11. Yargı Paketi ve Bununla Mücadele Üzerine

Editörün Notu: Okumakta olduğunuz yazı, bir yeni komünizm okuru tarafından kaleme alınmıştır. 11. Yargı Paketinin ne olduğu, neyi hedeflediği ve bu yargı paketine karşı nasıl bir mücadelenin acil bir ihtiyaç olduğuna dair temel oryantasyonları sunmaktadır.


Yakın zamanda Meclis’e sunulması beklenen, AKP-MHP faşist ittifakının yaratıcısı ve yürütücüsü olduğu 11. Yargı Paketi’nin taslağında LGBTİ+’ların yaşam hakkını ve insan haklarını hedef alan ciddi düzenlemeler yer alıyor. Yargı Paketi taslağındaki düzenlemeler, bu sene başında KaosGL’nin ulaştığı LGBTİ+ düşmanı yasa tasarısının neredeyse aynısı.

T24’ten Ceren Bayar’ın ulaştığı taslağa göre; 11. Yargı Paketi’nin taslağında Türk Ceza Kanunu’nun ‘Hayasızca Hareketler’ başlıklı 225. maddesinde değişikliğe gidilecek. Maddeye

LGBTİ+’ların hapis cezası almasının önünü açacak şu fıkra eklenecek:

“Doğuştan gelen biyolojik cinsiyete ve genel ahlaka aykırı tutum ve davranışta bulunan ya da bulunmayı alenen teşvik eden, öven veya özendiren kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”

11. Yargı Paketi’nin taslağında cinsiyet uyum süreci ve beden uyum süreci ameliyatlarına yönelikengelleyici ve baskıcı düzenlemeler de yer alıyor. 18 olan cinsiyet/beden uyum süreci yaşı, 25’e çıkarılıyor. Cinsiyet/beden uyum süreci ameliyatı için gerekli koşullar şöyle düzenlendi:

    • İstemsahibinin 25 yaşını doldurmuş bulunması ve evli olmaması
    • Cinsiyet değişikliğinin ruh sağlığı açısından zorunluluğunu Sağlık Bakanlığı tarafındanbelirlenen tam teşekküllü bir eğitim ve araştırma hastanesinin resmi sağlık kurulu raporuyla belgelenmesi
    • Buraporun en az üçer ay aralıklarla yapılacak dört değerlendirme sonucunda verilmesi
    • Belirlenen hastane tarafından verilen resmi sağlık kurulu raporuyla doğrulanması halinde, mahkemece nüfus sicilinde gerekli düzeltmenin yapılması

Kendi deyimleriyle “Cinsiyet değişikliği”ni düzenleyen maddede ‘kanuna aykırı cinsiyet değişikliği’ operasyonu yapılmasına da ceza öngörüldü. Taslakta “Kanunla belirlenen koşullara aykırı olarak kişinin cinsiyetini değiştirmeye yönelik herhangi bir tıbbi müdahalede bulunan faile üç yıldan yedi yıla kadar hapis ve bin günden on bin güne kadar adlî para cezası verilir” denildi.

Maddenin gerekçesinde “Düzenlemeyle, fiziki ve ruhsal açıdan sağlıklı bireylerin ve nesillerin yetiştirilmesi ile aile kurumunun ve toplum yapısının korunması amaçlanmaktadır” ifadesi kullanıldı.

11. Yargı paketi neyi amaçlamaktadır

11. Yargı Paketi, devletin “AileYılı” politikasının devamı olarak biyolojik cinsiyet temelinde toplumsal cinsiyetin yeniden üretilerek feminen ‘kadın’ ve maskülen ‘erkek’ dışında bir varlığın olmasını engellemeyi ve bu yolla kendi kutsal aile politikasını sürdürmeyi amaçlamaktadır. Bu, özellikle trans ve intersekslerin beden özgürlüğünün ve yaşam hakkının ihlal edilmesi anlamına geliyor. Cinsiyet/beden uyum süreçlerine, hormon kullanımına ve bir temel insan hakkı olan sağlığa erişime ket vurulmasıyla trans ve interseksler; devletin bedenleri ve yaşam özgürlükleri üzerinde tam anlamıyla tahakküm kurmuş “nesne”ler haline getirilmeye ve dolayısıyla makul görünüş ve bedenlere hapsedilmeye çalışılıyor. Trans ve intersekslerin haricinde, toplumsal cinsiyet normlarına uymayan her bir insanı etkileyebilecek bu tasarı ile; ‘makul’ davranış, ‘makul’ görünüş ve ‘makul’ yaşamı yasa aracılığıyla yaygınlaştırarak zorunlu tutmak amaçlanıyor.

11. Yargı Paketine karşı nasıl bir mücadele yürütülmelidir?

Bu insan onuruna aykırı, temel insan haklarına ve temel yaşam özgürlüğüne ket vuran 11. Yargı Paketi’ne karşı tüm ilerici kamuoyunun bir arada mücadele yürütmesi bir zorunluluktur.

Devletin yıllardır süregelen transfobik ve lgbti+ fobik politika ve uygulamaları, bu yargı paketi taslağının gün yüzüne çıkmasıyla var olan en faşist niteliği kazanmıştır. Özellikle son yıllarda devletin “Aile Yılı” kavramını bir sloganmışçasına benimseyerek neredeyse her politikasını bu kavram üzerinden gerçekleştirmesiyle lgbti+lara ve kadınlara yönelik ihlal, baskı ve saldırıların hızla arttığını söylemek su götürmez bir gerçektir. AKP-MHP faşist iktidarının varlığının dayanağı olan politikaların bir sonucu olarak karşımızda duran 11. Yargı Paketi Taslağı, gerek toplumsal kesimlerin gerek kitle örgütlerinin gerekse kendini ‘ilerici’ olarak adlandıran tüm kamuoyunun karşısında durması ve bir arada mücadele etmesi gereken somut bir faşist pratiktir. Bu pratikle salt lgbti+ların mücadele etmesi gerektiğini savunmak, kabul edilemez ve pratikte herhangi olumlu bir değişim yaratmayacak cinstendir. Halihazırda içinde bulunduğumuz durumla tüm ilerici kamuoyunun bir arada mücadele etmesi, reddi olmayan bir zorunluluktur.

Temel insan haklarına, temel yaşam hakkına, interseks ve transların temel insan hakları ve beden özgürlüklerine yönelik kısıtlayıcı ve baskılayıcı herhangi bir politika ve uygulama; insan haklarına aykırıdır ve faşizmin pratiğidir. Bu pratikle mücadele etmek, bu ve diğer sayısız faşist pratiği ortadan kaldırmanın yegane çözümü ise tam anlamıyla gerçek bir devrimdir.




Nepal’deki Gösteriler ve Sözde Maoist Hükümet Üzerine

Nepal’in başkenti Katmandu’da sosyal medya yasağı ve yolsuzluk iddialarına karşı başlayan gösteriler, Başbakan Khadga Prasad Sharma Oli’nin istifasıyla sonuçlandı. Nepalli gençler, “yolsuzlukları durdurun, sosyal medyayı değil” sloganlarıyla sokaklara inerek birçok devlet binasını ve başbakanlık özel konutunu ataşe verdi.  Bu yazı kaleme alınırken gösteriler hala devam etmektedir.

