“İbrahim Kaypakkaya’nın Ölümsüz Anısına 50 Sene Sonra
Bob Avakian Savunulmadan Komünizm Savunulamaz, İbocu Olunamaz”
Editör Notu: Okumakta olduğunuz yazı tarihçi yazar Emrah Cilasun tarafından kaleme alınmıştır. Yazıyla ilgili görüş ve önerileriniz için @EmrahCilasun sosyal medya aracılığıyla iletebilirsiniz.
Bu satırların yazarını takip eden okur bilir. Takriben 16 senedir Bob Avakian’ın mimarı olduğu Yeni Komünizmi öğrenmeye, anlamaya ve takip etmeye çalışıyorum. Yanılmıyorsam 2008 Mayıs’ında, Devrimci Demokrasi gazetesinde, İbrahim Kaypakkaya’nın anısına kaleme aldığım “Yol Ayrımı” başlıklı yazının sonunda, bir yol ayrımında bulunduğumuzu ve Avakian’ın Yeni Sentezi’nin (o zamanki adıyla) mutlaka dikkate alınması gerektiğini belirtmiş ve geleneğimiz açısından alarm çanlarının çalınmakta olduğuna dikkat çekmiştim. Bu uyarıyı defalarca yaptım. Fırtınalı Yıllarda İbrahim Kaypakkaya-Bilinmeyen Yazılar adlı kitabımın 2016’da yayınlanan, 3. Baskısına yazdığım önsözünde şöyle demişim: “Şimdi ozanın vaktiyle söylediklerini hatırlayalım. ‘Yurdun dört bir yanında var, İbrahim Kaypakkaya’lar.’ Mesele, yeni Kaypakkayaların neyle donanıp siyasi sahneye çıkacaklarıdır? Arzunun, maddi bir güce dönüşmesi için, bugün her şeyden evvel komünizmin dünya çapında yeni bir yol ayrımında olduğunu idrak etmek, araştırmak ve derinden kavramak gerekir.” En son geçen sene İbrahim Kaypakkaya’nın katledilişinin 50. yılı vesilesiyle yayınlanan İBOCULAR fotoğraf albümü için kaleme aldığım yazının da sonunu şöyle tamamlamıştım: 21. yüzyılda Kaypakkaya’dan bize miras kalan düşüncelerin de üzerinde yükseldiği, yol gösterici temel ise; Yeni Komünizm biliminin ufukları olmalı.”
Aşağıda okuyacağınız bu uzun makalede Yeni Komünizmin mimarı Bob Avakian’ın neden İboculuk için elzem olduğunu anlatmaya çalıştım. Tüm bunları daha açık, daha berrak üzerinde durarak, sesli düşünmek ve tartışmak istedim.
Filistin Esintisi: “Biz, Biz, Biz!”
Sözleri İbrahim Kaypakkaya ile Muzaffer Oruçoğlu’na ait olan Kaypakkaya Ekolü’nün ünlü marşı, “Biz, Biz, Biz!” diye başlar. Şayet bir yerlerde 70’lerin ilk yarısına ait Filistin devrimci marşlarını bulup da dinleyecek olursanız, “Biz, Biz, Biz” diye başlayan marşın melodisinin bir hayli Filistin esintisine sahip olduğunu fark edersiniz. Kaypakkaya Ekolü’ndeki yegâne Filistin etkisi sadece melodiyle sınırlı değildi. 1972’nin yazında Kaypakkaya’nın mektubuna, Lübnan ve Ürdün’deki eğitim kamplarından icap edip, Türkiye’ye geçen ve Malatya’nın Küreciğine gelip, saflara katılan devrimciler de vardı… Velhasıl ta başlarda Kaypakkaya Ekolü’nün mayasında melodisiyle, savaşçılığıyla Filistin esintisi de bulunmaktadır. Fakat ne gam! 50 senede, bir dizi haslet kör, karanlık bir kuyunun içine atıldı. Geleneğimizde her şey dejenere edildi. Tasfiyeye uğradı. Ve tabii Filistin esintisi de bir ebruli gibi kaybolup gitti…
Soykırım ortağı geçici yol arkadaşları
Gözünüzün önüne getirin. 8 Ekim 2023’ten beri emperyalizmin Ortadoğu’daki ileri karakolu, Siyonist İsrail’in Gazze’deki soykırımına lal olmuş bir “İbocu” düşünebiliyor musunuz? Yıllardır aktif mücadele vermiş bir insan, hiç istifini bozmadan “Ortadoğu’da yegâne demokrasi İsrail’dir. Araplar ölsün, İsrail yaşasın” diyebilmektedir. Bu akıl tutulmasının sahibi, testinin dibini o kadar yitirmiştir ki, kendisinin kurduğu “Biz’den Bize’nin” ilham aldığı “Biz, Biz, Biz” marşının Filistin esintisini rüzgâra savurmuş, geleneğimizin mayasına adeta tükürmüştür. Ya da 12 Eylül’ün Diyarbakır Zindanları’nda Esat Oktay Yıldıran işkencesine maruz kalıp, yıllar sonra geldiği Avrupa ülkesinde Hizmet Madalyası’yla taltif edilip, “lütfen İsrail’e bir şey demeyin. İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudiler çok çekti. Onların da bir vatanları olmalı. Buna karşı gelmek antisemitizmdir” diyen aklı evvel zavallıya ne demeli? Bitmedi. Babası yıllarını bu geleneğe vermiş, kendi bu gelenekte yetişmiş çiçeği burnunda bir edebiyatçı, sıfır tarih bilgisiyle, emperyalist basının ağzıyla, “kirvem, görmedin mi? İslamcılar, kadınları ve çocukları katletti. İsrail haklı olarak kendini savunacak” diyerek, safra atabilmektedir.
Lenin’i, Mao’yu unutup Hoca’yı, Avrupa Sosyal Demokrasisi’ni takip, edenler
Hiç tartışmasız Hamasın siyasal İslamcı, GERİCİ (“faşist” değil, “terörist” değil) bir örgüt olduğu ve insanlığın çıkarlarını temsil ETMEDİĞİ buz gibi ortadadır. 7 Ekim’de kimi fiillerin savaş suçu olduğu da ortadadır. Fakaaaaaat! Kameranın merceğini 7 Ekim’in üzerinden kaldırıp, geniş açı yaparsanız, 1949’dan 7 Ekim 2023’e ve 8 Ekim 2023’ten günümüze kadar meşru olmayan, ABD emperyalizminin Ortadoğu’nun üzerine getirip oturttuğu, Siyonist, teokratik, Apartheidcı bir karakol devlet görürsünüz. Bitmedi. Birazcık Marksist literatüre ve tarih bilgisine vakıfsanız, Yahudilerin, bir ulus olmadıklarını, bir dinin mensupları olduklarını, anne tarafından Yahudi olan Lenin’in, “dini bir kast sistemine sahip Yahudiler’den ulus inşa etmek gericiliktir” (Lenin, Gesammelte Werke, cilt. 19) dediğini, Yahudileri tarihte her zaman antisemit saldırılar karşısında komünistlerin koruduğunu ve 2. Savaş örneğinde olduğu gibi üstelik yok edilmekten kurtardığını bilirsiniz. Buna rağmen Stalin’in, 2. Savaş sonrası İsrail devletine “olur” demesinin büyük bir hata olduğunu, bunun tarihimizin bir kamburunu oluşturduğunu, Başkan Mao’nun ise ısrarla, İsrail’i tanımadığı gibi, mutlaka Arap halkları tarafından yenilmesini talep ettiğini de (20 Mayıs 1970 Mesajında
olduğu gibi) en geç 1972 sonrası kurulan Kaypakkaya Ekolü’nün bir mensubu olarak bilmeniz gerekmektedir. Bununla birlikte, Kürt meselesi her tartışıldığında, ağzına İbrahim yoldaşın (İslamcı) Şeyh Said önderliğindeki isyana dair sözlerini sakız edenler, her nedense söz konusu Hamas olunca, Filistin halkının canı cehenneme diyebilecek kadar kıbleyi şaşırabilmektedirler.
Ama bunların unutulmuş olması, bilinmemesi günümüzde maalesef normaldir! Çünkü bu Avrupa Sosyal Demokrat emperyalizminin ideolojisi saflarımızda yıllara yayılarak zamanla, nüksetmiştir. Bilindiği gibi ilkin kurucu önderimiz İbrahim Kaypakkaya yoldaşın fikirlerine şüphe duyulmuştur. Bu şüphe, kendisini 1976’da saflardan atılan Koordinasyon Komitesi (Halkın Birliği) ile göstermiştir. Geride kalan kadroların 1978’de yaptıkları, geleneği merkezileştirmesi bakımından olumlu ama kabul ettiği “Özeleştiri”yle ve belirlenen siyasetle ve Mao Zedung Düşüncesi’nin reddiyle olumsuz olan 1. Konferans, bu şüpheyi ileri boyutlara taşımıştır. Vaktiyle Stalin’in hatalarından da ders çıkartıp, Marsizm’de nitel bir kopuş yapan, Başkan Mao’nun, Sovyet revizyonistlerine dediği “Stalin’in kılıcını atan, Lenin’in de kılıcını atar” sözü, bizim geleneğimizde Mao Zedung Düşüncesi bahsinde de kendisini ispat etmiştir. 1. Konferans’da Mao Zedung Düşüncesi reddedilmiş. Mao Zedung’un Marksizmin en önemli öğretmenlerinden biri olduğu “araştırma” konusu yapılmış ve “askıya” alınmıştır. Başkan Mao’nun nitel sıçramalarını değil de Stalin yoldaşın hatalarını erdem yapanlar, dogmatik revizyonist Enver Hoca’ya ilkin yanaşmaya çalışıp, daha sonra ondan yüz bulamayınca Hocacılığı taklit edenler, tabii ki, bu düşünce yapısının bir evrimi olarak mesela bugün, Avrupa Sosyal Demokratlarıyla birlikte İsrail’i savunacaklardır. (Vaktiyle Hoca da gayet bilinçlice Stalin’in 1949’daki hatasına sırtını dayamış ve Siyonist devleti 1978’de Emperyalizm ve Devrim adlı kitabında savunmuştu.) Bu mezbelenin üzerine çekilecek bir “Maocu” boya dahi, işin aslını, bu geçici yol arkadaşlarının soykırım suç ortaklığını ortadan kaldırmayacaktır.
