İzmir İktisat Kongresi sadece bu ülkenin kuruluşunda değil, aynı zamanda devamlılığında da büyük bir ‘’ulus’’ yaratma mitolojisinin ‘’ekonomik’’ nakaratı olarak yer almıştır. Bu mitoloji, aynı zamanda bu topraklarda büyük acıların/trajedilerin üzerine inşa edilmiştir. Şimdilerde sınıfsız bir ‘’halk’’ yaratmak, ‘’vatandaşlık hukukuyla’’ sınıf ilişkilerini -ve dolayısıyla ağır sömürü ilişkilerini- gizleyerek ‘’örnek demokrasi’’ paketi sunan CHP -ve arkasında belirli ölçülerde duran Millet İttifakı’nın diğer klik temsilcileri- İzmir İktisat Kongresi’nin 100. yılında büyük bir şölen yaptı ve bir dizi vaatlerde bulundu. Bu yazıda Kongre bildirgesinin tam bir kritiğini yapmayacağız. Ancak İzmir İktisat Kongresi’nin yüz yıl önce neyin üzerine kurulduğu, temelde neyi yaptığı ve bugün hakim sınıfların- ‘’muhalif’’ ya da iktidar- bazı farklılıklarına rağmen temelde neyi devam ettirmek istedikleri üzerinde durulması gereken ana unsurdur.
İzmir İktisat Kongresi, ‘’kurtuluş savaşından’’ hemen sonra, Ankara Hükümeti’nin öncülüğünde İzmir’de gerçekleşti. Kongre’deki ‘’millilik’’ vurguları ve burada sözde ‘’kapitülasyon’’ karşıtı tavır, sözde ‘’anti-emperyalist meydan okumanın’’ hangi konjonktürde geçtiğini anlamamız gerekir; zira kongre tam da Lozan görüşmeleri esnasında gerçekleşmekteydi. Ankara Hükümeti Emperyalist güçlerle masaya oturmuş ve uluslararası bir meşruluk arıyordu. Ekim devrimi yeni olmuş, daha da güçlenmiş ve bütün dünyada umut yaratmaktaydı. Ayrıca Lozan görüşmelerinde Sovyet delegasyonunun da olması, TC’nin masadaki elini güçlendiriyordu. Türk hakim sınıflarını -komprador bürokratik kapitalizm ve toprak ağaları sınıfı- temsil eden Ankara hükümeti belirli bir ‘’milli’’ karakter barındırıyordu; dünyadaki sömürü halkasından ‘’kendi’’ payını istiyordu ve bunu yine emperyalizme karşı olarak değil, onunla yeniden entegrasyon temelinde gerçekleştirmek istiyordu. Bütün bir ‘’kurtuluş savaşı’’ esnasında emperyalistlerin resmi ‘’düşman unsur’’ ilan edilmemesi ve sürekli olarak görüşmelerin gerçekleştirilmesi ama diğer yandan ise TKP’nin yasaklanması, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının canice katledilmesi, kurucu Cumhuriyet’in emperyalist dünyanın parçası olduğunu -güdük anti-emperyalist dahi değildi- göstermektedir.
Ekonominin Türkleştirilmesi
Osmanlı’nın son döneminde iktidarda olan İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), son 50 yılda akümüle olan zorunluluklarını, 1. Emperyalist paylaşım savaşının patlak vermesini de fırsata çevirerek ekonominin Türkleştirilmesi siyasetini izledi.