Şimdi bazı aklı evveler Nepal’de olanları “Maoistlere” bağlayarak, bir kumarbazın el çabukluğuyla, devrimizin hakiki kazanımlarıyla, burjuvazinin saflarına iltihak etmişleri aynı potada eritmek istiyor. Tüm siyasi hayatlarını devrimci komünizme saldırarak ve en iyi ihtimalle burjuvazinin “sosyal-demokrat” eleştirisiyle geçirenler, gerçek bir devrimi rüyalarında dahi görmemiş Troçkistlerin, Nepal’deki devrim tarihi hakkında sıfır bilgiyle üfürmeleri ve devrimin başarısızlıklarını kendi cephaneliklerine eklemeleri, aslında ezilenlerin mücadelesine karşı duydukları küçük burjuva kinizminden başka bir şey değildir. Ama bu tür ucuz tartışmalara girmeyeceğiz.

Bu yazının amacı, Nepal’deki halk kitlelerinin yaşadığı derin ekonomik ve sosyal kriz üzerine odaklanmak yerine, Nepal revizyonizminin giderek yozlaşarak nasıl burjuvazinin pespaye temsilcilerine dönüştüğüne dair bazı temel hakikatleri ortaya koymaktır.

Nepal ve Maoist Halk Savaşı

Şubat 1996’da NKP (Maoist), “dünyanın çatısında” devrimci Halk Savaşını başlatarak ve komünist devrimin kızıl bayrağını yükselterek, büyük bir mücadeleyi başlatmaya cüret etti. Bu, sadece Nepal’deki ve dünyanın o bölgesindeki insanları değil, dünyanın birçok yerinde yeni devrimci bir devlet iktidarına ulaşmak için, özgürleştirici mücadelenin başlatılmasını görmek için can atan bütün herkesi umutlandırdı. NKP (M) kısa zamanda Nepal kırlarında başarıya ulaştı ve Nepal’in %90’ını kontrol eder hale geldi. Bu bölgelerde feodalite altında ezilen köylülerin, kadınların ve etnik azınlıkların özgürleşmesine neden oldu. Kadınlar, Nepal tarihinde ilk defa kendi özgürlükleri için ayağa kalktı ve gerçek bir devrimin öznesi oldu. Ezilen köylüler, kurulan halk komünlerinde gerçekleştirdikleri ortak ve verimli üretim sonrasında kendine yetebilir bir tarımla kıtlık ve yoksulluktan kurtuldu. Nepal bu yıllarda, devrimci komünizm için büyük ilham oluyor, dünya çapında ezilenlere umut veriyordu.

NKP(M), Nepal’deki iktidar yürüyüşünün uzaması, devletin niteliği, emperyalist kuşatma gibi birçok sorunla karşılaştı. Bunlar baş etmeye çalıştığı ama devrim mücadelesinin belirli bir aşamasında yalpalamaya, gerilemeye ve geri dönmeye iten zorluklardı. Şüphesiz ki bu zorluklar sadece “Nepal”in değil, bir devrimi gerçek kılmanın zorluklarıydı. Ve bu sorunlara yönelik bir dizi oryantasyon, öneri, eleştiri Bob Avakian’ın kurucusu ve önderi olduğu RCP (Devrimci Komünist Partisi) tarafından yapıldı. RCP ve NKP (Maoist) arasındaki fikir ayrılıkları -ki aslında bu uluslararası komünist hareketin de içinde olduğu fikir ayrılıklarıdır- şu üç noktada yoğunlaşıyordu:

“1) Devletin niteliği ve özellikle de, gerici devlete (Nepal özgülünde monarşisiz bir gerici devlete) katılma ve onu “mükemmelleştirme” ye yoğunlaşmış bir stratejiyi benimsemenin aksine, proletarya ve onun komünist öncüsü önderliğinde yeni bir devlet kurma ihtiyacı;

2) Daha özgül olarak, kapitalizmi geliştirmeye ve dünya emperyalist ağı içerisinde kendisine yer aramaya odaklanmış bir burjuva cumhuriyet kurmanın aksine, ilk adım olarak, eski düzenin yıkılması üzerinden, Halk Savaşı süreci içerisinde ortaya çıkarılan yeni üretim ilişkileri ve toplumsal ilişkiler temelinde, ekonomik temelin geliştirilmesi ve buna tekabül eden, ulusun emperyalist hakimiyetten ve feodal ilişkilerden özgürleştirilmesinin kurumlarını üstlenen yeni bir demokratik devlet kurma ihtiyacı;

3) Eklektizm, pragmatizm ve “taktik kurnazlıklarına”  ve burjuva reel-politik diye ifade edilen şeye bel bağlama girişimleri –emperyalist (ve diğer büyük güçler) egemenlik ve mevcut baskı ve sömürü ilişkileri çerçevesinde manevra yapmaya kalkışmanın aksine, teorinin ve iki-çizgi mücadelesinin dinamik rolü (komünist partiler içinde ve genel olarak komünistler arasında ideolojik ve siyasi sorunlar üzerine mücadele).”1

Maalesef NKP(M), bu üç meselede oldukça ağır çizgi hatalarında ısrarcı oldu ve bunları daha da sistematize etti. Yeni Demokratik devrim öncesi bir “burjuva devrimi” gerçekleştirilmesi gerekliliği, Halk Kurtuluş Ordusu’nun tasfiye edilerek, “sınıf iktidarı olmayan devlet” modeline entegre edilmesi, komünlerin tasfiye edilerek kırların tekrardan ilk önce ağalara-zengin köylülere  bırakılması ve sonradan “serbest pazara” eklemlenmesi gibi ağır revizyonist çizgiyi takip ederek, burjuvazinin kanatları altına girdi. Ve sonuç olarak 2008’de “feodal demokratik cumhuriyete” bağlılıklarını beyan ederek, baskıcı ve sömürücü ilişkilerin aygıtı olan devletin “hükümeti” haline geldiler.

Gerçek bir devrim yapamamanın ağır maliyeti

 

Nepal’de yaklaşık 20 yıldır süren seçimlerde kah NKP(M) kah bu partiyi aratmayacak kadar devrim düşmanı NKP (Marksist Leninist Birlik) -yeni devrik başkan Khadga Prasad Sharma Oli’nin partisi- ezilen halk kitlelerini seçim sandığıyla ağır bir mengeneye aldılar. Halk saflarında, yoksulluğa ve yolsuzluğa olan öfkeyi, “partiler yarışı” şekilde geçiştirerek, aynı düzenin parçası oldular. Sharma Oli ve ittifakının yolsuzluklarla anılması, Nepal devriminin bataklığının önemli figürlerinden olan Parachanda da nasibini aldı. Çocuklarının “emlak zengini” olması, uzun zamandır halk nezdinde büyük tepkilere neden oluyordu. Fakat esas mesele şu ki, Parachanda’nın ve çocuklarının evleri yakılırken “helikopterle” kaçtığı iddiası çok ağırdır. Zira Nepal’de devrimin yükseliş zamanlarında Nepal önderliği, hem bölgesel hem de uluslararası gericiliğe karşı Kızıl Siyasi İktidarlarda, bizzat halk tarafından korunuyorlardı. Artık halkın hedefi haline dönüşmekte izlenilen burjuva çizginin belirleyici faktörü oluşturduğunu söylemek gerekir. Her ne kadar başka ünlü bir revizyonist olan Bhattarai, gençliğin rol oynadığı bu ayaklanmayı “karşı devrim” olarak nitelendirmiş olsa bile geçmişte halk tarafından korunan önderliğin bugün nasıl halkın hedefi olduğuna dair maddi ilişkileri söyleyememektedir.