Siyasi ve ideolojik olarak emperyalist asalaklıktan beslenmek
Pek tabii ki şu dejenerasyon ve tasfiye ortamında, “Maocu” boyanın ya da artık Mao’ya dahi ihtiyaç duyulmayan boyanın çalındığı tek konu, Siyonist İsrail ve onun Gazze’deki soykırımı değildir. Devamı vardır. Zira İsrail sevdası ve Gazze soykırım ortaklığı, “devlet çıkarı” mertebesinde Avrupa emperyalist kıtasının olmazsa olmazıdır. Ve maalesef bu emperyalist siyaseti benimseyen ciddi bir Türkiyeli ve Kürdistanlı kitle mevzubahistir. Avrupa emperyalizminin dünyayı talan edişinden beslenen asalak, işçi aristokratı mertebesine yükselmiş, içlerinde “beyaz yakalıları” da barındıran bu kitlenin içerisinde hatırı sayılır oranda bizim de geçici yol arkadaşlarımız bulunmaktadır. Vaktiyle İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Kürecik Bölge Raporu’nda değindiği, Avrupa’ya gidip, yüzünü devrimden reforma dönmüş, yoksul köylülükten orta köylülüğe terfi etmiş-bugün ise isçi aristokratlığından orta ve büyük ölçekli sermayedara dönüşmüş, bu Kürt, Alevi kimliğine sadık kitlenin, “İslamcı”, “gayri medeni” bulduğu Filistinli kitleler için harcayacak gram nefesi yoktur. Gazze’de 2,5 milyon insanın gün be gün imhası bu kitleye bir şey anlatmamaktadır. Zaten o yüzden hafta sonları yapılan Filistin’le Dayanışma Yürüyüşleri değil de Cemevleri, saz resitalleri, Kürt Festivalleri, Dersim Anmaları ve “Türkiye’de demokrasinin sorunları” panelleri tıka basa dolup taşmaktadır. Ne hazindir ki, 1970’lerin ve 80’lerin Almanya’sında ve Avrupa’sında sokak sokak, Afganistan’dan İran’a, Nikaragua’dan Eritre’ye dayanışmak için koşturan Partizanlardan eser kalmamıştır. Onlar şimdi uslu uslu, kâh kendi kurumlarıyla, kah içinden çıkıp Alevicilik ya da Dersimciliğe transfer olmuş “eski dost düşman olmaz” dercesine kirvalarıyla ya yerel seçimler de ya da merkezi seçimlerde, Yeşiller’de mi, Sosyal Demokratlar’da mı yoksa daha “sol”daki bir parti de mi yer alacaklarının hesabını yapmaktadırlar.
Kemalizm hassasiyeti mi? Ne gerek var canım?!
İpin ucu o kadar kaçmıştır ki, insanın çıldırmaması işten bile değildir. Mesela geleneğimizde alttan alta başlayan Kemalizm eleştirisine dair karşı homurdanmaları ve onun doğal bir sonucu olarak CHP’ye sıcak bakma, yakınlaşma eğilimlerini ele alalım. İbrahim Kaypakkaya’nın, uluslararası komünist harekette, Lenin ve Stalin’in önderliklerine halel getirmeksizin ama onlara karşı gelerek yaptığı İttihat-Terakki Cemiyeti, Kemalizm ve Cumhuriyet tahlil ve tespitleri bugün bizzat hem kimi “İbocu” fraksiyonlar hem de kimi kıdemli şahsiyetlerimiz ve ortalama “İbocularımız” tarafından eritilmiştir. Kemalizm hususundaki hassasiyet yer ile yeksan olmuştur. Bu geçici yol arkadaşlarımız siyasal İslamcılığa karşı Mustafa Kemal’in “değerini” şimdi keşfetmektedirler. 2000’lerin başında adeta “bizim yapamadığımız demokratik devrimi AKP yapıyor, Kemalist militarizmin belini kırıyor, Kürt sorununu çözüyor, Dersim Katliamı için özür diliyor, Avrupa Birliği’ne üye oluyoruz” diye sevinip, emperyalist Avrupa Birliği’nin paylaşım sofrasına oturmayı “işçi sınıfının enternasyonalizmi” diyerek pazarlamaya çalışanlar, şimdi de UTANMADAN, Mustafa Kemal’e, “geri kalmış Ortadoğu’ya nazaran nasıl da modern, laik bir ülke kurdu” diyerek, yağ çekiyorlar.
Gıdasını, 1789 Fransız Burjuva Devrimi’nden, 1930’ların “Faşizme Karşı Burjuva Demokrasisini Savunma” çizgisinden, 1960’ların “Üretici Güçler Teorisi”nden alan bu anti İbocu ve anti Maocu ideoloji/siyaset, geleneğimizin kahir ekseriyetinde hiç olmazsa var olan Kemalizm hassasiyetini de böylelikle berhava etmiş oluyor. Öyle ki düğün dernek her paylaşımda, kurumdan şahıslara kadar, ömrü Kemalizm’le mücadele içinde geçmiş yoldaşlarımızı Mustafa Kemal portresi altında, önünde yanında fotoğraf veriyorken görmek insanı kahrediyor. 12 Eylül işkencecilerinin fiziki olarak başaramadıklarını maalesef ideolojik aşınma başarıyor.
İdeolojik aşınmanın bir diğer durağı da kimi geçici yol arkadaşlarımızın Aleviliğe/Kızılbaşlığa demir atmalarıdır. Burada, konuyla ilintili olduğu için okuyucunun affına sığınarak, geçen sene yayınlanan, Mustafa Demir’in, Türkülerde İbo kitabına dair yazdığım yazıdan uzun bir alıntı yapmak istiyorum.
Kitapta, “1980’den ama özellikle de 90’lardan itibaren kaleme alınan ağıt, türkü, marş ve şiirlerde ibrenin, devrimci komünist fikirlerden daha çok Anadolu Aleviliğine doğru kaydığını görmekteyiz. Her ne kadar edebi olarak son derece başarılı ve güçlü olsa da bu eserlerde, her şeyden evvel İslam Devleti’ne 1300 küsur sene önce hangi köle sahiplerinin hükmedeceğine dair nihai savaş Kerbela’da, Yezid ordularına yenilen Hüseyin ile İbrahim Kaypakkaya arasında bir paralellik kurulması, ya da ‘yaratılanla yaratanın tek ve bir’ kabul edildiği ‘Vahdet-i Vücud’ tasavvufunun önemli temsilcilerinden olan Şeyh Bedrettin ile İbrahim Kaypakkaya arasında bir paralellik kurulması, Mao’nun deyimiyle ‘ikiyi bir etmek’ idi. Açıkça söyleyecek olursak, komünizmin önüne alaşağı etmek için koyduğu hedefleri (üretim ilişkilerini, sınıf farklılıklarını, sosyal ilişkileri ve yanlış idolojileri/fikirleri), bir inanç biçimi olan Alevilik, konumu gereği bilakis muhafaza eder. Cumhuriyet’n kuruluşundan beri ötelenmesine ve gadre uğramasına rağmen kanaat önderlerince aslında hem siyaseten hem de iktisadi açıdan bu azınlık inancı, doğası gereği, bu sistemin yıkılmasını değil reform edilmesini talep etti. 80 sonrası Türkiye’de toplumun daha da İslamileştirilmesi ile başlayan dalgaya karşı Alevi kanaat önderlerinin ve/veya örgütlenmelerinin kendilerine, benzer mağduriyetten gelen (ve maalesef uzun süredir iktidar perspektifinden yoksun, reforma çok daha meyilli) devrimciler arasında müttefik araması son derece doğaldı.”
12 Eylül sonrası devrime ve devrimcilere karşı başlayan tasfiye, ardına Balkanlar’dan Orta Doğu’ya uzanan siyaset ile cemaat geçişkenliğinin rüzgarını da aldı ve bu adeta bir salgına dönüştü. 90’lar Türkiye’sinde, bu salgının en karakteristik örneklerinden biri, Cemal Şener’in 1995’te yayınlanan Bihatayık Evladı Kerbelayık – Kerbela’dan Seyit Rıza’ya başlıklı kitabının kapağında Ali, Seyit Rıza ve İbrahim Kaypakkaya’nın resmedilmesinde görülmekteydi. Devrimin alttan alta ideolojik olarak oyuluşuna ses çıkartmayan komünistler ve devrimciler, ölüm oruçlarında, Kerbela’daki Hüseyin’in neferlerini hatırlatan kızıl bantları alınlarına bağlamakta tereddüt etmediler. “Türkülerde İbo kitabında, diğerlerinin yanı sıra Haluk Tolga İlhan’ın ‘Vartinik’ten çıkıp düştün yollara’ adlı eseri ile Hasan Kaplani’nin ‘Kerbela Destanı’ bu bahsettiğim fotoğraf karelerinin besteyle güçlendirilmiş halidir. Ve açıkça belirtmekte fayda vardır ki, bu gidişle İbrahim Kaypakkaya adı ve fikirleriyle komünist bir devrimin pusulası olmaktan çok, siyasal İslam’a karşı Alevi cemaatinin kendisini savunmak amaçlı oluşturduğu reform kalkanın bir parçası haline gelme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Kimi ‘öncülerin’, ‘devrim’ tahayyülü ise ‘Cemevi Sosyalizmi’nin sınırlarını maalesef aşamamaktadır.”
