sokmuştur. Bahçeli geçtiğimiz Ekim ayında, bu yaklaşımı “iç cepheyi tahkim etmek” olarak nitelendirmişti. PKK ile Türk devleti arasında gerçekleşmekte olan “barış sürecinin” itici gücü de budur.
…bu çağrı Kürt hareketinin 1990’lardan beri izlediği, yeni dünya nizamı içerisinde yolunu aramasının ve varlığını yeni koşullara göre devam ettirmesine yönelik siyasi çizginin temsilidir. Ve görüldüğü üzere hareketin legalist reformist temsilcilerinden yurtdışı ayağına ve oradan da silahlı mücadele yürüten kanadına kadar tüm kesimleri, bu çağrının arkasındadır.”
Akılda tutulması gereken diğer bir husus ise, “iç cephenin tahkiminin” ancak Erdoğan’ın temsil ettiği rejim ile yapılabileceği vurgusudur. O yüzden “yeni paradigma” da arka ses olarak kulakları rahatsız edici şekilde gıcırdatan yeni anayasa tartışmaları, Erdoğan’ın yeniden adaylığı, spekülatif bir tartışma olarak görülmemelidir.
Kürt hareketi, ortaya çıkan bu yeni koşullarda büyük zorluklarla karşı karşıya kalmışken, Türk hakim sınıfları açısından da durum çok farklı değil -onlar için de bahçe güllük, gülistanlık değil. Türk hakim sınıfları Kürtlerin Kürdistan’ın hiçbir coğrafyasında kendi lehine bir statü almasını kabul etmedi. Irak işgali sonrasında Güney Kürdistan’ın federatif bir yapıya kavuşması ve ardından Bağdat’ta önemli bir aktöre dönüşmesini kesinlikle reddettiler. AKP de bu süreçte Kürt federatif yapısını tanımadıklarını ifade etti. Ne zamanki Güneyli Kürtler, AKP’nin iktidar mücadelesinde “elverişli” bir pozisyona geldi, o zaman “resmi ilişkiler” kurulmaya başlandı. Ama yine de AKP -ve genel olarak Türk hakim sınıfları- Güneyli Kürtlerin bağımsızlık referandum sonuçlarını tanımadılar ve bağımsızlığın bastırılması için Arap şovenizmini -tabii İran’ı da yanlarına alarak- güçlendirmek için ellerinden geleni yaptılar.
Erdoğan için ise Rojava daha istenilmez durumdadır. Çünkü Rojava’daki Kürt güçleri Öcalan’ın ideolojik ve siyasi etkisi altındadır. Ve burada Kürtlerin herhangi bir statü alması olasılığı Kuzey Kürdistan’daki Kürtleri de etkileyebilir ve Ortadoğu’nun daha fazla karışması durumunda -İran’a askeri müdahale, Lübnan’ın bir bölümünün İsrail tarafından işgali gibi- destabilize olmuş bir bölgede, TC’nin “sınırları” tehlikeye girebilir. O yüzden Devlet Bahçeli’nin söylediği “iç cepheyi tahkim” edebilmek üzere “eşit yurttaşlık” hususu yeniden gündeme gelmiştir. Bir önceki yazımızda bunlara açıklık getirmiştik:
“Erdoğan, Rojava’da Batılı güçler garantörlüğünde Kürtlere verilebilecek olan statüden oldukça rahatsızlık duymaktadır. Zira Kürtler burada bir statü alırlarsa, Kuzey Kürdistan’daki Kürt kitlelerini moralize edebilir, harekete geçirebilir ve destabilize olmuş Ortadoğu koşullarında Türkiye’ye yönelik bir “güvenlik tehdidi” oluşturabilir. O yüzden Erdoğan, Rojava da Kürtlere verilecek olan statünün niteliğinde bir belirleyen olmak istiyor ve bunun için “eşit yurttaşlık” kartını oynuyor.”