Nepal’de krallığın sona ermesinden bu yana -ki bu son derecede önemli bir olaydı– dümenin burjuva iktidarın inşasına kırılması, devrim için ayağa kalkan ve bedel ödeyen binlerce insanı yeniden ve yeni kabuslara iteledi. Nepal bu süreçten sonra “bölgesel güçler” olan Hindistan ve Çin’le uyumlu bir politika izlemeye özen gösterdi. Dünya pazarına daha hızlı entegre olabilmek için Birleşmiş Milletler ve ABD ile çeşitli anlaşmalara imza attı. Nepal, uzun süren bir iç savaştan sonra tekrardan emperyalist sermayenin “girişim” ve “yatırım” yapabileceği “güvenilir” bir ülke oldu. Nüfusun %20’sinin işsiz olması yoğun emek sömürüsünü de ateşledi. Beri yandan ise, babalarına ve erkek kardeşlerine meydan okuyarak devrime katılan kadınlar, köylerine geri döndüler, yeniden feodal baskıcı ilişkiler ağına hapsedildiler. Daha önce, Kızıl Siyasi İktidarlar tarafından yasaklanan ve cezalandırılan çocuk evlendirmeleri, çocuk kaçırmaları yeniden boy verdi. Genç kadınlar ve kız çocukları, çeteler tarafından kaçırılarak Hindistan fuhuş endüstrisinde çalıştırıldı. Ve tüm bu aktarımlarımız, Nepal’deki gerici tablonun sadece bir kaç yönüdür.

Daha da önemlisi, Nepal’de gerçek bir devrim yapamamamız ve ağır revizyonist çizgi, devrimci ve komünist güçler üzerinde oldukça olumsuz bir etkiye neden oldu. Bazı sözde Maoistler, NKP(M)’nin çizgisini açıktan desteklediler -Türkiye’den destekler için Devrimci Demokrasi’nin 2008 ve 2009’da, Nepal Devrimi üzerine yapılan açıklamalarına bakılabilir-. Bu tür sapmalar devrimci saflarda da hali hazırdaki çizgi problemlerini daha da güçlendirdi ve problemlere yeni bir nitelik verdi. Açıkçası Maoizm bölündü ve tersine döndü.

Bununla birlikte, dünyada emperyalizme ve diğer gericilere karşı ayaklanan, şu ya da bu şekilde tepki duyan insanlar için bir kutup yıldızımızın olduğunu bir düşünün! Bir düşünün, şayet biz Nepal’de -emperyalist kuşatma ve saldırı olasılığına rağmen- gerçek bir devrim yapsaydık, 2011’de Arap Baharında, 2013’de Gezi’de ve başka zamanlarda başka yerlerde ayaklanan insanlar için oldukça ilham verici ve yol gösterici bir örnek teşkil edecekti. Böylesi bir devrim, dünya devrimi için bir üst alanı olabilir, şu anda yaşamakta olduğumuz son derecede ağır anti-komünist dalgayı kırabilirdi.

 

Devrimin yeni bir dalgası için

İnsanlığın, gezegenin ve diğer canlı türlerinin bugün yaşamakta olduğu dehşetleri yaşaması gerektiğine dair hiçbir “rasyonel” ya da bilimsel izahat yoktur. Son derecede baskıcı ve sömürücü sistem olan kapitalist-emperyalizmi köklerinden söküp atmak ve her türden sömürünün ve baskının olmadığı bir dünya mümkün, zorunlu ve arzulanabilirdir. Bunun için yapılması gereken, gerçek bir devrimin yol haritasına  koyulmasıdır.

Komünist devrimin ilk dalgası -1871’de Paris’te başlayıp 1976’da Mao sonrasında Çin’de sonlanan- çok önemli ileri atılımlar sergiledi ve büyük yollar katetti. Yine devrimimizin bu dalgası doğal olarak önemli hataları ve çizgi sorunlarını içerisinde barındırdı. Bob Avakian’ın mimarı olduğu ve önderlik ettiği yeni komünizm, özel olarak komünizm tarihimizden ve genel olarak insanlık tecrübelerinden öğrenerek, komünist bilimi niteliksel olarak ilerletti ve devrimci komünizmin yeni bir temelini yarattı. Şimdi insanlar, bu sistem altında yaşanılan devasa sorunlarla baş etmek ve baskının, sömürünün olmadığı bir dünyaya yol almak istiyorlarsa, yeni komünizmi edinmeli, etüt etmeli ve esas almalıdırlar. Bu komünist devrimin yeni bir dalgası için yegane temeldir.


Dipnotlar:

1) https://yenikomunizm.com/ne-getirip-ne-goturecegi-tarihsel-oneme-sahip-bir-yazisma/


Referans yazıları için aşağıdaki linklere bakınız:




CHP İstanbul İl Kongresine Kayyım Atanmasına İlişkin Oryantasyon Notları

1.) Rejim, 2016 yılında konsolide ettiği Türkçü-İslamcı faşizmi ne pahasına olursa olursun devam ettirmek istiyor

AKP bir hakim sınıf partisidir, dolayısıyla en temel kriteri TC’nin devamlılığıdır. Nitekim TC devleti Türk hakim sınıflarının bir baskı aracıdır. Ancak hem AKP hem de İslamcılara bilfiil önderlik eden Erdoğan için bir diğer temel mesele ise rejimin devamlılığıdır. Rejim, devletten farklı olarak sınıf diktatörlüğünün niteliğini anlatır. Erdoğan 2002’de iktidara gelmesinden bu yana rejimini örmüş ve konsolide etmiştir.

En son girilen seçimlerde (31 Mart Yerel Yönetim Seçimleri) rejimin aldığı büyük yenilgi, İmamoğlu’nun dört kez üst üste Erdoğan’ın adaylarını yenmesi ve anketlerde CHP’nin ısrarla birinci parti pozisyonunu koruması rejimin İstanbul’a olan odağını güçlendirmiştir.