Bu satırların isabetine dair kuşku duyanlara şimdiden hatırlatırım. Zira 80’lerde devrimcilik yapan kimi geçici yol arkadaşlarımızı, ak sakallarla bezenmiş, beyazlara bürünmüş, ellerinde asalarıyla, her bir karışında yoldaşlarımızı yitirdiğimiz Dersim coğrafyasında dolaşıp, hacı hocadan farksız, üfürükçülük yaparak, feodalizm ve hurafe tesis ediyorken görmek esef vericidir.
“Yorgun İbocunun” yeni kimliği “Dersim Aideti” ve korkunç sonuçları
Aslına bakılacak olunursa, Kaypakkaya camiası içinde “Dersim aidiyetine” önem atfetme ne İbrahim Kaypakkaya da ne de onun yanındaki Dersim’in yerel kadrolarında mevcuttu. Onların ‘onur’ duydukları yegâne şey devrimci olmaktı. Hatta onlara kucak açan ileri kitlelerin dahi ‘Dersim aidiyeti’ diye bir sorunları yoktu. Bu insanlar devrim hayalini paylaştıkları için Kaypakkaya ve yoldaşlarıyla birlikteydiler. Onların gündeminde ne Seyit Rıza’nın mezarı ne Dersim katliamının devlet katında kabul görmesi, ne de Dersim Mağduriyet Endüstrisi kurarak statü ve para kazanma vardı.
Aslına bakarsanız Kaypakkaya camiasında “Dersim aidiyeti” ile Tunceli dernekçiliği üzerinden insan kazanma, 1974 sonrasına tekabül eder. “Kemalizm + Dersim katliamı = Faşizm” formülüyle, kısa yoldan insan kazanma ilk etapta çok başarılı olmuştur. Dersim, 12 Eylül ve sonrasında da Kaypakkaya camiasının fiilen barınağı haline gelmiştir. Barınma esas, devlet baş düşman olunca, Kaypakkaya camiası açısından Dersim’deki üst yapının ögeleri olan aşiretler, Alevi inancı ve bir bütün olarak gelenekler ve görenekler katiyen sorgulanmamış aksine pragmatistçe benimsenmiştir. Tabii ki Kaypakkaya camiasında 1970’lerin ortalarından itibaren birikmekte olan komünist eğilimli devrimci demokrat dünya görüşü, bu üst yapı kurumlarını benimsemekte hiç zorlanmamıştır. İşin doğası gereği, burada yan yana yaşamaya çalışan iki adet çelişki (Dersim’in üstyapısı ve Kaypakkaya camiası) bir müddet sonra birbirlerini tek taraflı etkilemeye, dönüştürmeye başlamıştır. Devlet de Dersim’de uyguladığı cebirle, bu iki çelişkinin yana yana olmasını, birbirlerinden etkilenmesini arzu etmiş ve sağlamıştır. Bin yıllık yöresel gelenekler ve üstyapı kurumları Kaypakkaya camiasını adeta yutmuş ve kendisine benzetmiştir. Din ile kültür, yöresel cemaat ile siyasi camia birbirine karışmıştır.
Dersim’de sınıflar ve bu sınıfların iktisadi konumu, yıllar içinde geçirdikleri başkalaşım, Kaypakkaya camiasının sosyal tabanını da dönüştürmüş; onları iyice kapitalist ilişkiler ağının içerisine entegre etmiştir. Kaypakkaya’nın, vaktiyle Kürecik’den Almanya’ya giden yoksul köylüler hakkında yaptığı tahlilleri hatırlarsak; Türkiye’nin büyük şehirlerine ve oradan diasporaya Dersim’den göç sonucu giden, yoksulluğundan sıyrılıp, para, güç ve mevki sahibi olan, hatırı sayılır bir kesimin oluştuğunu görürüz. Gurbete çıkan yoksul köylü zamanla ya Avrupa’da işçi aristokratı ya Türkiye’nin büyük illerinde devlet memuru ya da müteahhit olmuştur. Aşiret ve büyük aile bağları üzerinden kendini besleyebilen bu iktisadi güç, söz konusu sınıfların başkalaşımıyla beraber, kırk küsur sene evvelki devrimci enerjiyi önemli ölçüde elimine etmiş; reform arzularını güçlendirmiştir. “Aidiyet” talebinin ardındaki ana unsur bu reform arzusunun sahibi olan, kapitalist üretim ilişkileri içerisinde evrimleşerek görece zenginleşen, ABD’den Avrupa’ya uzanan diaspora ile Türkiye’nin büyük şehirlerinde iktisadi bir güç konumuna gelen Dersim’in gelecekteki zengin sınıflarıdır. Özellikle Kaypakkaya geleneğinden gelme eski devrimciler ya bizatihi bunlardan biri ya da bunlara adeta “danışmanlık” yapar olmuştur. Dil, din, etnisite, müzik, belgesel film ve edebiyat üzerinden muazzam bir “Dersim aidiyeti” pompalayan, insanların en geri duygularına hitap ederek onları sömüren ve böylece Dersim Mağduriyet Endüstrisi’nin kurumsallaşmasına katkıda bulunan bu yorgun “İbocular”dır. Günün sonunda devrimin ve onun önderi İbrahim Kaypakkaya’nın fikirlerinin tasfiyesi ve dejenere edilişi diğer yerlerde olduğu gibi Dersim’de de sadece siyaseten değil ama aynı zamanda sosyal ve kültürel alanda muazzam bir bunalım ve boşluk yaratmıştır. Toplumsal bunalımın, bireysel intiharları tetiklediği bu coğrafyada, durumun farkında olan devlet ellerini ovuşturarak, alkol, uyuşturucu ve fuhuşla bu boşluğu doldurmak istemektedir.
“Patron Ağa Devletini Yıkacağız”dan “Vatanın ve Milletin Bölünmez Bütünlüğü” için edilen yeminlere…
“Yorgun İbocu”nun, Partizancılıktan Aleviliğe, Dersimcilikten Avrupa Sosyal Demokratlığına uzanan savruluşunun bedbaht öyküsü pek tabii ki burada bitmemektedir. Kaypakkaya geleneğinde, İbrahim yoldaş sonrası hâkim olan komünist eğilimli devrimci demokratlığın, “ne yapıyorsam, stratejim için taktik” yapıyorum pragmatizmi, bir yandan silahlı ekonomizme göz kırparken, beri taraftan da yasallığa ve parlamenterizme göz kırpma oportünizmine mâni değildi. 70’lerin ortalarından itibaren rüşeym halinde başlayan yasallık/parlamenterizm macerası, Mustafa Timisi’nin Türkiye Birlik Partisi’nin programını yazma, yerel idarelerde “bağımsız demokrat” aday seçtirme, 83 sonrası HEP’in programında kalem oynatma deneylerinin ardından, 2000’li yıllarda parlamentoya vekil, yerel idareye de başkan olarak seçilmeyle birlikte artık tavan yapmıştı. İbrahim Kaypakkaya ne demiş ve ne yazmış olursa olsun, artık parlamento kürsüsünde, “vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü için” yemin eden ya da seçildiği ilin valisi, emniyet müdürü ve garnizon komutanıyla aynı aşureye kepçe sallayan, nur topu gibi “yorgun İbocular”ımız vardı. En geç bu gelişmelerin beraberinde artık Kaypakkaya camiasında normalleştirilen tasfiyeci yasallık ve parlamenterizm rüzgârı artık hiçbir husus da şaşırtmamakta ve İbrahim yoldaşın teorik/idolojik anıtını sökmekte sınır tanımamaktaydı. Geçtim Türkiye “sol” siyasi arenasında en şoven, en karşı devrimci partiden yerel aday olunup böylece “Maocu” ellerle, Türk Şovenizminin Kürdistan’a taşınmasını, o partinin Perinçek taklidi liderinin elinden İbrahim Kaypakkaya Kolaj tablosunu kameralara sırıtarak hediye olarak kabul edilmesini, Türk Bayrakları eşliğinde yürüterek artık Kaypakkaya camiasının kitlesine sosyal şovenizm zerk edilerek seviye atlanmıştı. İnsan, bu durumda Lenin’in sözlerini hatırlamadan edemiyor:
“Oportünizmin siyasal içeriği ile sosyal şovenizmin siyasal içeriği özdeştir: Sınıf işbirliği, proletarya diktatörlüğünden, devrimci eylemden vazgeçme, burjuva yasallığının çekincesiz kabulü proletaryaya güvensizlik, burjuvaziye güvendir.”
Hiç kuşku yok ki bugün karşı karşıya olduğumuz reformcu (revizyonist) düşüncelerin ilham aldığı yer, 18. yüzyılın burjuva felsefecilerinden Jean-Jacques Rousseau ve onun bugünkü Aslan Kılıç versiyonu, Alain Badiou’dur. Proletarya diktatörlüğü yerine komün isteği, sosyalizmde üretim kolektifleri yerine, kapitalizmde aile idaresi altında kooperatifçilik falan hep buralardan beslenir. Marx’dan Mao’ya bütün bir komünist bilim ve idealler terk edilince, “mülkiyet hakkı” hatırlanır. Eh mülkiyet hakkının doğal sonucu da kapitalizmin toz pembe şafağına, yani, bir meta ideolojisi olan “demokrasi”ye uzanır!
Devrim yerine, yasallaşmak isteyen “yorgun İbocu”nun adeta kendisini paralarcasına “hak, hukuk ve hürriyet” talebi, (“bedel ödedim, benim de yeme hakkım yok mu? Benim de bu örgütte, toplumda bir hukukum yok mu? Benim de âşık olma, evlenme hakkım yok mu? vb…) buradan gelmektedir. Kitleleri sadece kendi kötü emelleri için alet etmektedir. Artık mevcut kapitalist düzenin topyekûn devrilmesi umurunda değildir. Hatta ticaretine, kooperatifine, statüsüne halel getireceği için istemez bile. Bilakis, kıblesini şaşırıp, artık tümden bu toplumun ona verdiği eğitimle hareket ettiği için kapitalist toplum pastasından “pay” talebinde bulunur. Onun içindir ki, Marx’ın şu sözleri, hiçbir şey ifade etmez:
“Sosyalizm genel olarak, bütün sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılması, sınıf farklılıklarının dayandıkları bütün üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılması, bu üretim ilişkilerine, tekabül eden bütün toplumsal ilişkilerin ortadan kaldırılması, bu toplumsal ilişkilerden doğan bütün düşüncelerin altüst edilmesine varmak üzere devrimin sürekliliğinin ilanıdır, zorunlu bir geçiş noktası olarak proletaryanın sınıf diktatörlüğüdür.”