‘’İTC’nin içinden geçtiği zorunluluklardan biri de ekonomikti. Osmanlı uzun dönem savaşlar ve kapitülasyonlar sonrasında Batılı kapitalistlere daha çok bağımlı hale gelmişti. Yeni gelişmekte olan burjuvazinin ezici çoğunluğunun gayrimüslim olması ve bunların komprador niteliği, Osmanlı devletinin zayıflamasında daha fazla çıkarları olması, verili komprador burjuvazi ile devlet arasındaki ilişkinin ‘’sorgulanır’’ olmasına da vesile oldu. Müslüman olmayan komprador burjuvazi, Batılı kapitalistler üzerinden Osmanlı devleti bünyesinde kendi varlığını garanti altına alıyor, devlet otoritesinin zayıflaması işine geliyordu. Tekrar etmek gerekir ki bu komprador burjuvazinin çekirdeğini Rumlar, Ermeniler (kısmen de Yahudiler) oluşturuyordu’’1
Osmanlı’nın yönetim biçiminde ‘’Millet sistemi’’ bulunmaktaydı ve böylesi bir sistem, bir ulus devlet, klasik ‘’milli ekonomi’’ yaratmanın önünde hem siyasi hem de ekonomik olarak engeldi. İTC hemen savaş öncesinde ‘’milli ekonomi’’ için zayıf olan Türk komprador burjuvazinin güçlenmesi ve yenilerinin ortaya çıkarılması için ‘’milli pazar’’ yaratılmasına yönelik bir dizi karar çıkardı. ‘’ “İşverenler ile işçiler arasındaki ilişkileri tanımlayan yasaların hazırlanması; köylülere toprak dağıtılması (ama bu arada toprak sahiplerinin haklarına tecavüz edilmemesi) ve düşük faizli kredi verilmesi; mevcut tapu sisteminin değiştirilmesi ve adım adım kadastro sistemine geçilmesi; eğitimde mevcut devlet denetiminin kurulması ve devlet okullarının bütün ırk ve dinlerden çocuklara açılması; ilkokullarda Türkçe öğretilmesi; ticaret, tarım, meslek okullarının kurulması ve nihayet ülkenin ekonomik bakımdan ilerlemesi ve tarımın geliştirilmesi için genel önlemlerin alınması.” İttihat ve Terakki partisinin ilk hükümet toplantısında uygulamak üzere karara bağladığı hususlardı.’’2
Türkçülük fikrinin temellerini atan düşünürlerden biri olan Ziya Gökalp’e göre Milli İktisat etnik türdeşlikle sağlanabilirdi. Ordu ve siyasi alanda hakimiyeti olan Türklerin ekonomik olarak Türk olmayanlara yaslanması düşünülemezdi. O yüzden ekonominin Türkleştirilmesi kavramı tartışılmaya başladı. Bu anlayış İTC’de, temsil ettiği sınıflarda ve sosyal tabanında güçlü karşılık bulmuştu. Yalnız unutulmamalı ki bir ekonominin ‘’millileştirilmesi’’ demografik değişim olmadan gerçekleşemezdi!
Ermeni, Rum ve Yahudi sermayesi, komprador nitelikte oldukları için, temel olarak dışarıdan getirilen malların acentacılık yoluyla Osmanlı’da satılması tipinde bir ekonomik modele sahiptiler. İTC gayri müslim sermayeyi etkisiz bırakmak için bir dizi karar daha çıkardı, dışarıdan gelen mallara yüksek vergiler koydu. Vergi oranı genel mallarda %30 iken, tarım ürünlerinde -konserve ürünlerde- %100’ü buldu. Buradaki amaç emperyalist üretim ilişkilerinden kopuk bir örgütlenme anlayışı değildi, aksine bu ilişkiyi sürdüren gayrimüslim komprador burjuvazinin zayıflatılması ve böylece yerine Türk hakim sınıflarının getirilmesiydi.
Talat Paşa ekonominin Türkleştirilmesi sürecini şöyle özetlemişti; “Devletin bekasını teessüsünden beri te’min eden ve Müslümanlığı müstakil bir devlet hâlinde muhafaza eyleyen Türk unsuru, bu vazife-i mukaddeseyi güçlükle ifa edebilecek derecede ezilmiştir. Bu unsurların inkırazı memleket-i Osmaniye’yi ve Müslümanlığı ve hilâfeti tehlikeye düşürebilir. İşte bu nokta-i nazardan, kabine Türk unsurunun kabiliyeti derecesinde iktisâden ve ictimâen kuvvetlenmesini kendisine esas ittihaz edecek ve bu derecelerin tanzîminde bu ciheti nazar-ı dikkate alacaktır. (Vurgular bize ait)” 3