2.) Değişen dünya koşullarında “iç cephenin tahkimi” ve böl-parçala-yönet

Başta Çin olmak üzere diğer emperyalist güçlerin ABD’nin emperyalist hegemonayasıyla geliştirdiği rekabet sonucunda dünyanın farklı noktalarında gerçekleşen vekalet savaşları ve ekonomik yıpratma savaşları, 7 Ekim saldırısı ve akabinde gerçekleşmeye başlayarak hala da devam eden İsrail’in Filistin halkı üzerindeki soykırımı sonrası Ortadoğudaki siyasi saha bütün olarak değişmiştir. Faşist rejim bu dünya sahnesi içerisinde yol almakta ve bu dünya sahnesi içerisinde bir yandan rejimini ideolojik olarak sürdürmeye devam etmek istemekte bir yandansa hakim sınıfların çıkarlarını korumaya çalışmaktadır.

Bu tablo içerisinde Erdoğan, Özel’in seçilmesi akabinde CHP ile müzakereye oturmuş, Kürt hareketi ile yeni bir süreç başlatmıştır. Müzakere sürecinde “zaman kazanan” rejim Kürt hareketiyle masaya oturmasının akabinde bir diğer hakim sınıf partisi olan CHP’ye saldırılara girişmiştir. Bu saldırılarla CHP’nin legal Kürt hareketi ile olan taban ittifakını parçalamak, CHP içerisindeki nispeten sosyal demokratik kadroları hedefleyerek CHP’yi daha da sağa çekmek ve “dövüşün olacağı ring” için kendi koşullarını belirlemek istemekte bunu yaparken ise ilerici güçler ve Kürt halkıyla CHP’nin arasına bir duvar örmek istemektedir. Bu, rejimin böl-parçala-yönet siyasetidir.

3.) Hakim sınıflar arasındaki tutkal tutmamaktadır

Faşist rejimin bütün toplumsal muhalefete ve her türlü demokratik hakka karşı derin bir tahammülsüzlük içerisinde olduğu doğrudur. Hakim sınıflar arasındaki çelişkilerin zaman zaman keskinleştiği ve farklı hakim sınıf kliklerinin kendi aralarında mücadele ettiği de doğrudur. Ancak 19 Marttan bu yana rejim, burjuvazinin Kemalist kanadını hedef haline getirerek, burjuva muhalefette dahil olmak üzere bütün muhalif kesimleri hedef haline getirmek, saldırmak ve bu saldırılarıyla kazandığı meşruluk ile devletin aygıtları üzerindeki kontrolünü daha da perçimlemek istemektedir. Son tahlilde CHP, TC’nin kurucu partisidir ve kurucu partiye kayyım atanmasının gündeme gelmesi hakim sınıflar arasındaki yarılmanın derinleştiğini de gözler önüne sermektedir.

4.) Bu saldırılar esas olarak CHP’yi hedef almaktadır ancak aynı zamanda toplum üzerindeki gerici baskıyı kabul edilemeyecek boyutlara taşımayı da hedefler

Faşist rejim, bu rejime ve sisteme öfke duyan milyonlarca insanı derin bir umutsuzluğa sürüklemek, burjuvazinin muhalif kanadını bastırarak kendisine eklemlemek ve bu yolla rejimini sürdürmek istemektedir. Burada mesele rejimin hedeflediği gerici kutuplaştırmanın parçası olmamak ve bunun karşısında durarak temel demokratik hakları savunmaktır. Şayet temel demokratik haklar savunulamaz ve şu ya da bu şekilde rejimin gerici kutuplaştırmasının parçası haline gelirsek bu halk kitlelerini hakim sınıf klikleri arasında sıkıştıracak; geleceksizliklerini ve umutsuzluklarını sadece daha da arttıracaktır.

5.) CHP’den olamayacağı bir şey olmasını beklemek sonunda CHP’nin kendisine dönüşmeyle sonuçlanır

CHP ve rejim arasındaki çelişkilerin bir yarılma noktasına gittiği ve hakim sınıfların arasındaki tutkalın tutmadığı doğrudur. Ancak CHP 19 Mart sürecinin öncesinde ve sırasında da söylediğimiz üzere şeyleri sonuna kadar zorlamayacak ve “seçimle hesap sormanın” ötesine geçmeyecektir. Bunun çok temel bir nedeni vardır. Bir hakim sınıf partisi olan CHP bu rejimin olmasa da hakim sınıfların devleti olan TC’nin devamlılığını istemektedir. Şayet sürdürülebilirliği sağlanmış bir halk hareketi ortaya çıkar ve halk kitleleri faşizmden kurtuluş için umudu sokakta görmeye başlar, topyekün bir direnişe geçerse bu CHP’yi de var eden sistemin sorgulanmasına neden olabileceği gibi halk kitlelerinin temel demokratik haklarını sokak yoluyla alabileceğini içselleştirmesi herhangi bir hakim sınıf kliğinin kabul edebileceği bir durum değildir: Bu açık bir şekilde yaşamakta olduğumuz bu sistemi felce uğratma tehlikesini içerisinde barındırır.

6.) Neye ihtiyacımız var?

Öncelikle çok temel bir gerçeği tekrar vurgulayalım: Bu rejim ve onun bütün aygıtları tıpkı bütün faşist rejimler gibi gayrimeşrudur! Bu noktada halkın derinleşen öfkesinin seçimler yoluyla gemlenmesine, “muhalefet” içerisindeki sağcı güçlerin inisiyatif alarak siyasi ortamı boğmasına izin verilmemelidir. Bunu yapabilmenin tek yolu sürekliliği sağlanmış bir halk hareketinin bilinçli ve kararlı bir şekilde sokağı zapt etmesidir. Sürekliliği sağlanmış ve kararlı bir halk hareketinin önünde hiçbir iktidar aygıtı çözülme yaşamadan uzun süre dayanamaz.

Kayyım siyasetine ve rejimin bütün anti demokratik uygulamalarına karşı pozisyon almaya devam ederken gerçek bir kurtuluşun nerede olduğu sürekli bir şekilde gösterilmelidir. Mevcut rejimi yaratanın bu sistem olduğu teşhir edilmedikçe, CHP’nin çözümün değil sorunun bir parçası olduğu apaçık bir şekilde ortaya konulmadıkça büyük bir potansiyel daha heba edilecektir.




Fotoğrafçı İfşaları ve Ataerkinin Köklerinden Sökülüp Atılmasına Yönelik Acil İhtiyaç

Kısa bir süre önce sosyal medya kanalları üzerinden bazı fotoğraf sanatçılarının Kadın ve LGBTİ modelleri taciz ve istismar ettiğine yönelik bazı ifşalar yayınlandı. Ardından birçok kadın ve LGBTİ birey çok haklı olarak kendi başlarına gelen ve “sanat” kisvesi altında yapılan taciz ve istismarı teşhir etmeye başladı.