Evet Erdoğan sadece Türkiye’deki Kürtlerin üzerinde baskı uygulamıyor, Rojava’daki Kürtler üzerinde de bir belirleyen olabilmek için tüm düğmelere basıyor. “Suriye’nin birlik ve beraberliği için” cihatçı faşist HTŞ’nin uluslararası tanınırlığı için elinden geleni yapıyor. Suriye’de yeni bir rejimin güçlü bir şekilde inşası için rol oynamak istiyor. Bunu hem Kürtleri baskı altında tutmak aynı zamanda kendi İslamcı emellerini gerçekleştirmek için istiyor. Beri yandan ise Türkiye bir ABD, Fransa ve İsrail değil, bölgede bir güç olsa bile, esasta büyük emperyalistler arasındaki çelişkilerden faydalanarak yolunu bulmaya çalışıyor. Batılı güçlerse Şam’ı kontrol altında tutabilmek için Kürtlerin bölgede daha büyük bir güç olmasını istiyor ve “tek alternatifle” yol alarak kendi emellerini riske atmak istemiyorlar. Özellikle İsrail’in “Kürt sevgisi”, siyasal İslama karşı bir olası “müttefik” olmasından ötürü “kabarmış” durumdadır. İsrail’in “Kürtleri yeniden keşfi”, ABD-Kürt ilişkilerinde de bir faktör olarak kendisini gösteriyor.
Bağımsız Kürdistan’dan “eşit yurttaşlığa”
Daha önceden de söylediğimiz üzere:
“PKK 1978’de kuruldu. Kurulduğu yıllarda her ne kadar iki büyük sosyalist devlette -Sovyetler ve Çin- kapitalist restorasyon gerçekleşmiş olsa bile, dünya çapında ezilen halk kitleleri içerisinde devrimci komünizmin etkisi hala önemli bir düzeydeydi. PKK’de bu siyasi iklimden etkilenmiş, ulusal devrimci bir programla, “bağımsız, sosyalist Kürdistan” mottosuyla hareket etmişti. PKK bir yandan gerici faşist devlete büyük darbeler indiriyor diğer yandan ise ezilen Kürt köylüleri içerisinde taban buluyordu. Köylü kitlelere yaslanması durumu PKK’ye kerhen anti-feodal bir nitelik de veriyordu. Bölgede hem feodalizm altında inliyen hem de ağır Türk şovenizmine maruz kalan yüz binlerce insan, PKK’nin izlediği siyasi çizgiye sempati duymaya başladı.”
PKK ilk çıkışında kendilerini Marksist-Leninist -ki bazı kurucu kadroları önemli orada Mao’nun Yeni Demokratik Devriminden etkileniyor ve bu tezlere referans veriyorlardı- olarak nitelendirseler bile, esasta ulusal nitelikli bir devrimci hareketti. Dünyadaki gelişmelere bağlı olarak -devrimci komünizmin gerileyişi, Sovyetlerin çöküşü ve Bob Avakian’ın ifade ettiği “felaket yılları- devrimci ulusal çizgisi, reformcu bir ulusal çizgiye dönüştü ve radikal köklü bir çözüm yerine gericilerin kendi aralarındaki çelişkilerinden de faydalanarak, Kürt ulusunun bazı temel demokratik taleplerini gerçekleştirme yoluna girdi. Özellikle de son 20 yılda, parlamenter mücadeleye hız verdi, silahlı kanadını ise, “siyasetin dili konuşmazsa, silahların dili konuşur” gibi tamamen liberal yaklaşımlarla parlamenter siyasal atmosferi güçlendirmek için sahaya sürdü.
2014’de PKK ile AKP arasındaki barış görüşmelerinin son bulması akabinde, savaş daha da güçlendi. Devlet tüm gücüyle PKK’ye saldırdı. PKK’nin legalist tüm kurumları üzerinde “devletin gücü” gösterildi. Yüzlerce Kürt katledildi, on binlercesi yerinden edildi ve binlercesi hapse atıldı. Legalist Kürt hareketinin neredeyse tüm belediye başkanları görevden alındı, tutuklandı. Milletvekillerinin dokunulmazlığı düşürüldü, parti başkanları hiçbiri adil olmayan yargılamalarla hapse atıldı. PKK, Kürt kitlelerini harekete geçirmekte zorluk çekmeye başladı. Silahlı güçleri daha da zayıfladı. Bunda iki faktör ön plana çıktı; birincisi, PKK son 30 yıldır kendi kitlesini devrimci ulusalcı temelde değil de reform temelinde örgütlemesinden ötürüydü. Kitlesi öyle bir hale geldi ki, PKK tarafından Kürdistan’da yapılan kimi “demokratik özerklik” ilanları, istenilen desteği görmedi ve devlet tarafından hunharca bastırıldı. Çünkü kitlelerin hazırlığı zaten bağımsızlığa yönelik değildi, esasta reform temelliydi. İkincisi ise TSK’nın Kuzey Kürdistan’da etkisini artan oranda artırması, gayri nizami harpte önemli olan kitle desteğinin kırsal alanda neredeyse sökülüp atılmış olması ve kimi teknolojik ilerlemelerle gerilla savaşının birkaç bölgeye sıkıştırılmış olması, PKK’de de şimdiye kadar işleri götürmüş olduğu şekilde götüremeyeceği fikrini güçlendirmiş oldu.