Ekonominin Türkleştirilmesi, demografik değişimle iç içe ilerledi. Bunun için gayrimüslim olanların azınlıklaştırılması siyaseti izlendi. ‘’Talat Paşa önderliğinde Ermeni ulusuna dair toplanan raporlarda ‘’Bizzat hallediniz’’ hükümleriyle birlikte, ‘’Ermeni tehciri’’ olarak ifade edilen aslında ise bir Ermeni soykırımı olan bu süreçte, Ermeni burjuvazisinin ve orta sınıf köylülerin mallarına el koyularak ‘’Türkleştirildi’’. Durum o kadar vahimdi ki bu soykırımdan sonra Anadolu’da ve Kuzey Kürdistan’da binlerce Ermeni çocuk yetim kaldı. Yetim çocukların ‘’müslümanlaştırılarak’’ Türkleştirilmesi’’, Türk ulusunun inşası için de önemliydi: Talat Paşa, bu çocukların Müslüman ailelerin yanına yerleştirilmesi ve Müslüman örf ve âdetlerine göre yetiştirilmesi talimatını veriyor, başlangıçta Müslüman aileler, Ermeni çocukları kabul etmiyorlar; ancak Talat Paşa bu durumu aşabilmek için telgraflarla bir talimatname daha göndererek, çocukları yanlarına alan ailelere aylık bağlanacağını belirtiyor. Başka bir yasayla yetimlerin ailelerinden kalan mallar, evlat edinen ailelerin üzerine yazılacaktır, diyor. Özellikle bu son telgraf, hatırı sayılır sayıda insanın yetim çocuklara akın etmesine neden oluyordu.4 Böylece sadece Ermenilere ait olan mallar (ekonomi) Türkleştirilmiyor, aynı zamanda yetim Ermeni çocukları da Türkleştiriliyordu. Kazım Karabekir Erzurum’da 5 bin Ermeni yetim çocuğa ‘’sahip çıktığını’’ söylüyordu. Bu sayede çocuklar çeşitli eğitimlerden geçiriliyor; hem acil ihtiyaç duyulan zanaatlarda -ki açık kapanmaya çalışılıyor- hem de yetim çocuklar yeni oluşan topluma -Müslümanlaştırılmış/Türkleştirilmiş- ‘’içeriliyordu’’. Ayrıca tüm bunlar hakim sınıf yöneticileri tarafından ‘’hümanizm’’ numarası altında gerçekleştiriliyordu.’’5
1915-1923 arasında, Türkiye sırasıyla “Müslümanlaştırılmış” ve ardından “Türkleştirilmiştir”. Azılı bir anti-komünist polemik yazarı olan Hüseyin Cahit Yalçın şu sözleriyle toplumun genel duygu ve düşüncesini özetlemektedir: “Ermeni tehcirini düşünüp yapanlar, bununla Türkiye’yi kurtarmışlardır.”6
1909’da Maliye Nazırı olan ve o andan sonra da Türkiye’nin ekonomik politikasında kilit bir rol oynayan Mehmet Cavit Bey, egemen eğilimi temsil ediyordu: “Ülkemize yabancı sermayenin girmesini istemeyenlerin sayısı… yabancıların sandıklarından çok daha azdır. Ülkede birikmiş sermaye ile yürütülebilecek olan bazı küçük çaplı işletmeler vardır ki, doğal olarak bunların yabancıların eline geçmesini istemeyiz… Gene de bana göre, bizim o kadar mahrum olduğumuz bir beceri, işletmecilik ve rasyonalizasyon uğruna bu işletmelerde bile yabancıları kabul etmeliyiz. Önemli bayındırlık işlerine gelince, bunlar ancak yabancı sermaye ile yapılabilir… Kendilerini uygarlığa açma aşamasında olan bütün ülkeler, kendi güçleriyle ilerlemek isterlerse yolda kaçınılmaz olarak sendeleyip düşeceklerdir… Bütün yeni ülkeler ancak yabancı sermayenin yardımıyla derleyebilmişlerdir.’’7
‘’Milli Ekonominin’’ kurucu ‘’babası’’ olan Cavit Bey, ekonomi bakanı olarak bu sürece önderlik etti. ‘’Milli Ekonomi’’ aslında kapitalist-emperyalist dünya sistemi içerisinde Türk kompradorlarının ‘’hak ettiği yeri’’ almasıydı. Bu ekonomik modelde hiçbir anti-emperyalist eğilim yoktu. ‘’Millilik şuuru’’ ise söz konusu gayrimüslimler olunca kendini gösteriyordu. Böylece hem bir Türklük ideolojisiyle ‘’ulusun harcı’’ karılmış oluyordu hem de Türk komprador burjuvazisine, toprak ağalarına ‘’ekonomik atılım’’ yapılabilecek daha güçlü bir zemin sunuluyordu. Bu ‘’milli ekonominin’’ Osmanlı’da hayata geçtiği süreçte, her türden grev hakkının yasak olduğunu akılda tutmak gerekir. ‘’Milli’’ olandan temel halk kitleleri tamamen dışlanmıştı.