Çinli devrimcilerin “4 Bütünler” diye tanımladıkları, Marx’ın, komünizme varmak için öngördüğü bu temel prensiplerin Lin Biao’lar, Deng Xiaoping’ler açısından hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Zira onların derdi, bütün bir toplumu dönüştürecek, bunun içinde iktidara gelinmesini zorunlu kılacak gerçek bir devrim değildir. Onların derdi iktidara gelseler de gelmeseler de kapitalist toplumda pastandan pay koparabilmektir. Özünde aynı ortak karaktere sahip bu iki kapitalist yolcunun aralarındaki yegâne fark nüansa ilişkindir. Biri şartlar elverdiği zaman savaşçı kesilir (Lin Biao), diğeri şartlar elvermiyorsa “kara kedi, beyaz kedi fark etmez” der (Deng Xiaoping). Mesela o yüzdendir ki “yorgun İbocu”, siyasal İslamcı, gerici Talibanı antiemperyalist ilan edebilir. Karşı-devrimci, kapitalist/emperyalist Çin nezdinde sosyalist bir devlet keşfeden, Hocacı- Kıvılcımlı bulamaçlı çöp dergiyle gardaşlık yapmakta beis görmez.
“Yorgun İbocu”nun bu hazin öyküsü bir günde oluşmadı. İbrahim Kaypakkaya’yı yitirdiğimiz günden itibaren, olumlu yanlar bir yana, esasen yanlış iliklenen düğmelerle bugüne gelindi.
Şimdi kısaca o sürece kuşbakışı bakmanın tam zamanıdır.
Kaypakkaya’nın ardından dünya ve Türkiye
İbrahim Kaypakkaya’yı yitireli 51 sene oldu. Kaypakkaya, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin dünya devrimci arenasını belirlediği ve yön verdiği, siyasi ve ideolojik ortamda şekillendi ve ortaya çıktı. Pekin’den gelen devrimci rüzgâr hem Kaypakkaya’yı dönüştürdü hem de Kaypakkaya’nın ekolünün taşlarını döşedi. On bir ay sonra öldürüldüğünde geride kalan yoldaşları o taşların devamını getirip yolun devrime uzanmasını sağlayamadılar. Bilakis hem o yoldan şüphe duydular hem de “Ortodoks’ça” ardına saklanarak, o yolu, güzergahından çıkardılar. Artık İbrahim Kaypakkaya aramızda değildi. Bu süre zarfında dünyada ve Türkiye’de bir dizi gelişme yaşanacaktı.
1968’de başlayan devrimci kasırga sönümlenecekti. 1976’da sosyalist Çin’de, kapitalist yolcular bir darbeyle iktidara gelecek ve böylece dünya çapında devrimcilere, komünistlere önderlik eden, halklara ilham kaynağı olan bir deniz fenerinden mahrum kalınmış olunacaktı. Başkan Mao’dan ve devrimci Çin’den arda kalan dünya komünist hareketinin bir avuç gücü aşağı yukarı 20 sene bir arada yürüyebilecekti. Bu süre zarfında Peru ve Nepal’deki deneyimler bir dizi başarılarına rağmen devrimlerini zaferle taçlandıramayacaklardı. Dünya arenasındaki gelişmeler komünistlerin de yüzleşmedikleri sorunlarla birlikte aşınmalarını beraberinde getirecekti. Zira dünya, iki emperyalist blok arasında üçüncü bir savaş tehlikesinin son kertesine geldiğinde direkten dönülecek, bloklardan sahte sosyalist olan -SSCB- yer ile yeksan olup, rakibi tarafından adeta yutulacaktı. Bu arada sahte sosyalist, emperyalist bloğun çöküşünü fırsat bilen Batılı emperyalistler, komünizme karşı onlarca yıl sürecek topyekûn bir karşı saldırıya geçecek ve Marksizm, ömrü hayatında yaşadığı en büyük objektif ve sübjektif krizlere şahit olacaktı. Emperyalist sistemin ideolojik cephedeki baş döndüren “Pirus zaferi” umulmadık siyasi, iktisadi ve iklimsel krizleri saklamaya yetmeyecekti. Çünkü bu arada kapitalist emperyalist sermaye, tarihinin görmüş geçirmiş olduğu, bütün üretim ilişkilerini kendi içerisine entegre ettiği yepyeni küresel bir doruğa evirilecekti.
Fakat bu, her ağacın kurdu kendinden olur sözünü de hatırlatan, kapitalist emperyalist sistemin kendi içindeki rekabet dinamiklerinin neden olacağı devasa krizlerin de habercisiydi. Güney yarım kürede 3 milyar insan kırlardan sermaye merkezlerine, büyük şehirlerin varoşlarına, gettolarına göç edip, yığınlar halinde yeni proleter kitleleri oluşturmaktaydı. Ardından son 20 senede emperyalist sistemin neden olduğu savaş, kuraklık ve iktisadi buhran Kuzey yarım küredeki talan metropollerine göçü de beraberinde getirmişti. Marksizm hayatının en büyük irtifasını yaşarken, kapitalist emperyalist sistemin karşısına onun bir sonucu olarak doğan, insanlığın çıkarlarını temsil etmeyen gerici Cihadizm çıkacak ve Batı metropollerinden 3. Dünyaya kadar milyonlarca insanı peşi sıra sürükleyecekti. Bu ortamda insanlık, “İspanyol Gribi”nden tam 100 sene sonra ikinci bir pandemiye, “Covid-19”a yakalanacak ve emperyalist sistem milyonlarca insanın yitip gitmesine neden olacaktı. Üstüne üstlük, dünyanın adeta çatısı fonksiyonunu gören ozon tabakası, kapitalist sermayelerin “genişle veya öl” dinamizmi sonucu çoktan delinmekle kalmayıp, iki derece daha ısındığı taktirde yerkürenin umulmadık felaketleri yaşayacağına dair tüm alarm zilleri bilim insanlarınca çalınacaktı…
Türkiye’de ise İbrahim yoldaşın ardından devrim dalgasının ilkin onun öngördüğü gibi yükselişine tanık olunmuştu. Geride bıraktığı yoldaşlarının önce parçalı daha sonra yeniden örgütlenmiş hali, ideolojik, çizgisel ve vizyonel açıdan kati surette Kaypakkaya yoldaşın mertebesinde ve kalitesinde olmadığı için devrim açısından büyük fırsatı heba edecekti. Mesela onun vizyonunu kurduğu, ülkenin doğusunda devrim ilerleyecek olursa gerekirse batısından kopar ve Ortadoğu devrimleriyle birleşir öngörüsü için fırsatlar, 1979’da İran’da Şah’ın devrilmesi ve Kürdistan’ın dört bir yerinde çıkan fırsatlarla birlikte doruğa varmıştı. Dersim’den Amed’e uzanan bir hat üzerinde Urfa-Viranşehir ve Siverek’de dahil hatırı sayılır bir kitle ve kadro İboculuğunu ilan etmekle kalmamış, devlete, yereldeki ağalığa ve aşiretlere ve İbocuları düşman belleyen kimi Kürt gruplarına karşı mevzilenmişti. İç savaş seviyesinde devletin ortadan çatırdadığı bu ortamı, ardından 12 Eylül 1980 darbesi ile devrimci dalganın hızlı bir biçimde irtifa kaybedişi izledi. 1984’te Kürt Ulusal Hareketi’nin başlattığı ve bugüne kadar devam etmekte olan ayaklanma, buradaki münakaşamız açısından sadece Kürt milli sorununun varlığını ispat etmekle kalmadı bilakis, bu ayaklanmanın NATO’nun ikinci büyük ordusuna rağmen, Kürdistan’da objektif ve sübjektif olarak sürdürülebilir olduğunu da kanıtladı. Ve tabi Türkiye siyaset gündeminin merkezine oturan Kürt Sorunu toplumu İbrahim yoldaşın yaşadığı yıllara nazaran çok daha derinden kutuplaştırdı. Bir yanda 1915, 1938 soykırımlarına nefes veren hâkim ulus şovenizmi sağdan sola bütün bir toplumu hortumun içine aldı. Beri tarafta ise başlangıçta bir hayli devrimci nüveyi barındıran ezilen ulus milliyetçiliğinin gittikçe 40 sene içerisinde adım adım reformculuğa evirildiğini ve çok daha cesurca emperyalistlerle aynı fotoğraf karesinde yan yana durmaya başladığına tanık olundu. Keza İbrahim yoldaşın ardından Türkiye süratle kapitalistleşti. Evet Türkiye ne bir alt emperyalist ne de bir emperyalist oldu ama bu süratle kapitalistleşmesinin ona verdiği abartılı özgüvenle, rakip emperyalistlere karşı (Rus ve Çin), Batılı emperyalistlerin arzu ettiği bir boyutta, Ortadoğu’da ve üç kıtanın yakın coğrafyalarında diplomatik, askeri ve iktisadi gövde gösterilerine girişir oldu. Türkiye hâkim sınıflarının en azından son 100 senedir bir türlü iktidar olamayan siyasal İslamcı kanadının geçtiğimiz 20 sene içerisinde hala iktidarda oluşu, kendisini mütemadiyen tahkim etmesi, Kemalist devlet paradigmasını demonte etti ve toplumu İslami ideoloji doğrultusunda tasarlamaya başladı. Tüm bunlar toplumun Kemalist ve İslamcı şeklinde bir başka yanlış kutuplaşma biçimde mevzilenmesine de neden oldu.