Bir diğer önemli husus ise PKK için Rojava’daki statünün “ne pahasına olursa olsun” korunması zorunluluğudur. Hatırlanırsa, bir önceki “barış süreci” hem Öcalan’ın hem de Erdoğan’ın “kırmızı çizgileri” yüzünden sonlanmış olmasındaki büyük pay Rojavadır. Öcalan, Kürtlerin Rojava’daki statüsünü korumak, uluslararası tanınırlık sağlayarak “terör” listesinden çıkmak istiyor ve böylece “yeni paradimayla” birlikte, Kürtlerin en azından T.C Anayasasında tanınır olmasını talep ediyor. Böylece hem Kürtler temel hakları için “yeni” bir siyasi zemin yakalayabilecek hem de “anayasal güvenceye” alınabilecektir.
Öcalan “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”nda her ne kadar “federasyon ve özerklik” gibi taleplerin miadını doldurmuş olduğunu söylese de -ki Türk hakim sınıfları bu açıklamadan mutluluk duydu- Rojavalı Kürt siyasi oluşumları Hewler’de düzenledikleri ortak konferansta, “federasyon” kararı çıkmış oldu. Böylece “demode”, “soğuk savaş dönemi” olarak nitelendirilen talepler, Öcalan’ın çağrısının mürekkebi kurumadan, sahaya sert bir giriş yaptı. Kürtler -ister reformcu olsun, isterse devrimci- kendi temel demokratik haklarını talep etmeye devam edeceklerdir ve ezilen ulusların en temek hakkı, kendi kaderini tayin etme hakkıdır. Lenin’in de söylediği üzere, ezilen uluslar bu temel haklarını ilk aşamada vurgulamıyor olsalar bile, son tahlilde talep edecekleri, yaşadığımız çağın temel bir hakikatidir.
“Demokratik Toplum” ve “eşit yurttaşlık” üzerine
İleriki süreçte detaylıca ele alacağımız, Öcalan’ın çağrısından bulunan ve PKK’nin kendisini feshetmesinde dile getirdiği “demokratik toplum” önermesi; demokrasinin sınıflar üstü olarak ele alınması ve eşitsizlikleri sürekli yaratan/güçlendiren sisteme dokunmadan “eşitliğin inşa edinilebileceği anlayışı, hayalden de öte, bir serap niteliğindedir. Zira, ezenlerle ezilenlerin olduğu bir toplumda, “demokratik konsensüsün” oluşturularak toplumun birleştirilmesi imkansızdır. Bu Rousseaucu, Jeferssoncı fikirlerin “yeni paradigma” olarak parlatılması ve ezilenlerin egemenlere karşı ideolojik ve siyasi olarak silahsızlandırılmasına karşı keskin bir mücadele yürütülmelidir. Şayet böylesi bir mücadele gerçekleştirilmezse, devrim için elverişli koşullar oluşturulmayacak, devrimci bir halk inşa edilemeyecek ve ezilenlerin zincirleri daha fazla kalınlaşacaktır.
İronik olan şu ki, temel insan haklarının burjuva demokratik temelde olduğu, güçler ayrımının şu ya da bu şekilde işlediği ülkelerde dahi “radikal demokrasinin” işletilmeye yönelik nafile çabaları, bu ülkelerde güçlenen -bazılarında açık olarak iktidara gelen bazılarında ise iktidar yürüyüşünde olan- faşist hareketler tarafından bertaraf edilirken, Türkiye’deki, Türkçü ve teokratik faşist bir rejimin tüm toplumun üzerinde kılıcını salladığı ve ana “muhatabın” bu güçler olduğu koşullarda, Öcalan’ın tarifiyle “Cumhuriyetin ikinci yüzyılının demokrasiyle taçlanacağı” nasıl umulabilir?(!)