Teşhir ve ifşaların “aile yılı” adı altında kadının bastırılmasının ve LGBTİ bireylerin düşmanlaştırılarak hedef gösterilmesinin ağır politik atmosferinde gerçekleşmesi açısından da çok önemli olduğu kesinlikle bilinmelidir. Teokratik faşist rejim “LGBT ideolojisi” safsatası altında azgın bir saldırı yürütürken kendi “ideal kadın” inşasını topluma dayatıyor. “Muhafazakar”, aileye bağlı, erkin bir uzvu olarak kadının var olmasını söylüyor. Rejime “muhalif” olan ama bu sistemin, onun yönetici sınıflarının aynadaki aksi sureti olan “liberal” akıl ise, kadının “ev içi metalaştırılmasından” çıkararak, “toplumsal metalaştırılmanın” parçası haline getiriyor. Kadın böylece bu aterkil toplumda “özgür” birey olarak, “ailenin” zincirlerinden kopabiliyor kendi “seçimini” yapabiliyor ama aynı ataerkil dünyanın devamlılığı temelinde baskı ve sömürü değişik formlarda devam ediyor. Bob Avakian’ın da söylediği gibi:

“Bir kadına burka giydiren zihniyetle, tanga giydiren zihniyet aynıdır”. Zira ikisi de kadını kendi metası olarak görmektedir; birinde “ev içi” iken diğerinde ise “sınırları aşmıştır”. Bu yaşadığımız kapitalist patriyarkal toplumun en belirgin özelliklerinden biridir.

Fotoğrafçı ifşalarının ortaya çıkardığı – ki birçok insan tarafından da bilinen- bu tür istismar ve tacizlerin daha fazla “az ünlü” kadınlara yapıldığı hakikatidir. “Sanatçı” böylece elinde bulundurduğu statü ile daha “az ünlü” genelde de genç kadınları “etkileyerek” ve bazen de şiddete varan yöntemlerle taciz ve cinsel istismarlarını sürdürebilmektedir. Bu olay kapitalist toplumdaki statünün patriyarkayla birleşince nasıl korkunç sonuçlara evrildiğinin göstergelerinden biridir.

Şimdi daha fazla insan, “sanat” camiasında ya da çevrelerinde yaşadıkları rızalık inşası sonrası ya da açık saldırganlık biçiminde yaşadıkları taciz ve cinsel istismar suçlarını ortaya döküyor. Ve yine birçok insan toplumsal baskı ya da yaşadıkları korkulardan – ki bu da toplumsal ilişkilerin parçasıdır- ötürü başına gelen korkunçlukları ifade dahi edemiyorlar. O yüzden, artan oranda insanın, cinsel taciz ve istismar suçlarını kamusal bir şekilde dile getirmesi, dile getiremeyenler açısından da son derecede önemlidir. Burada bu suçları işleyen ve bu köhnemiş dünyanın onun gerici bakış açısını -kadınların, LGBTİ’lerin bastırılması, objeleştirilmesi, şeytanileştirilerek hedef gösterilmesi- belirli düzeylerde temsil etmektedir ve bu temsillerin teşhir edilmesi son derecede önemlidir.

İfşa ve teşhir sürecinden en temel ve kesinlikle en acil gereksinim ise tüm bu suçların, yaşadığımız sistem tarafından anbean üretildiği, korunduğu ve güçlendirildiği gerçekliğinin akılda tutulması ve bunların yaşanmadığı bir dünya için kapitalist sisteme içkin olan ataerkinin köklerinden sökülüp atılması hedefiyle hareket etme bilincinin temel alınması ve yaygınlaştırılmasıdır. Bu yapılmadığı takdirde bu tür cinsel taciz ve istismar olayları, birkaç suçlunun ipinin çekilmesiyle sınırlanacaktır. Bu haklı ve meşru öfkenin suçların temsilleriyle birlikte ama kesinlikle bunu aşarak, bu sistemin kalbine -baskıcı, sömürücü, türcü ve ataerkil kapitalist toplum- yönelmesi, insanlığı, gezegeni ve üzerinde yaşayan diğer hissedebilen canlı türlerini özgürleştirebilmesi temel yönelimiyle hareket etmelidir. Bu son derecede gerekli ve acil olan temel ihtiyaçtır!

Bob Avakian’ın da söylediği üzere;

“Kadınların ezilmesi ve onların kurtuluşu için verilen mücadele, tüm boyutlarıyla, hem bu ülke içinde hem de bir bütün olarak dünyada stratejik bir sorun olarak, her türlü baskı ve sömürünün kökünü kazıma ve bütün insanlığın kurtuluşu için yürütülen genel mücadelede hayati bir önem oynayabilecek ve oynaması gereken bir şey olarak görülmelidir.”

“Birini hariç tutarak bütün zincirleri kıramazsınız. Hem erkeklerin kadınlar üzerindeki baskısını devam ettirmek isteyip, hem de sömürüden ve baskıdan kurtulmak istediğinizi söyleyemezsiniz. Hem insanlığın yarısını köleleştirip, hem de insanlığı özgürleştirmekten bahsedemezsiniz. Kadınlara yönelik baskı, toplumun efendiler ve köleler, ezenler ve ezilenler şeklinde bölünmüş olmasıyla doğrudan bağlantılıdır ve tüm bu koşullara son vermeden kadınların kurtuluşu imkansızdır. Kadınlar yalnızca devrim yaparken değil, bu devrimin tamamında muazzam bir rol oynayacaktır. Proleter devrimin sağlam bir gücü olarak kadınların öfkesi tamamen açığa çıkarılmalıdır.”




Ve Georges İbrahim Abdallah Özgürlüğüne Kavuştu

Georges Abdallah, 40 yıllık mücadele sonrasında 25 Temmuz’da özgür kalacak.

Georges Abdallah, Avrupa’nın en uzun süre cezaevinde tutulan siyasi tutsağıdır. Fransa’da 1800’li yıllara damgasını vurmuş,  “Tutsak” lakaplı ütopik sosyalist, Louis Blanqui’den daha fazla süre cezaevinde tutulmuştur.

Georges’un tutsak edilmesinin nedeni İsrailli ve ABD’li diplomatlara yönelik suikastlarla ilişkilendirilmişti. Ama bu iddialar hiçbir kanıta dayanmıyordu. Fransız devleti, skandallarla dolu bir yargılama gerçekleştirdi. Georges’a atadıkları avukat, 4 yıl boyunca Fransız gizli servisine çalışan bir ajan çıkmıştı. Amaçları Georges’u manipüle etmek, devrimci iradesini kırmak ve teslim almaktı.

Georges, 1970’li yıllarda Lübnan’da politikleşti ve bir devrimci komünist olarak mücadelede yer aldı. Mücadelesinin ilk günlerinden itibaren, soykırımcı, işgalci İsrail’e karşı aktif oldu. Lübnan’ın işgali esnasında, soykırımcı İsrail’e karşı direnişte en ön saflarda oldu.

Lübnan’dan çıkmak zorunda kalan devrimcilerle Avrupa’ya göç etmek zorunda kaldı. Ama Georges’un tek bir hedefi vardı: Ortadoğu’da halklara savaşı getirenlere karşı, onların “kalelerinde” savaşı ateşlemek. Hemen Avrupa’daki diğer devrimci örgütlerle iletişime geçti ve yeni bir direniş cephesinin kurulmasında fiili rol oynadı.