Cumhuriyet kurulurken ekonominin Türkleştirilmesi
1912’de gayrimüslimlerin bugünkü Türkiye sınırları dahilinde yaşayan nüfus içindeki oranı %20 iken, Cumhuriyet sonrasında ilk yapılan nüfus sayımında (1927) %2,64’e gerilemişti. Bu oranlar ‘’milli ekonominin’’ inşasında demografik değişimin nasıl acımasızca gerçekleştirildiğini göstermektedir. Böylece sadece ekonomi değil, aynı zamanda bu ülkenin toprakları da ‘’asli unsurlar’’ olan Türklere devredilmiştir. Ve bu siyaset sadece İTC’nin uygulamalarıyla kalmamış, genç Cumhuriyet’in, Kemalist rejimin de en güçlü saç ayağı olarak vuku bulmuştur. Kemalistler tüm bunları ‘’Kurtuluş’’ savaşının ilk günlerinden itibaren yapmışlardır.
Ekonominin Türkleştirilmesi yine büyük katliam ve yağmayla paralel gidiyordu. Resmi tarihte hakim olan ‘’Yunan ordusunun denize döküldüğüne’’ dair şovenist mit, aslında Yunan ordusunun Ege’den çekilmesi sonrasında Rum halkına yönelik caniyane girişimin siyasi alt yapısıydı. Bu yaklaşık iki yıl boyunca süren büyük bir yağmaydı: ‘’1922-1924 yılları arasında Konya, Yozgat, Kayseri gibi İç Anadolu şehirlerinden insanlar yaşadıkları şehirleri bırakıp Rumların terk ettikleri malları yağmaya gittiler. Bu süreçte yağmacıların sayısı 200.000’i buldu’’8
Mahmut Esat Bozkurt (kurucu Kemalist ideolojinin önemli bir düşünürü ve bürokratıdır), Ege’de ‘’kurtarılmış’’ bölgelerin durumu hakkında 30 Aralık 1922’de TBMM’de şöyle bir konuşma yapıyordu: ‘’Memleketin hukuken, tarihen, siyaseten sahibi Türkler olduğu gibi, iktisaden de bu memleketin hakiki sahipleri olduklarını göstermişlerdir’’. Dolayısıyla da yağma ve işgaller, bu malların gerçek sahiplerine iadesini ifade etmektedir. Başka bir ifade ile ülkenin ‘asli’ unsurları kendi ülkelerini yeniden fethetmektedirler. Fetih ve yağma tüm Osmanlı tarihinde olduğu gibi Kemalist Devrim’de de iç içe ilerlemekteydi.
Ekonominin Türkleştirilmesi sadece erken Cumhuriyet dönemiyle de sınırlı değildi. Kemalist iktidarın ‘’farklı’’ biçimleri altında, gayrimüslim sermayeye ve azınlıklaştırılmış milliyetlere yönelik acımasız ve cani uygulamaları devam etti. Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül olayları bu siyasetin sürdürülmesinden başka bir şey değildi. Gayrimüslimlere yönelik özel bir vergi çıkartıldı. Ermenilerden %232, Yahudilerden %179 oranlarında vergiler talep eden vergi kanunuyla ilgili yine dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu şunları söylemiştir: “Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz.”9
İzmir İktisat Kongresi yukarıda özet geçmeye çalıştığımız siyasi koşullar içerisinde vuku bulup tüm bunların üzerine inşa oldu. Türk hakim sınıflarının zorlukları İTC döneminde olduğu gibi, Kemalist rejimin inşası sürecinde de aynı özde devam ediyordu. O yüzden Kemalist iktidar, İTC’nin ortaya koymuş olduğu ekonomik modeli yani ekonominin Türkleştirilmesini olduğu gibi devam ettirdi. Hatta İzmir İktisat Kongresi Cavit Bey’in ‘’ekonominin kurucu babası’’ rolünü de teslim etti. Cavit Bey’in bu prestiji ve M. Kemal ile olan itilaflı ilişkisi, onu ilk fırsatta ölüme götürdü. Kemalist iktidarın ‘’Allah’ın lütfu’’ olan İzmir Suikastı sonrasında Cavit Bey hızlıca yargılandı ve idam edildi. M. Kemal, Cavit Bey’den rahatsızlık duymasına ve hatta onu tasviye etmesine rağmen, ekonomik modelini uygulamaktan da çekinmedi. Zira bu model, hakim sınıflar arasındaki derin çelişkilere rağmen, yine de onların temel çıkarlarını temsil ediyordu.