İbrahim yoldaş sonrası son 50 senede dünyada ve Türkiye’de özetin özeti yaşananlar bunlardı. Tüm bu gelişmelere sadece ve sadece 100 sene evvel ölen Lenin’in ve 48 sene evvel ölen Başkan Mao’nun eserleriyle, 1972’de İbrahim yoldaşın yazdıklarıyla cevap aramamız ne mümkündür ne de bilimseldir. İşte burada Bob Avakian devreye girmekte ve onun önemi ortaya çıkmaktadır.
Tarihsel arka plan:
Devrimci Komünistlerin sabır ve ısrarı
Gelin isterseniz evvela Bob Avakian ve onun partisi Devrimci Komünist Parti, ABD’nin (RCP), Kaypakkaya camiasını kurtarmak için verdiği çabaya bir göz atalım. İlginçtir, Kaypakkaya camiasında, 1978’den bu yana ne kadar önderlik gelip geçmişse, hepsinin birleştiği tek bir nokta olmuştur: Bob Avakian ve RCP hazımsızlığı ve neredeyse düşmanlığa varacak bir husumet. RCP ise, 1978’den bu yana sabırla ve inatla, Kaypakkaya camiası ile seviyeli, dedikoduya dayanmayan, ilkeli bir iki çizgi mücadelesi vermiştir. Hatırlayalım.
-Ekim 1976’da Kızıl Çin’de karşı devrimci bir darbe olmuştu. Hua Guofeng ve onun arkasına gizlenen Deng Xiaoping gibi kapitalist yolcular, Mao’nun çizgisinin savunucuları olan ve Dörtlü Çete diye adlandırılan, devrimci komünistleri derdest etmişlerdi. Çin’in muhtelif yerlerinde isyanlar çıkmıştı. (Mobo Gao, The Battle For China’s Past, Pluto Press, London, 2008)
-O döneme kadar Mao Zedung’u, bulundukları ülkenin konumuna göre, kâh sosyal şoven, kâh devrimci milliyetçi yorumlayanlar, devrimle alakalarını açıktan iptal ederek, bu karşı devrimci darbeyi ve darbecilerin dünya politikasını desteklemişlerdi. (Türkiye’de Doğu Perinçek bunun örneğidir, bkz. Yaşasın Başkan Mao’nun Dörtlü Çete’ye Karşı Zaferi, Aydınlık Yayınları, İstanbul, 1977)
-O döneme kadar, tamamen milli çıkarlarından ötürü Kızıl Çin’e yaslanan -fakat darbenin ardından Çinli revizyonistler, dünyadaki saflaşmada ABD’nin yanında yer alınca- Enver Hoca, Arnavutluk’un milli çıkarları gereği, ürkekçe de olsa Moskova’nın yanına geçmiş, Çin ve Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin kazanımlarına hayasızca bir saldırı başlatmıştı. (Enver Hoca, Emperyalizm ve Devrim, Yıldız Yayınevi, İstanbul, 1979)
-İşte böylesi bir dönemde, 1973’te aldığı objektif yenilgi sonrası, 1978’de toparlanan Kaypakkaya camiası, bırakalım Mao Zedung Düşüncesi demeyi, Mao Zedung’u, Dimitrof ve Enver Hoca ile aynı düzlemde görmekteydi ve adeta Mao Zedung demeye dili varmıyordu. (Komünist, sayı: 1, 1978)
-RCP ise, o dönem, Çin’deki darbeye açıktan tavır almakla kalmayıp, “Dörtlü Çeteyi” savunup savunmamayı uluslararası komünist harekette bir ayrışım çizgisi yapmıştı. (Bob Avakian, The Loss in China and the Revolutionary Legacy of Mao Tsetung, 1979)
-RCP, ABD’ye resmi bir ziyaret yapma hazırlıklarında olan Deng Xiaoping aleyhine başlatacağı kampanyaya, Kaypakkaya camiasının da katılması için canla başla uğraşmıştı. (Komünist, sayı: 7, 1979)
-O yıllarda, Kaypakkaya camiasına önderlik eden ve daha sonra saflardan atılacak olan, adı Bolşevik kendi Menşevik hizip, RCP’nin bu önerisine açıktan karşı çıkmış, dahası kendine benzer Alman ve Avusturyalı yol arkadaşlarıyla, “Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti ile Uluslararası Dayanışma” etkinlikleri düzenlemişlerdi. (AEP’e Mektuplar, Partizan Yayınları: 8, 1979)
-Maalesef, “Hareketimiz Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ürünüdür” diyen Kaypakkaya’nın devamcısı olduğunu iddia edenler, Enver Hoca ile dayanışırken; ABD’de, her gittiği yerde üzerine kırmızı boya atılan, gözüne Kızıl Kitap sokulan Deng Xiaoping’i, ABD emperyalisti ev sahipleri, gösterilerden köşe bucak korurken; Washington sokaklarında, atlı polislere, polis köpeklerine, biber gazına göğüs gerip, kelle koltukta karşı koyan bizzat Bob Avakian ve onun yoldaşları olmuştu. O yüzdendir ki, ABD burjuvazisi, devlete karşı isyan teşebbüsünde bulunmaktan ötürü Bob Avakian’ı 200 küsür seneye mahkûm etmiş fakat, tehlikeyi sezen RCP, önderini Fransa’ya kaçırmıştı. Avakian, ancak seneler sonra ABD’ye geri dönebilecekti. (Bob Avakian, From Ike to Mao, Insight Press, 2005)
-1981’de, Kaypakkaya camiası, Menşevik hizipten kurtulup, Mao Zedung’a sadece bir miktar yanaşabilmişti. Çünkü, Kaypakkaya camiasına göre, “1956 sonrası” Mao Zedung, daha hâlâ “araştırma konusu” idi. (İkinci Konferans Belgeleri, Partizan Yayınları, Yurt Dışı, 1981)
-Bir sene evvel, 1980’de, dünyada bir avuç kalmış Mao yanlısı gücün, Birinci Uluslararası
Konferans’da biraraya gelmesi Bob Avakian’ın teşvikiyle RCP’nin öncülüğünde olmuştu. Kaypakkaya camiasını orta yolcu çizgisinden vazgeçirmeye, bu bir avuç güce dahil etmeye çalışan RCP idi. (Bütün Ülkelerin Marksist-Leninistlerine; İşçilerine ve Ezilenlerine başlıklı 13 Komünist Parti ve Örgütün Kominikesi, Sonbahar 1980 ve Marksist-Leninistlerin Birliği ve Uluslararası Komünist Hareketin Çizgisi İçin Temel İlkeler, RCP/USA ve RCP/Şili, 1 Ocak 1981, [Türkçesi, Partizan Yayınları, Yurt Dışı, Aralık 1982])
-Nihayet bir sene sonra, Kaypakkaya camiası, bütün bu çağrılara, bilhassa “Mao Zedung Düşüncesi”ne şerh düşerek, 2. Konferans’ın ardından kerhen katıldı. (20 Mayıs 1981 tarihli “Enternasyonal Dergi Kazanılacak Bir Dünya’nın Koordinasyon Komitesi’ne açık mektup”, Komünist, sayı: 10, 1981)
-Kaypakkaya camiasının Uluslararası Komünist Hareketteki yegâne itirazı sadece Mao Zedung Düşüncesi ile sınırlı değildi. 1980’lerde, emperyalist bir savaşın kapıda olduğunu, esas akımın dünyada devrim değil, emperyalist bir savaş olduğunu ve bunun objektif olarak çok büyük bir tehlike olduğunu söyleyen RCP olmuştu. Bu nedenle, RCP’yi, en fazla alaya alıp, “kıyamet tellali” olmakla suçlayanların başında da Kaypakkaya camiası gelmekteydi.
-Fakat o da ne? Kaypakkaya camiası 1983’te, “iki süper güce karşı Avrupa ile ittifak yapılması”, “Cunta’ya karşı Özal’ın desteklenmesi”, “Erbakan’ın MSP’sini de milli burjuva ilan edilmesini” benimsemekte, kendisine içeride ve dışarıda müttefikler aramaktaydı. (MK, 4. Toplantı Kararları) İster istemez akla takılan soru şuydu: Madem, dünyada savaş tehlikesi yok, o halde, bütün bu ittifak arayışları neyin nesiydi? Ayrıca belirtmekte fayda var. Bu kararların mimarı Aslan Kılıç, fazla değil, üç sene sonra Perinçek’in yanına geçecek, fakat bu kararlar, daha sonraki önderlikler tarafında da canla başla savunulacaktı.