Georges’un bu yılmak bilmez devrimci azmini gören Avrupalı gericiler, onu tutsak ettiler. Adının dahi geçmediği eylemlerle ilişkilendirdiler. Ellerinde hiç bir delil olmamasına rağmen, 40 yıl boyunca tutsak tuttular. Georges’un 2005’ten beri şartlı tahliye hakkı olmasına rağmen, bir fiil ABD’nin emriyle bu anayasal hakkı engellendi. Georges’dan “teslim” olmasını ve cezaevinden çıktından sonra “aktif olmayacağına” dair söz istediler. Bunu yaparsa “özgür” kalacaktı. Georges ise şöyle yanıt verdi: Ben bir devrimci komünistim. Benim burada olmamın tek nedeni siyasi. Ve benim özgürlüğüm ezilen halkların kaderiyle birliktedir. Şayet onlar mücadeleyi yükseltirlerse, ben özgür kalabilirim. Aksi bir şey asla düşünülemez.”

Georges Abdallah mücadeleden yılmadı. 40 yıl boyunca hücresinde aktif olarak emperyalizme ve her türden gericiliğe karşı mücadele etti. Ve bugün elde ettiği özgürlük, onun ve dünyanın bir çok yanındaki yoldaşlarının mücadelesinin sonucudur.

Georges’un onurlu mücadelesi, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum açısından son derecede öğretici ve elzemdir.

Şan olsun gericiliğe karşı mücadele yürüten devrimcilere!

Şan olsun, her koşul altında devrimci ilkelerden taviz vermeyenlere!

Yaşasın devrim!




Madımak’tan Leman Dergisine Saldırıya Gericilik Hala Kol Geziyor

2 Temmuz 1993 yılında, bundan 32 yıl önce Sivasta Pir Sultan Abdal Şenliğinde Madımak Otelinde 33 aydın, 33 can yakılarak öldürüldü. Bu insanlık suçunun failleri gerekli cezaları hiçbir zaman almadı, doğru soruşturmalar yürütülmedi ve dava 2021 yılında zaman aşımına uğratıldı. Yani gericilik, hakim ulus ve inanç şovenizmi yine cezasızlıkla ödüllendirildi. Madımak Otelinin önünde haykırılan “Yaşasın şeriat”, “Sivas laiklere mezar olacak” ve “Cehennem ateşi” bağırışları kadar dönemin başbakanı Tansu Çillerin şu sözü de toplumsal hafızamızda unutmamamız gereken bir yer edinecekti: “Çok şükür otel dışındaki halkımız zarar görmedi.”

DGM’de hazırlanan iddianameler yine bilineni yapmış başta Aziz Nesin olmak üzere aydınların “halkı kışkırtıp provoke ettiğini yazmıştı”. Buna anaakım medya da eşlik etmişti. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu tarihten itibaren bugüne sayısız katliamın merkezi oldu, nitekim basit ve yalın bir hakikat şudur ki: Başta Kürt ulusunun bastırılması olmak üzere Ermeni Soykırımı ve diğer azınlıkların bastırılması olmasaydı bugün bildiğimiz Türkiye Cumhuriyeti’de olmayacaktı. Ezilen bir inanca mensup olan Aleviler Cumhuriyet öncesi de sonrası da her daim bu baskı ve sindirme politikalarının odağında oldular. Susturuldular, ezildiler ve defalarca kez katledildiler. Madımakta pek çok şey hedefteydi, gericiler; Alevileri, aydınları ve ifade özgürlüğünü yakmak istemişlerdi.

Bundan 32 yıl sonra tam da Madımak’ın yıl dönümüne yaklaşırken İslami köktendinciler tekbirler ve şeriat sloganlarıyla Leman Dergisine saldırdılar. Her nasılsa okurlarımız ve mücadele dostlarımız Taksim’de belirli bir sayıyı aştığında en sert şekilde saldıran polis yine “galeyana gelmiş, kışkırtılmış” güruhu sakinleştirme çabası içerisindeydi. Bu saldırılara uzun süredir burjuva muhalefet dahil olmak üzere toplumun ses çıkartan bütün katmanlarına saldıran faşist rejim de dahil oldu. Leman’ın çalışanları işkenceyle gözaltına alındılar. Bütün bu saldırıların sebebi ise Leman’ın Muhammed karikatürü çizmesiydi. Fatih Altaylı gibi bir hakim ulus şovenisti sistem borazancısının bile tutuklandığı mevcut atmosferde Leman yazı işleri ise “topu göğsünde yumuşatmış”, “peygamberimiz, Mehmetçik” edebiyatıyla rejim ve gericiliğin saldırıları karşısında hemen geri adım atmıştır.

Köktendinci Gericiliğin ve Rejimin Saldırıları Karşısında Durmalı ve İfade Özgürlüğünü Savunmalıyız

Bilinmelidir ki Madımak Katliamı’nda da “fitili ateşleyen olay” Aziz Nesin’in Salman Rüşdi’nin Şeytan Ayetleri kitabının bazı bölümlerini çalıştığı gazetede yayınlamasıydı. Ancak bu son tahlilde pek çok çelişkinin üzerini örten idealist bir okuma olacaktır. Madımak Katliamı’na giden yol ezen -Türk Sünni İslam- ve ezilen inançlar arasındaki çelişkiyle bu ülkenin başından itibaren kurucu değerlerinin parçası olmuş, sosyal kohezyonu ve hakim sınıfları bir arada tutan önemli bir tutkal bileşeni olarak Siyasal İslam tarafından döşenmiştir. Tıpkı bugün Leman’a yapılan saldırının temelinde bütün bu yolun üzerine İslamcı-Türkçü faşist rejimin toplumu kutuplaştırdığı temelin de varolması gibi. Nitekim saldırılara da verilen yanıtlar bu kutuplaştırma temelinde verilmektedir. Dolayısıyla bugün ifade özgürlüğünü savunmak ve gerici saldırılara karşı durmak iki temel duruşu gerektirir: Rejimin gerici kutuplaştırmasına karşı durmak ve yeni-devrim temelinde- bir kutuplaştırmayı sahaya taşımak. Bu bizlerin acil görevlerindendir. Bu görevin bilinciyle ifade özgürlüğünün savunulması, İslamcı faşist hareketlere karşı toplumsal mücadele noktalarında keskin olmalı ve birleşebileceğimiz güçlerle birleşmeliyiz. Bunu yaparken de rejimin bütünlüklü teşhirini sürdürmeliyiz.

Toplumun köktendinci dinci temelde kutuplaştırılmasını,

İfade özgürlüğünün gerici temelde saldırılarla baskılanmasını,

Azınlık inanç ve kimliklere yönelik tüm baskıları

Reddediyoruz! Radikal temelde daha iyi bir dünya mümkün ve bunu inşa etmek için hemen bugün çalışmaya başlamamız gerekiyor!