Cumhuriyetin ikinci yüzyılında İzmir İktisat Kongresi
100 yıl sonra İzmir İktisat Kongresi’nde bir araya gelen hakim sınıflar, ‘’günün koşullarına’’ ayak uydurmak isten birinci kongrenin devamcısı olduklarını dile getirmişlerdir. Evet, hakim sınıfların ister İslamcı olsun isterse Kemalist sermayesi, yüzyıl sonra aynı temel hakikate bağlıdırlar; milli ekonomi olarak ifadesini bulan şey, bu ülkenin hakim sınıflarının, Türk burjuvazisinin ortak ve ayrılmaz çıkarıdır.
Hakikatin diğer bir boyutu ise hakim sınıflar arasında yaşanılan keskin ve derin bir yarılmanın olduğudur. Hakim sınıflar, kendi temel çıkarlarının kapitalist-emperyalist dünya sistemi içerisinde nasıl temsil edileceğine dair farklılıklar barındırmaktadır. İkinci İzmir İktisat Kongresi, hem birlik ilkelerinin somutlaşması hem de ayrılık ilkelerinin keskinleşmesi açısından bir turnusol kağıdı rolünü oynamaktadır. Beri yandan ise 100 yıl önce uygulanan illüzyon başka türlü aktive edilmektedir. İllüzyondan kasıt, 1. Kongre’de ‘’ulus’’ için hareket edildiği ve ‘’sınıflar üstü’’ bakıldığı saçmalıkları, ikinci kongrede neoliberalizm paçavrasıyla yeni bir biçim almıştır: ‘’İzmirliler, tüm farklılıkları ile bir arada yaşayabilmenin sihrini bulmuş, şifrelerini keşfetmiş, çok sesli ve çok renkli yaşam biçimlerini refaha dönüştürmüştür.’’10
Kongre beyannamesinden yaptığımız bu alıntı, tamda söylediğimiz illüzyona dairdir. ‘’İzmirliler’’ diye ifade edilen ‘’çoğulculuk’’ yalanı, bu topraklarda binlerce Rum’un pogromlarla katledilmesi ve yüz binlercesinin göç ettirilmesi üzerine kurulduğunu tekrar söylemek gerekir. Örneğin bu ‘’çok renklilik’’ Rumların azınlıklaştırıldığı temel hakikatini kabul edecek mi? Ya da bırakın Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etmelerini, anadilde eğitim haklarını, kültürel özerkliklerini tanıyacak mı? Cevap TABİİ Kİ HAYIR! Zira bunu yaparsa, ‘’milli’’ bağlar kopabilir ve böylesi bir süreç bu ülkenin kurucu değerlerinin köklü bir şekilde sorgulanmasına neden olarak, varlık zeminini ortadan kaldırabilir.
Yine beyannameye baktığımızda doğa ve ekonomi arasındaki ilişkiden sürekli bahsetmektedir. Fakat burada temelde vuku bulan şey, yeşil bir kapitalizmin mümkünlüğü saçmalığıdır. Soru şu:‘’Milli ekonomiyi’’ hem büyütmek için çalışırken hem de doğa bir veri olarak ele alınabilinir mi? Şayet Doğa’nın ve üzerinde yaşayan canlıların yaşamsal zorunlulukları temel alınacak olursa, dünyanın geri kalanıyla nasıl rekabet edilebilinir? Rekabeti gerekli bir dinamik olarak gören kapitalistler, rekabet yasalarına ‘’ilk önce doğa’’ düsturunu koyabilir mi? Cevap TABİİ Kİ HAYIR! Zira bu kapitalizmin kendi doğasına ve işleyişine aykırıdır. Tek tek sermayeler, varlıklarını devam ettirebilmek için büyümek mükellefindedirler. Bunu yapamadıkları taktirde diğer rakipleri tarafından yutulurlar. Sermayeler değer yasasıyla birbirine bağlıyken kendi aralarında muazzam bir rekabet vuku bulur. Bu sermaye düzenine düzensizlik hakimdir. Ve böylesi koşullar içerisinde ‘’Ekonomi ve Doğa’’ arasındaki ilişki, ancak ve ancak başka rakiplerin bastırılabilmesi için uluslararası bir ‘’önleyiciliğe’’ dönüşür. Zaten ‘’Ekonomi ve Doğa’’ denkleminde ilk başta ‘’ekonominin’’ koyulması da sermaye sınıfının temel itki ve dinamiğini vermektedir; tüm ilişkiler sermaye için!