-Eh, Kaypakkaya camiası ittifak tercihini böyle yapınca, 1984’te kurulan ve kendisinin de içinde yer aldığı Devrimci Enternasyonalist Hareket (DEH)’in de bir anlamı kalmayacaktı. O yıllarda, akıllara durgunluk veren şu tarihi kararın mimarları da daha sonra “Komüncüler” adıyla anılacaklardı: “DEH, ML’dir ama DEH Deklarasyonu oportünisttir.” (MK, 5. Toplantı Kararları, 1985)
-Bu kararın mimarları, o vakitler, tıpkı Menşevik hizip gibi, Mao Zedung Düşüncesi’nin, aslında, Üç Dünya Teorisi olduğunu söylüyorlardı. Stalin’in ve Komintern’in başarılarını değil, hatalarını erdem yapıp, devrimci komünistleri, Troçkist olmakla suçluyorlardı. Ve ne ilginçtir ki, bugün o mimarlar, siyasi yelpazenin dört bir tarafına dağıldılar. Stalin’in diktatör olduğunu dillendirmekte artık beis görmez oldular. Ulusal ve uluslararası çapta, ittifak gücü olarak kabul ettikleri, göz kırptıkları güçlerle, Üç Dünyacılara dahi parmak ısırttırmaktalar. Nerden nereye…
-Kötü ünlü MK, 5 Toplantı Kararları’na geri dönecek olursak. İçinde RCP’nin de yer aldığı DEH ise, inatla ve sabırla, Kaypakkaya camiasını eleştirmiş ve bu fikrinden vazgeçmesi için canla başla uğraşmıştı: “… [hareketiniz] ile Devrimci Enternasyonalist Hareket arasındaki münakaşanın özü, hep Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi olmuştur ve olmaya devam etmektedir” denilen 38 sayfalık mektuba, şu cümlelerle son veriliyordu: “Yoldaşlar, hatalarınızı teşhis etmenin zamanıdır. Onlar, sizi Mao Zedund Düşüncesini reddetmeye, Devrimci Enternasyonalist Hareket’e saldırmaya götürmüştür ve Türkiye’de devrimin ilerlemesinin yolunu tıkamaktadırlar. Önemli bir mücadele tarihine sahip olan, Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi temelinde ve Kültür Devrimi’nin bir sonucu olarak kurulmuş olan … [hareketinizin] bu hataların üstesinden gelmeye ve bunların köklerini yok etmek için gerekli olan çabaları başlatmaya muktedir olduğu konusunda güvenimiz tamdır”. (DEH Komitesi’nin 1986 tarihli mektubu)
Yeni Komünizm
Bob Avakian’ın yegâne mücadele ettiği husus Kaypakkaya ekolüyle sınırlı değildi. Avakian, 50 seneye varan devrimci komünist önderliğinin teorik ve pratik tecrübesiyle, mimarı olduğu Yeni Komünizmin inşası için mücadele eden önderdi. Yeni komünizmin temel ve en asli unsuru -ki bu bilimsel yöntem ve yaklaşımdır- bir bilim olarak komünizmin daha fazla geliştiriyor olmasıdır.
-Yeni Komünizm ile komünizmin kritik çelişkisi niteliksel olarak çözümlenmiştir. Yeni komünizm, bir bilim olarak komünizmin şu ana kadarki gelişimi içerisinde kendi bünyesinde barındırdığı bilimsel yöntem ve yaklaşımında ona karşıt gelen tali hatalardan kopuş niteliği taşıdığı gibi aynı zamanda komünizm biliminde bir devamlılık anlamına da gelmektedir. Dolayısıyla yeni komünizm, komünist devrimin yeni bir aşamasının başlangıç noktasını oluşturmaktadır.
-Yeni Komünizm, “proleter hakikat”, “sınıf hakikati” ve bütün siyasi hakikatleri olduğu gibi narativizmi, rölativizmi reddeder, objektif realiteyi ve hakikati savunur. “Proletarya için iyi olan hakikattir”in karşısına “bütün hakikatler proletarya için iyidir, devrime ulaşmamıza yardımcı olabilir” tavrını koyar. Epistemoloji meselesi Yeni Komünizm’in can damarıdır.
-Yeni Komünizm’in yöntem ve yaklaşımı “amaçlar araçları meşrulaştırır” zehirli nosyonunu temelden reddeder. Devrimin bir rövanşizm meselesi değil bütün insanlığın kurtuluşu meselesi olduğunu vurgular.
-Yeni Komünizm acilen gündemine komünist saflardaki “Devrim ve Reform” çelişkisini koyar ve yukarıda Marks’tan alıntısını yaptığımız, komünizmin esaslarını (“4 Bütünleri”) hedeflemeyen bir devrimin, gerçek bir devrim olamayacağına dikkat çeker.
-İnsanlığın kaçınılmaz olarak komünizme gideceğini iddia eden, böylece komünist saflarda kendiliğindenliğe ve metafiziğe cevaz veren anlayışın yanlışlığını ve saçmalığını reddeder, bilinçli müdahalenin rolüne dikkat çeker ve ama gene de bunun mutlak garantisi olmadığını vurgular.
-Uluslararası Komünist Hareket’in saflarındaki sermayenin “genel kriz” teorisine karşı, Marx’ın “sermaye birikimi” ve “devrevi kriz” tahlillerinin önemini hatırlatır.
-Yeni komünizm, kapitalizmin temel çelişkisinin başlıca hareket biçiminin anarşinin itici gücü olduğunu ortaya koyar.
-Emperyalizmi bir dünya sistemi olarak anlamak yerine, onu sadece “yabancı istilacı” derekesine düşüren, komünist saflardaki ezilen ulus milliyetçiliğinin karşısında durur.
-Faşizmi, burjuva diktatörlüğünün bir biçimi olarak görmek yerine, burjuva demokrasisini komünizmle bir ve aynı tutup, burjuva demokrasisini yücelten anlayışı temelden reddeder.
-Klasik anlamda, sendikalist, kendiliğindenci ve kitle kuyrukçuluğu olarak bilinen ekonomizme ve onun farklı veçhelerine (mesela silahlı ekonomizme) karşı, Lenin’in ünlü Ne Yapmalı’sından ilham alarak fakat onun da ötesine geçerek, “Zenginleştirilmiş Ne Yapmacılık”ı önerir.
-Yeni komünizm, proletaryanın şeyleştirilmesi (reifikasyon) anlayışını reddeder. Komünist bilinci “sınıf hislerine” ve “sınıfsal sezgilere” indirgeyen veya bunların sınıf bilinci için avantajlı bir konum doğurduğunu düşünen şeyleştirici anti-bilimselliği reddeder.
-Proletarya diktatörlüğü altında sosyalist bir toplumun resmî ideolojisinin olmayacağının altını çizer.
-Yeni komünizmin adeta kalbi olan, proletarya diktatörlüğü altındaki sosyalist bir toplumda, “sağlam çekirdek temelinde bir hayli esnekliği” esas alır, muhalefeti teşvik etmeyi ve mayalanmayı savunur.
-Enternasyonalizm ve dünya sahnesini esas almak yerine, sosyalist bir toplum da dahil olmak üzere komünistlerin saflarında var olan, “benim ulusum” anlayışını ve son tahlilde milliyetçilik nosyonunu parlatmayı mahkûm eder. Enternasyonalizmi bir tür dayanışmacılık olarak gören veya “sosyalist anavatan” gibi problemli anlayışlara karşı sosyalist ülkeyi dünya devriminin üs noktası olarak görür. “Önce tüm dünya gelir” şiarını yöneliminin temel noktası yapar.
Son 50 senede yaşadıklarımız Bob Avakian’ı haklı çıkarmıştır. Bugün, komünizm bir yol ayrımındadır. Geleceğin öncüsü mü yoksa geçmişin tortusu mu olunacaktır? Bu sorunun cevabının dedikoduda aranmayacağı çok açıktır. Bu sorunun, azılı bilimsel olunarak, derinlemesine tartışılması ve gerekli olan kopuşların sağlanması, elzemdir. Zira, bu yapılmadığı taktirde, Chavezci ya da Talibancı olmamanın; Kemal Okuyancı, Erkan Başçı ya da Selahattin Demirtaşçı olmamanın; hatta ve hatta Gonzalo-cu, Praçanda-cı ya da Ajith-ci olmamanın garantisi yoktur. KOMÜNİZM: YENİ BİR AŞAMANIN BAŞLANGICI, Devrimci Komünist Parti- ABD Manifestosu’nda da belirtildiği gibi: “Çok önemli olarak, bu ‘birbirinin aynadaki aksi’ misali yanlış eğilimler, geçmişin modellerinden (özgün modeller değişiyor olsa bile) birine veya diğerine saplanıp kalma, veya onlara geri dönme anlamında ortak bir noktaya sahiptirler: ya komünist devrimin ilk aşamasının geçmiş deneyimlerine – veya bunun tamamlanmamış, tek yönlü, ve nihayetinde yanlış bir anlayışına – dogmatik bir şekilde sarılmak, ya da geçmiş tüm burjuva devrim dönemine ve onun ilkelerine geri dönmek: 21. yüzyıl komünizmi kisvesi altında veya bunun adına, 18. yüzyılın (burjuva) demokrasisi teorilerine geri dönmek, esasında bu ‘21. yüzyıl komünizmini ‘saf’ ve ‘sınıfsız’ olduğu kabul edilen bir demokrasi – sınıflar var olduğu sürece gerçekte sadece burjuva demokrasisi, ve burjuva diktatörlüğü olması anlamına gelen bir demokrasi – ile eşit görmektir. Bir taraftan görmezden gelinen, modası geçmiş olarak yaklaşılan, veya bir dogma olarak reddedilen, (veya bir soyutlama olarak kabul edilen ve daha sonra pratik mücadeleyle alakasız görülerek, anlamsız bir ‘komünizmin ABC’si’ telakki edilerek köşeye atılan) eski, gerici devletin ortadan kaldırılması ve tasfiye edilmesi, radikal olarak farklı yeni bir devletin ortaya çıkmasının gerekliliğine yönelik tüm bu bilimsel komünist anlayış (ki bunun bedeli Paris Komünü döneminden bu yana tekrar tekrar milyonlarca ezilenin kanıyla ödendi) toplumun tamamını dönüştürmede ve insanlığın tamamını özgürleştirmede, eskiden ezilen kesimlerin çıkarlarını temsil etmektedir, aksi takdirde, devrimci mücadelenin kazanımları çarçur edilmiş ve ortadan kaldırılmış olacaktır, ve devrimci güçler yok edilecektir.”