Evin Hapishanesinden Bir Grup Tutuklunun Acil Bildirisi

23 Haziran pazartesi günü, İsrail savaş uçaklarının Evin hapishanesini hedefleyen hava saldırısı sonrası yönetim binalarının bazı kısımları, hapishane reviri ve hapishane savcısının güvenlik ofisi ciddi hasar almıştır. 4. koğuşun bir kısmı çökmüş ve camlar patlamıştır, bazı tutuklular ise hayatlarını kurtarmak için alt kata koşarken yaralanmıştır.

Hapishane reviri bilfiil yok edilmiştir ve koğuşların içerisinde yaralıları tedavi edecek temel tesisler bulunmamaktadır. Hapishane yetkilileri yaralıları dışarı transfer etmeyi reddetmekte ve esasen onları bakıma ulaşamayacakları bir yerde terk etmektedir.

Bu sırada güvenlik güçleri ve hapishane güvenliği koğuşlara yoğun bir biçime konuşlanmışlardır. Yardım önermek yerine baskı ve kontrol atmosferini yoğunlaştırmışlardır. Tutuklulara karşı tehdit, gözdağı ve baskı saldırıdan bu yana ciddi derecede yükselmiştir.

Hapishanenin dışında Evin’e gelen yollar kapatılarak ailelerin buraya ulaşması engellenmektedir. Buna rağmen bir grup aile üyesi bütün riskleri göze alarak Evin hapishanesinin önünde toplanmıştır.

Kuşatılmış ve savunmasız tutuklular olarak bildiriyoruz:

Bombalamadan da, yıllardır hayatımızı ve onurumuzu kıran organize şiddetten de kaçacak hiçbir yerimiz olmamıştır.

Kamuya, ailelere, bütün uyanmış vicdanlara sesleniyoruz:

Sessiz kalmayın.
Acilen Evin Hapishanesinin önünde toplanarak hayatlarımızın kurtarılmasına yardım edin.

Yaralıyız, tehdit ediliyoruz ve her an hayatımız elimizden alınabilir.

— Evin Hapishanesinden Bir Grup Tutuklu 23 Haziran 2025




ABD Emperyalizmi İran’a Saldırıyor ve Nükleer Suç İşliyor! Cevap Olarak Tüm Dünyada İnsanlığın Kurtuluşunun Bayrağını Kaldırın

Amerika’nın faşist başkanı Donald Trump, bugün (22 Haziran) akşam saatlerinde İran’ın Fordo, Natanz ve İsfahan’daki nükleer tesislerine sığınak delici (bunker-buster) bombalarla saldırdığını duyurdu. Bu canice saldırı, uluslararası hukukun açık ihlali olup, nükleer tesislere saldırıyı insanlığa karşı suç olarak tanımlayan normları çiğnemektedir. Bu savaş suçu, İran’ın geniş bir bölgesini bu saldırılar sonucu ortaya çıkacak radyoaktif yayılıma maruz bırakacak; bu da milyonlarca insanın yavaş yavaş topluca katledilmesi ve bu topraklard aki halkların nesiller boyu nükleer bulaşmata maruz kalması anlamına gelmektedir. Bu nükleer suç, dünyada daha yıkıcı savaşların önünü açmıştır. Amerika, 20. yüzyılda Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerini yok eden atom bombalarını atan ilk emperyalist güç olmuştu; şimdi ise 21. yüzyılda nükleer suç işleyen ilk emperyalist güç olmuştur.

Bu suç karşısında, dünyanın halkları güçlü bir tepki göstermeli ve Bob Avakian’ın şu çağrısını bilinçli mücadelelerin temel şiarı haline getirmelidir:

“Dünyanın halkları olarak bizler, bu emperyalistlerin dünyaya hükmetmesine ve insanlığın kaderini belirlemesine artık izin veremeyiz. En hızlı biçimde alaşağı edilmeleri gerekmektedir. Böyle yaşamak zorunda olmadığımız da bilimsel bir gerçektir.”

Vicdan sahibi tüm insanlara çağrımız şudur: Bu mücadelelerde, İran halkıyla dayanışmanın bir ifadesi olarak bile olsa Ortaçağ zihniyetli, gerici İslam Cumhuriyeti’nin çürümüş bayrağını kaldırmayın. 46 yıldır bu rejim saldırgan polisi ve askeri güçleriyle her türlü muhalefeti ve halkımızın daha iyi bir toplum özlemini bastırıyor. ABD ve İsrail’in saldırganlığı karşısında kasaba ve köylerde estirdiği terörü arttırıyor ve siyasi tutsakları saldırıya açık yerlerde tutmaktadır. İsrail ve ABD’nin suçları kesinlikle İslam Cumhuriyeti’nin desteklenmesi için bir meşrulaştırmamalıdır. Böylesi bir pozisyon sadece İran halklarına ihanet etmek ve onların emperyalizmle gerici İslam Cumhuriyeti rejiminden özgürleşmiş bir gelecek umutlarına darbe vurmaktır. Son tahlilde böylesi bir “destek” ABD ve İsrail’in çıkarına olacaktır. Bunun yerine direniş ve dayanışmanın yıldızının işlediği kurtuluşun kızıl bayrağını kaldırın. Bu bayrak, kapitalist emperyalist düzenden doğan emperyalizme ve gerici rejimlere karşı mücadelede birleşmiş bir dünyayı temsil etsin.

Dünya halkları, her adımında yüz milyonlarca insanın yaşamını mahveden, savaş ve yıkımı yaşam biçimi haline getirmiş bu kapitalist sistemden keskin bir şekilde kopmalıdır. Bambaşka bir yaşam biçimi için; ekonomik temelleri tamamen farklı, siyasi sistemleri baştan sona değişmiş, insanlar arasında özgürleştirici ilişkileri güvence altına alan ve dünya halklarının büyük çoğunluğunun temel ihtiyaçlarını karşılamayı ve en yüce özlemlerini gerçekleştirmeyi hedefleyen özgürleştirici toplumlar kurmak için savaşmalıyız.

Emperyalizm ve İran İslam Cumhuriyeti olmayan bir İran için, ABD ve İsrail’in saldırgan savaşına karşı İran’da ve dünyada geniş bir birlik oluşturmak için ilerleyelim!

Dünya halkları: İran’daki bu devrimci hedefin gerçekleşmesi için bizimle birlikte olun, bu temelde İran halkıyla enternasyonalist dayanışma için omuz omuza mücadele edin!

İran Komünist Partisi (Marksist-Leninist-Maoist)

22 Haziran 2025

 




Sosyalizm Deneyimleri ve Yeni Sosyalist Tahayyül

Editörün notu: Aşağıda yer almakta olan yazı, Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Gençlik Meclisi bünyesinde 15-16 Haziran 2025 tarihlerinde gerçekleştirilen Gençlik ve Demokratik Toplum Konferansında Yeni Komünizm okuru tarafından Sosyalizm Deneyimleri ve Yeni Sosyalist Tahayyül adıyla gerçekleştirilen sunumun metin halidir. Sosyalizm ve demokrasi kavramlarının tartışmaya daha geniş ve derin bir biçimde açılmasını, geçmiş sosyalizm pratiklerinin doğru bir temelde ele alınmasını değerli görüyor ve izleyeceğimiz mücadele hattında bu tartışmaların büyük öneme sahip olacağını düşünüyoruz. Dolayısıyla bu sunumun metin olarak yayınlanmasını bu tartışmalara ufak da olsa bir katkısı olmasını umuyoruz.