“Peki gerçekten de “eşit yurttaşlık” olabilir mi? Ağır Türk şovenizmi, Kürtlerin katledilmesi, inkarı ve imhası ve diğer azınlıklaştırılmış Ermeni ve Rum uluslarının bastırılması üzerine bina edilmiş Türkiye Cumhuriyeti ezilen Kürt ulusuna “eşit” davranabilir mi? Bu kesinlikle mümkün değildir. Şayet Kürtlerin sistematik olarak bastırılması, katliamlardan geçirilmesi, dillerinin, kültürlerinin inkar edilmesi, şiddetle sınırlandırılması olmasaydı bugün bildiğimiz Türkiye Cumhuriyeti olmazdı. Bu temel ve yalın bir hakikattir.”
Bir devrin sonu: PKK’nin feshi
Daha önceden de söylediğimiz üzere; “Kürtler bu ülkenin mücadele tarihinin önemli bir parçasıdır. Özellikle ceberut devlete karşı bazı dönemlerde kesintiye uğrasa da, direniş halinde olmaları, bu ülkede iyiden ve güzelden yana mücadele eden herkese moral vermekte, umutlandırmaktadır. Kürtler’deki bu direniş kültürünün kırılması, sistem içerisinde eritilmesi durumu sadece Kürt ezilenleri cephesinde değil, tüm toplumsal mücadeleler için bir kırılma yaratacaktır.”
PKK silahlı mücadeleye son vermiş, kendini feshetmiştir. Devletle PKK arasındaki al-verin ne olup olmadığının dışında, böylesi bir fesih kararı bölgede ve bu ülkede, ilerici güçler içerisinde güçlü bir demoralizasyona neden olacaktır. Kürt hareketinin pragmatik ulusal çizgisi, ezilenlerin nihai kurtuluşu için hiçbir zaman gerçek bir umudu temsil etmedi. Bununla birlikte, böylesi ağır süreçler insanları umutsuzluğa sevkedebilir ve başka bir toplumun inşası için, insanların değişim-dönüşüm mücadelesine ağır darbeler indirebilir. Bu sadece dinamik bir hareket olan Kürt hareketinin sistemin suçlarına karşı direniş ruhunun kırılması ile ilgili değildir. Aynı zamanda, devletle “barışın”, eli kanlı faşist yöneticilere yapılan “allah uzun ömürler versin” mesajlarının, “cuhuriyetin yeniden unsuru olmanın” yani sisteme eklemlenme talebinin, ezilenlerin tüm direniş ve mücadele alanlarında, ideolojik tasfiyeciliği yayacak ve güçlendirecektir. Böylesi negatif bir siyasi atmosfer, insanların bu sisteme ve onun caniyane sonuçlarına karşı mücadele alanlarını daha fazla daraltacak ve köreltecek bir dinamiği barındırmaktadır. O yüzden PKK’nin feshi, hakim sınıflar açısından olduğu kadar ezilenler açısından da tarihi bir önemdedir.
Devrim için öne çıkmak
Fakat her şey bitmiş değil! Kürt hareketinin almış olduğu bu negatif karar rağmen, önemli pozitif etkileri de oldu. Direniş ruhunu sürekli diri tuttu ve birçok mücadele alanına ilham oldu. Kadınların özgürleşmesi mücadelesinde küçümsenmeyecek rol oynadı. Kökten dinciliğe karşı ilerici-aydın insanların yetişmesinde de rol oynadı. PKK’nin kendisini feshetmesi bu pozitif değerlerin bir günde sönümleneceği anlamına gelmez.