Bugün Komünist Olmanın Kıstası Bob Avakian’ı Savunmaktır
İbrahim Kaypakkaya’dan bize yadigâr kalmış anıt eserine baktığımızda, Marksist bilimin ve pratiğin kritik çelişkilerinin (mesela ustalarda rüşeym halinde, son derece tali planda olan milliyetçi kimi yaklaşımların; gerçeği büküp-siyasi hakikat yapmanın, işçi sınıfını şeyleştirmenin, tarihin tekerleğinin mutlak surette ileriye gideceği fikrinin, bunun ön ayak olduğu kendiliğindenlik nosyonunun, dünyadaki tüm siyasi ve iktisadi çelişkilerin itici gücünün sermayeler arası rekabetten kaynaklanan anarşi olduğu gerçeğini vb.) Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin, SSCB ve Çin’deki geriye dönüşlerin, sosyalist ülkelerde, Stalin ve Mao yoldaşların önderliğinde milli çıkarların dünya devrimine kurban edildiği anların, Türkiye’deki niteliksel değişimin, Kürt Milli Hareketi’nin 40 senede kat ettiği merhale ve bunun Türkiye/Kürdistan toplumlarında neden olan siyasi/ideolojik ve askeri hususların, dünyanın son 50 senede içinden geçtiği süreçlerin tahlilini aramak her şeyden evvel İbrahim Kaypakkaya yoldaşa haksızlık olur.
Bu ve daha bir dizi çelişkinin cevabı Bob Avakian’ın mimarı olduğu Yeni Komünizm’de enine boyuna ele alınıp, tartışılmakta ve bir senteze dönüştürülmektedir. Oldukça kapsamlı Yeni Komünizm literatürünün yeni nesil İbocular ve devrimciler tarafından okunması elzemdir.
Zira bugünün dünyasında kapitalist emperyalist kampla siyasal İslamcı Cihadizm arasındaki kapışmada ortalama bir “İbocunun” takınacağı tavır ne olabilir? Ya Taliban’da, Hamas’ta veya Hizbullah’da bir anti-emperyalizm keşfedecek ya da Alevi köklerini ve Kemalist çakma sekülerliği hatırlayarak kerhen de olsa demokratik, çağdaş Batı’nın yanında yer alacaktır. Geçtim ortalama bir “İbocunun”, Avakian’ın Marx’dan bu yana yapılmış en kapsamlı din eleştirisinden mahrum olmasını, gayet somut olarak bu konuya dair yaptığı “bu iki kamptan birini tercih etmek yek diğerini güçlendirir” tespitini bilmediği için doğal olarak siyasi arenada savunmasız kalacaktır.
Bir başka örnek üzerinde duralım. İklim krizi ya da emperyalist ülkelere büyük göçü ele alalım. Bu çelişkilerin altında yatan ana etmen kapitalizmin temel çelişkisinin önemli ancak başlıca olmayan hareket biçimi olan klasik bildiğimiz, “emek sermaye çelişkisi” midir? Şayet öyleyse hangi patron-işçi çatışması, dünya çapında ısının iki derece artması halinde insanlığın bir felaketle karşı karşıya gelmesine neden olmuştur? Peki emperyalist ülkelere kitlesel göçler, hangi grev ya da grevler zincirinin sonucudur? Bu çelişkileri ittiren ana unsur, emperyalist sermayeler arasındaki rekabetin beraberinde getirdiği anarşik dinamiktir. Bu anarşik dinamik kapitalist emperyalist bünyede arzu edilmedik, iklim ya da göç “metastazlarına” neden olmaktadır. Farzı mahal, Alman sermayesinin Co2 tüketiminde geri adım atması demek, Çin sermayesinin arayı açacağı anlamına gelir. Farzı mahal, Suriye’de Rus emperyalistlerinin ya da Batılı emperyalistlerin feragat edecekleri sekter bir savaş, jeo-stratejik ve jeo-politik açıdan rakiplerden biri ya da birkaçının kaybı anlamına gelecektir. Körüklenecek bu savaşın beraberinde getireceği göç dalgası ve sonuçları özellikle de Batılı emperyalistlerin arzu etmeyecekleri ama zorunlu olarak yaşamak durumunda kaldıkları bir dert yığını olarak durmaktadır. Şimdi meseleleri bu şekilde ele alış, kavrayış ve tahlil kabiliyetini biz bugün Bob Avakian’a borçluyuz.
Gelelim faşizm meselesine. Dikkatli bir gözle okunduğunda İbrahim Kaypakkaya yoldaş, dünya komünist hareketinin faşizm tespitlerinden esasen dertlidir. Dertlidir çünkü Dimitrof’un faşizm tahlili, esasen burjuva demokrasisini kutsamaya kapı aralayan bir tahlildir. Evet, Kaypakkaya yoldaş Dimitrof’un bu tahlilini eserinde aktarmakla birlikte, aynı anda şu harikulade uyarıyı yapma gereği görür: “Bir komünist hareket için elbette iki gerici klikten birini tercih etmek söz konusu olamaz. Komünist hareket, ikisini de düşman olarak görür; ikisini de devirmek için mücadele eder (…) Bilir ki, hâkim sınıflar arasındaki bu boğuşma, her an halka karşı bir birleşmeye dönüşebileceği gibi, bugün en gerici olan kliğin yerini yarın diğeri de alabilir.” Bu tespit, bu berraklık, Dimitrof’da yoktur. İbrahim Kaypakkaya’da vardır. Ama bu tespitiyle bağı içerisinde dertli olduğu ve cebelleştiği bir diğer konu ise devletin “faşist” olmasıdır. Oysa devlet kendi başına sadece ve sadece bir baskı aracıdır. Ya burjuvazinin ya da proletaryanın sınıf diktatörlüğünün karmaşık, ideolojik ve felsefi bir şeklidir. Burada sorulması gereken soru şudur. Burjuva diktatörlüğü faşist olursa mı devrilecek yoksa burjuva demokrasisi uygulanırsa da devrilecek midir? Aslında, “Komünist hareket, ikisini de düşman olarak görür; ikisini de devirmek için mücadele eder” diyen Kaypakkaya açısından cevap kesindir: “her ikisini de devirmek”! Ama “devletin” faşist olması halinde, iktidara kim gelirse gelsin faşizm uygulamasını zorunlu kılacaktır. Yoldaş Kaypakkaya buradaki teorik tespitin hakikatle çelişkisini gördüğü için bir kez daha dertlidir. Haliyle onun için kimi zaman “yarı faşizm” kavramını kullanmayı gerekli görür. Her halükârda bu dertli tespit geride kalan 50 sene içerisinde faşizme karşı teyakkuzda olan ortalama İbocunun, yapılan kimi reformlar karşısında abandone olmasına, yalpalamasına ya da hakim sınıfların “ılımlı” kanatlarıyla gönülden ittifaklar kurmasın neden olmuştur. Aksi halde yıllarca süren “seçim boykotları”na rağmen ortalama İbocunun sandığa gidip, Ecevit ya da Erdal İnönü’lü CHP için oy atması neyle açıklanabilir? Bu durum AKP’li yıllarla birlikte tavan yapmıştır. Ve bugün ortalama İbocunun CHP, DEM ya da TİP’e oy vermesi sıradan bir hadise haline gelmiştir.
Bob Avakian’ın Yeni Komünizmi’ne göre, “Bir egemenlik biçimi olarak, faşizm burjuva demokrasisinin özü ile biçimi arasındaki çelişkiyi çözer, burjuva diktatörlüğünü olanca çıplaklığı ile uygulamaya koyar. Faşizm, kapitalist-emperyalist burjuva sınıfının diktatörlüğünün aleni uygulanmasıdır. Açık terör ve şiddete, toplumsal ve yasal hakların çiğnenmesine dayalı bir hâkimiyet biçimidir. Faşizm altında, devlet gücü ve fanatik birtakım serserilerin örgütlenmesi ve seferber edilmesi yoluyla türlü kesimlere, özellikle de ‘düşman,’ ‘istenmedik unsur,’ yahut ‘toplum tehdidi’ olarak nitelendirilen insanlara yönelik korkunç saldırılar gerçekleştirilir. Bununla eşzamanlı olarak –ve bu Nazi Almanyası ile Mussolini İtalyası örnekleri incelendiğinde de görülecektir– faşist bir rejim hâkimiyetini sağlamlaştırma maksadıyla hızlıca birtakım baskıcı uygulamaları pratiğe geçirme eğiliminde olacaksa dahi, nihai programını aşama aşama gerçekleştirmesi de hayli olasıdır. Bu bağlamda, sürecin türlü aşamalarında halkın bazı kesimleri baskı, sınır dışı edilme, ‘devşirme’, hapis ya da idam ile terörize edilirken, halkın diğer bazı kesimleri de eğer yapılanlara boyu eğer, karşı koymaktan ve direnmekten imtina ederlerse bu canavarlıklardan kurtulabilecekleri güvencesinin bulunduğunu düşünmeye sevk edilir.’”
Bir kenar notu olarak, “Sen Biden’ı destekledin”
Bu uzun yazı aslında burada bitebilirdi. Ama bir husus var ki üzerinde durmamak “yorgun İbocuya” yapılmış bir haksızlık olacaktır.
Devrimci Komünist Parti, ABD 1975 yılında kurulmuştur ve o tarihten beri dünya çapında hayatta kalan ender gerçek komünist partilerden biridir. RCP, ömrü hayatında hiçbir eyalet ve federal seçime katılmamış, bilakis her seçimi sadece boykot etmekle yetinmemiş, her seçim kampanyasında aktif bir şekilde seçimlerin neden boykot edilmesinin gerektiğini aktif bir şekilde kitlelere giderek anlatmış bir partidir. Dahası bu parti, ABD’de bayrak yakmakla, düşmana açıktan meydan okumakla ün salmış bir partidir. Emperyalist ulusa, ulusal değerlere, “kurucu babalara” ihanet etmekte RCP’nin üstüne yoktur. Öyle ki, kurucu kadrolarının kimi ABD askeriyken Vietnam Savaşı’na katılmayı reddedip içeri atılıp, zindanda devrimci olmuş; kimi 1979’da Tahran’daki ABD Büyükelçiliğinin önünde ABD bayrağı yakıp, “burası bizim temsilciliğimiz değildir” diyecek kadar gözü dönmüştür. Kimi, Birinci Irak Savaşı esnasında savaşa katılmıyorum deyip, ABD Anayasa Mahkemesi önünde ABD bayrağını ateşe vermiştir…
Yasal olduğu halde, burjuva demokratik yasallığın “nimetlerini” elinin tersiyle iten bu partinin lideri Bob Avakian’a 1 Ağustos 2020’de ne olmuştur da “yorgun İbocunun” ağzına sakız ettiği, “Biden’e oy verme” çağırısında bulunmuştur?