Son olarak M. Kemal’in ‘’yurtta barış ve dünyada barış’’ sloganı, İkinci İktisat Kongresi’ne de damgasını vurmuştur. Kurucu Kemalist rejim ülkedeki çelişkileri bastırmak için yurtta barış deyip, emperyalistlerle ilişkiye girebilmek için de dünyada barış sloganını öne çıkardı. Yeni kurulan Cumhuriyet’i konsolide etmek istiyorlardı. Ama konsolidasyon söylediği gibi ‘’sulhla’’ olmadı. Başta Kürt ulusu olmak üzere tüm azınlıklara yönelik, ardı arkası kesilmeyen katliamlar gerçekleştirildi. İTC’den kalan Anadolu’nun Türkleştirilmesi siyasetine devam edildi ve ezilen uluslar ve azınlıklar üzerinde terör dönemi başladı. Kürtçe yasaklandı, Kürtlerin varlığı inkar edildi. Ermeniler, Rumlar, Yahudiler sürekli olarak göçlere zorlandı. Kemalistler tam bir askeri faşist diktatörlük uygulayarak, hakim sınıflar arasındaki muhalefeti dahi kanla bastırdı. Kemalizm tüm bunlar üzerine peyda oldu ve bugün M. Kemal’in yaptıklarının önemli bir kısmı ister Kemalist olsun, isterse İslamcı, herkes tarafından kabul görmektedir. O yüzden bu cumhuriyet ister barış olsun ister savaş, temel dayanağı ‘’devletin devamlılığı’’ ve Türk hakim sınıflarının ortak çıkarlarının ‘’ölesiye’’ savunulması üzerine kuruludur.
Evet, dünya da durum çok ağır ve 3. dünya savaşı için güçlü bir potansiyel bulunmakta. Ve böylesi bir savaş, Türk hakim sınıflarını büyük zorluklar içerisine sokabilir ve böylesi bir savaş onların temel çıkarlarıyla denk düşmeyebilir. Ama yine de Türk hakim sınıflarının ‘’sulh’’ yanlısı olduğu anlayışı kara mizahtan başka bir şey değildir!
Sonuç olarak, İkinci Yüzyılda İzmir İktisat Kongresi, dünyanın içinden geçtiği koşullardan dolayı, ilk kongreyle bazı farklılıkları barındırdığı ve hatta ‘’çoğulcu’’, ‘’katılımcı’’ bir nitelik taşıdığı dahi söylenebilir. Ama özünde bu Kongre, Türk hakim sınıflarının zorluklarına, onların dünya kapitalist-emperyalist sistemindeki yerine almaya yönelik olması açısından, birincisiyle aynı çizgidedir. Birinci Kongre büyük trajediler üzerine kurulmuştur, ikincisi ise bu trajedilerin inkarı üzerinden devam etmektedir. Bugün bir farkla ‘’vatandaşlık hukuku’’ ve ‘’demokrasi’’ paçavralarıyla, bu temel anlayış gizlenmeye ve sınıf farklılıkları, toplumsal fay hatları silikleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu cumhuriyetin ikinci yüzyılda yapacakları, birinci yüzyılda üzerine kurulu olduğu anlayış ve temel dinamikten bağımsız olamayacağı, esasta aynı zorunlulukları yeni koşullar altında sürdüreceği anlaşılmalıdır. Şayet bu üretim ilişkileri ve onun ‘’liberal’’ ya da faşist yönetim biçimleri köklerinden sökülüp atılmadığı taktirde, insanlığın başına tekrar ve tekrar gelecek olanlar yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız felaketlerdir.
1.)https://yenikomunizm.com/wp-content/uploads/2023/04/Kemalizm-Elestirisi.pdf
2.) Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, Kaynak Yayınları
3.) Murat Koraltürk, Erken Cumhuriyet Döneminde Ekonominin Türkleştirilmesi, İletişim Yayınları
4.) Ermeni Soykırımı’nın izini Talat Paşa’nın telgraflarıyla sürmek, https://www.agos.com.tr/tr/yazi/13613/ermeni-soykiriminin-izini-talat-pasanin-telgraflariyla-surmek
5.) https://yenikomunizm.com/wp-content/uploads/2023/04/Kemalizm-Elestirisi.pdf
6.) https://yenikomunizm.com/wp-content/uploads/2022/02/ulusal-sorun.pdf
7.) Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, Kaynak Yayınları
8.) Murat Koraltürk, Erken Cumhuriyet Döneminde Ekonominin Türkleştirilmesi, İletişim Yayınları,
Add comment