Evet büyük bir moral bozukluğu ve yönelimsizlik mevcut ve ilerici güçler belirsizliğini koruyor. Ve Kürtlerin birçok meselede geri adım atmasına rağmen, hakim sınıflar “terörü bitirdik” demeye devam ediyor, Kürtlerin “barış taleplerini” boşa düşürür yerde duruyorlar. Kürt sorunundan anladıkları tek şey “terör sorunu” olduğunu bir kez daha gösteriyorlar. Kürt hareketinin tüm “içtenlikli barış” istemlerine rağmen, Kürt sorununun bir “terör” sorununa indirgenmesi, Kürt sorununu çözmeyecek aksine daha fazla baskı altına alacaktır. Yine Rojava’daki gelişmelere bağlı olarak bu baskı artabilir ve tüm “samimi” barış istemleri faşizm altında ezilebilir. Tüm bu keşmekeşlik; Kürt hareketinin “barış” talebi ve kendini feshetmesi, buna karşılık devletin “güvenlikli çözümü” esas almaları, AKP-MHP iktidarının burjuva “muhalefet” dahil olmak üzere genel olarak toplum üzerinde baskılarını sürdürme stratejileri, Kürt sorununun devrim için barındırdığı potansiyeli, başka bir dünya isteyen insanların sesinin yükselmesine ve bir araya gelmesine vesile olabilir.
Bu potansiyelin gerçek bir güce dönüştürülebilmesi için; “Bu süreçte izlenilmesi gereken esas yönelim Türk hakim sınıflarının şovenist dalgasına, Kürtleri kriminalize ederek “terörü bitirdik” gerici siyasetine karşı olmalıdır. Kürt hareketinin izlediği ağır negatif çizgi eleştirilmeli, gerçek bir kurtuluşa verdikleri zararlar gösterilmeli, ilerici kitleler içerisinde yeni bir umut yeşertmek için mücadele edilmelidir. Bu mücadele son derecede hassas olmalı, Kürt halkını “suçluluk” duygusuna itmemeli, süreç içerisinde ortaya çıkabilecek olası demokratik kazanımlara sırt dönmemeli ve tüm bunların “barış sürecinin” ana yönünün neden özgürleştirici olmadığı, aksine zarar verdiği hakikati temelinde sürdürülmelidir.”
Şimdi, karşı karşıya olduğumuz bu ağır süreci anlamalı, insanlığın, gezegeni ve üzerinde yaşayan ve bu sistemin yol açtığı felaketlere maruz kalan canlı türlerini özgürleştirmek üzere, dünya halinin bu çirkinliğin içerisinden bir güzelliği çıkarabilmeliyiz. İnsanları umutsuzluğa ve yönelimsizliğe sürükleyen düşünce yapılarını, ideolojik yaklaşımlarını alt etmeli, birleşebileceğimiz herkesle devrim temelinde birleşmeli, siyasi atmosferi devrim lehine etkileyerek, devrimci bir durumu ortaya çıkarabilecek koşulları yaratmalıyız. İçinde bulunduğumuz zorunluluğu, sadece zorunluluğun içerisine girerek dönüştürebiliriz.
Nazım Hikmet’in de dizelerinde söylediği gibi, “ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz, ya da dünyamıza inecek ölüm”. Ölümü yenmek için yeni bir hayatın, yeni bir dünyanın mücadelesine atılalım! Her türden baskı ve sömürünün olmadığı bir gelecek için buna mecbur ve muktediriz!





























Faşizm, burjuvazinin aleni bir diktatörlüğüdür ve kendisini hiç bir yasa ile sınırlamaz. Ya mevcut yasaları hiçe sayar ya da kendi işleyişi biçiminde yorumlar ve değiştirir. Faşist iktidarlar burjuvazinin liberal kanadı da dahil olmak üzere, toplumun bütününe yönelik aleni bir baskı uygular. Burjuvazinin diğer güçlerini ekarte etmek ya da kendisine eklemlemek için tüm baskıcı aygıtları harekete geçirir.
Bu tabloya ek olarak eylemlerin ilk günlerinde Mansur Yavaş gibi faşistlerin ön plana çıkması, sol/sosyalist güçlerin polis terörüne terk edilmesi, şovenist gençlerin sayılarının azlığına rağmen artan oranda sahayı domine etmeleri, ardından Ümit Özdağ’ın cezaevinde CHP tarafından ziyareti, CHP’nin sahayı zehirli Türk şovenizmiyle sınırlaması durumu da eylemlerin etki gücünü kıran ve sandığa doğru çeken bir kuvvet yaratmıştır.