İşte bunun cevabını gelin şimdi Bob Avakian’dan okuyalım:
“Trump/Pence rejimii devirmek için sadece oy verilmesine güvenmek neredeyse kesin olarak çok kötü, hatta feci sonuçlara yol açacak bir durumdur.
(…)
Bu faşist rejim tarafından neyin temsil edildiğini görmek gerekiyor, ayrıca Trump’ın sadece ona karşı oy kullanacak kişilerin oylarını bastırmaya çalışmakla kalmayıp aynı zamanda görevde kalmak için güçlü ve şiddetli bir baskı kullanmaya da hazırlandığını görmek gerekiyor. Bu rejimin HEMEN ŞİMDİ! (OUT NOW!) gitmesi gerektiği şeklindeki birleştirici talep etrafında şu an gerçekten büyük ve sürekli bir seferberlik kurmak kritik ve ivedi bir önem taşıyor! – Ve eğer durum gerektiriyorsa, seçimden sonra bile buna devam etmeye hazır olma yönelimi ile bunun yapılması gerekiyor.
Bu kritik zamanda bu rejimi iktidardan uzaklaştırmak için şiddet içermeyen ve uygun olacak her yoldan yararlanılmalıdır. Ve eğer Trump/Pence rejiminin devrilmesini talep eden kitlesel protestolara rağmen bu rejim oy verme zamanı geldiğinde iktidarda kalırsa –temel olarak buna dayanmadan- bu rejimin gitmesi için gerekli tüm araçlar kullanılmalıdır ve bu süreç Trump aleyhine oy vermeyi de içermek durumundadır (eğer seçimin fiilen yapıldığını varsayarsak). Açık olmak gerekirse, bu durum kazanma şansı olmayan bazı adaylar için ‘tepki oyu’ vermek demek değildir, Trump’a karşı etkili bir şekilde oy kullanmak Demokrat Parti adayı Biden’e oy vermek anlamına gelir.
Bunun nedeni, Biden’ın (ve genel olarak Demokrat Parti’nin) aniden oldukları şeyden başka bir şey haline gelmesi değildir: bunlar sömürücü, baskıcı ve kelimenin tam anlamıyla ölümcül kapitalizm-emperyalizm sisteminin temsilcileri ve araçlarıdır. Seçim süreci, biz devrimci komünistlerin Burjuva Seçim Saçmalığı (BSS) olarak isyan ettiğimiz şey olmaya devam ediyor. Bu seçim süreci boyunca daha iyiye yönelik hiçbir temel değişikliğin gerçekleşemeyeceği ve genel ve bütün olarak, özellikle de bu sistem altındaki oylamanın bir yol olarak -ve dahası bunun tek yol olarak- görülmesi halinde bunun mevcut sistemi güçlendirmeye hizmet edeceği, anlamlı bir değişim yaratmayacağı bir durum söz konusudur.
Ancak bu seçim farklıdır…
Mesele Biden ve Demokratların ‘iyi’ bir şeyi temsil edip etmedikleri ya da temel anlamda Demokratların Cumhuriyetçilerden ‘daha iyi’ olup olmadığı değildir. Bu tarafların ikisi de iktidardaki siyasi partileri yönetiyor ve hiçbir aday en temel ve esas anlamda ‘iyi’ bir şey temsil etmiyor. Biden anlamlı bir şekilde Trump’tan ‘daha iyi’ değildir – bununla birlikte Trump da değildir ve faşist düzenin sağlamlaştırılması ve uygulanması açısından gerekli olan hareketin bir parçası olmadığı anlamına gelir.
Bu seçime, hangi adayın ‘daha iyi’ olduğu şeklindeki bir bakış açısıyla yaklaşmak söz konusu olanın gerçekten derin risklerini ve potansiyel sonuçlarını anlamamak demektir. Gerçek şu ki, bu seçimlerden yalnızca tek bir ‘iyi’ çıkabilir: Trump’a ve tüm faşist rejime kesin bir yenilgi yaşatmak. Bunu yapmak, Trump/Pence rejimi tarafından temsil edilen her şeye ve bu sistemin tüm baskı ve adaletsizliklerine karşı mücadeleyi sürdürmeye devam etmek için çok daha iyi koşullar yaratacaktır ve dünya halklarına büyük bir hediye olacaktır.” (abç)
1975’ten beri kadrosundan taraftarına kadar devrimde ısrar etme prensibiyle eğitilmiş, donatılmış bir partinin bu kararı alması tabii ki kolay değildir. Dünyanın ve ABD’nin başına Biden’dan çok daha büyük bir felaketi getirmeye namzet Trump tehlikesi 3 Kasım 2020 seçimlerinde atlatılmıştır FAKAT BU TEHLİKE BİTMİŞ DEĞİLDİR. Önümüzdeki ABD seçimlerinde Trump’ın iktidara gelme olasılığı çok yüksektir. Bu işin bir yanıdır ve hep birlikte yaşayıp göreceğiz. Yalnız Trump’ın 2020’de seçimleri kaybetmiş olması felaketler skalasından bakıldığında “dünya halkları için büyük bir hediye” olmuş mudur? Ukrayna Savaşına başında Biden’ın bulunduğu ABD önderliğindeki NATO’nun bodoslama dahil olması ve Gazze Soykırımı’na RAĞMEN yine de EVET. Çünkü ABD içerisinde ve tüm dünyada Trump’ın nükleer silahlarla estireceği terörü anlamak, bilmek ve hayal etmek için insanın bir anda Hitler, Musolini, Mustafa Kemal, Şah Rıza Pehlevi, Humeyni, Saddam, İdi Amin, Marcos, Bolsenaro, Mudi ve Nethanyahu gibi faşist diktatörlerin TOPLAMININ suç dosyasını hatırlaması gerekir.
Bu işin bir yanı ve samimi olanlarla hala tartışılacak bir konudur. Öte taraftan şunların da bilinmesinde fayda var. Avakian’ın bu çağrısının ne öncesinde ne de sonrasında, RCP’nin yayınlarında, propagandasında Biden yanlısı bir tezahürat, ABD bayraklı bir propaganda, Demokrat Parti’ye yaranma ve yılışma, Demokrat partiyi ya da Biden’ı eleştirdi diye bir yazının yayınlanıp da sonra yayından kaldırılması gibi rezaletleri görmek hiçbir Avakian karşıtına nasip olmamıştır.
Öte yandan devrimin ve insanlığın sorumluluğunu sırtında taşıma bilincinde olan gerçek önderlerin aralarındaki mesafe uzaklığına rağmen, siyasetin aynı bam teline vuruyor olmaları şayana dikkattir. İşte burada gelin İbrahim Kaypakkaya’nın Bob Avakian’ı destekleyen şu sözlerine kulak verelim:
“Komünistler ister parlamenter maskeli olsun, ister bu maskeyi de bir kenara fırlatsın, faşist diktatörlüğün bütün biçimlerine karşı, en geniş burjuva demokrasisini savunurlar. Burjuva anlamda da olsa, en demokratik bir seçim sistemiyle seçilen bir parlamentoyu, proletaryanın serbest örgütlenme hakkını vb. faşist diktatörlüğe karşı savunurlar. Çünkü böyle bir diktatörlük, faşist bir diktatörlüğe kıyasla proletaryanın nihai hedefine ulaşması bakımından daha elverişli şartlar yaratır. Fakat burjuva parlamentosu ‘kitleler için vadesini doldurduğunda’, komünistler, en demokratik olanını bile kaldırıp bir kenara fırlatırlar.” (abç)
Görüleceği üzere burada İbrahim Kaypakkaya’nın da Bob Avakian’ın da derdi: DEVRİM YAPMAKTIR. Her ikisi de sırtında yumurta küfesi taşıdıkları için, İbrahim Kaypakkaya yoldaş açısından mesele devrimin çıkarları açısından, “daha elverişli şartlar” iken Bob Avakian açısından da daha farklı olmadığı için o da “çok daha iyi koşullar” oluşturma derdindedir.
Evet bugün kendisini “İbocu” olarak görenlerin bütünü şüphesiz yukarıda eleştiriye tabi tutulanlardan oluşmamaktadır. Objektif olarak Maozim ikiye bölünmüş tersine dönmüştür. Ancak bütün çizgi problemleriyle beraber bugün kendisini bu cenahın bir parçası veya devamı olarak görmeye devam edip gerçekten de devrim isteyen azımsanamayacak sayıda insan da vardır. Bunlar yoldaşlarımız, mücadele dostlarımızdır. Onlarla tıpkı Avakian ve RCP’nin yıllar boyunca yaptığı gibi ilkeli bir zeminde tartışma yürütmeyi, bu dinamiğin devrimi ilerletici bir rol oynamasını sağlamaya çalışmak devrimci bir görevdir. Yine aynı şekilde siyasette tayin edici olan ve buradaki eleştirilerin ana odak noktası olan hareketlerin önderlikleri ve bütün bu durumdan rahatsız olmaya devam eden, hala gerçek bir devrimi arzulayanlar arasında ayrışım çizebilmeyi ve onlarla da ilkeli bir temelde devrim için tartışabilmek ve birleşebilmek de devrimci bir görevdir. Önümüzde yakıcı bir şekilde duran esas mesele bugün bir devrimin; zorunlu, mümkün ve arzulanabilir olmasıdır. Bu temel meseleyi unutmadan ve bunun bilinciyle; dedikodular temelinde değil çizgi temelinde tartışmayı derinleştirmekte keza bir başka hakikattir.