 

Bu sunum sosyalizme ilişkin son dönem yapılan yorumlara çok girmeden, geçmiş sosyalizm deneyimlerinin temelini ve esasını oluşturan özgürleştirici yanına ve tali hatalarına değineceğiz. Özellikle de iki büyük devrim olan Ekim Devrimi ile Çin Devrimi üzerine duracağız. Bunları kısıtlı bir sürede yapma gerilimi ve çelişkisi içerisinde olduğumuzu söylemek isteriz. Yine de kısa bir girişte olsa, geçmiş sosyalizm deneyimlerinin doğru bir analizini ve dolayısıyla doğru bir sentezini yapmak son derecede kritiktir. Şayet bu yapılmadığı taktirde sınıfsız, sömürüsüz ve ayrımsız bir dünyaya ilerlemek hedefiyle olan sosyalizm -sosyalist toplum- ya “kötü kokular geliyor” denilerek bir torba gibi ağzı bağlanıp rafa kaldırılacaktır ya da bir dogma haline getirilerek özgürleştirici, devrimci özünden uzaklaştırılacaktır.

 

Komünizmin birinci dalgası

 

1871’de kısa ömürlü Paris Komünü ile başlayan, 1917-53’de Sovyetler de, 1949-1976’da Mao’nun ölümüne kadar süren komünizmin ilk dalgasında muazzam atılımlar gerçekleşti. 18. yüzyılda başlayan burjuva devrimleri “eşitlik” ve “demokrasi”, özgür bireylerin serpildiği bir toplumun olacağını söylerken, en temel insan haklarının dahi verilmesinin ötesinde baskı ve sömürüyü en ağır ve acımasız biçimde işledi. Burjuvazinin kendi iktidarını pekiştirmek ve sürdürmek üzere ezilenleri kendi bayrağı altında toplamak için 300 yıl boyunca vaat ettiği ve gerçekleştirmediği şeyleri, şanlı Ekim Devrimi ve Çin Devrimi bir gecede gerçekleştirdi. Şimdi bunlardan bazılarına değinelim.

Ekim devrimi özel mülkiyet ilişkilerinde radikal bir kopuşu temsil ediyordu. Baskının ve sömürünün dünya çapında kalkabilmesi için, “herkesin emeğine göre, herkesin yeteneğine” göre ilkesi, ilk defa bilimsel ve büyük ölçekte uygulandı. Avrupa’da 12-14 saat işçilerin canı pahasına çalıştırıldıkları koşullarda, Ekim devrimi 8 saatlik uygulamaya geçen ilk ülke oldu. Ardından, 7 saat, 6,5 saat ve yer yer 4 saatlik çalışma uygulamasına geçildi. 1 Aylık izim uygulaması yapıldı ve milyonlarca insanın karşılayabileceği tatil evleri tahsis edildi. İnsan emeği ve yaratıcılığı, özel mülkün güçlenmesi ve pekişmesi yerine, bir yandan temel ihtiyaçların karşılanması diğer yandan ise dünya devriminin ilerletilmesi temelinde ele alınıyordu.

 

Kadınlara seçme ve seçilme hakkı hemen tanındı, eşit işe eşit ücret ilkesi uygulandı. Kadınlar devrimin hem öznesi hem de önderi oldu. Aleksandra Kollontay, dünyanın ilk kadın bakanı olarak bu büyük devrimci atılıma önderlik etti. Din ve patriyarka altında ızdırap çeken kadınların radikal dönüşümü sağlandı. Kilise onaylı evlilikler kaldırıldı ve boşanmalar üzerinde ağır etkisi olan patriyarkal dini uygulamalar yasaklandı. Kürtaj hakkı dünyada ilk defa Sovyetler tarafından tanındı. Kolektifler oluşturularak “kadın işi” olarak adlandırılan “ev içi emek” toplumsallaştırılmaya yönelik radikal adımlar atıldı ve kadınlar tüm iş alanlarında toplumun öznesi oldu. Bu radikal ilerlemeler sadece cinsiyet eşitliği hakkının tanınması için mütevazi adımlar değildi, aynı zamanda kadınların bizzat devrimin itici bir gücü ve önderi olması için de bazı temel yöntem ve ilkeleri de barındırıyordu.

 

Eşcinsellik, ilk defa Ekim devrimiyle birlikte suç olmaktan çıktı -her ne kadar 1934’te tekrardan suç sayılacak olsa bile-. Çiçerin, Sovyet Dışişleri Halk Komiseri olarak dünyanın ilk eşcinsel bakanı oldu ve uzun yıllar görev yaptı. Ekim devrimi, cinsiyet rollerinden kopamayan ağır hatalarına rağmen, bundan 110 yıl önce, ilk defa radikal, büyük ölçekli ve kamusal olarak cinsiyet rollerini, eşcinselliği tartışılır hale getirdi.

 

Ekim devrimi, UKKTH’nı kayıtsız şartsız, amasız ve fakatsız uygulayan bir devrimdi. Finlandiya’nın bağımsızlığı tanındı. Devrimden önce bir “halklar hapishanesine” çevrilen topraklarda, federatif yönetime geçildi. Ana dilde eğitim ve hizmet temel ilke olarak yaşandı. Azınlıklara ekstra fonlar sağlanarak, kendi dillerinde dergi/gazete çıkarmaları, film çekmeleri sağlandı ve tüm dünya çapında kültürleri sergilendi. Anti-semitizm yasaklandı ve yüz yıllar boyunca pogroma uğrayan Yahudiler üzerindeki baskı son buldu. Dışlanmış oldukları meslekleri tekrardan icra edebildiler, devlet kurumlarının içerisinde çalışabildiler. Devrimden hemen sonra küçük bir azınlık olan Kürtlerin varlıkları tanındı, Kürtçe eğitim için Latin alfabesi yapıldı. Ermenistan’da Gürcistan’da ve diğer yerlerde, Kürtler kendi ana dillerinde eğitim ve hizmet aldılar. Erivan Radyosu, Kürtçe’nin ilerletilmesi için tüm Kürdistan coğrafyasına yayın yapacak şekilde Kürtçe programlar düzenledi.

 

Sovyetler’de çocuk hakları tanındı ve çocuklar “kadının” parçası olmak yerine toplumsallaştırılmaya çalışıldı.

 

Eğitim tamamen bilimsel ve parasız ve herkes için oldu. Ekim devrimi öncesinde eğitime erişim sadece üst sınıflara aitti. Sağlıkta büyük ilerlemeler kat edildi ve tüm topluma hizmet verilecek düzeye getirildi.

 

Şimdiye kadar anlattıklarımız Ekim Devriminin gerçekleştirmiş olduğu ilklerden sadece bazılarıdır. 110 yıl sonra baktığımızda bu ilklerin bazılarının çok da “radikal” olmadığını düşünebiliriz ama bu kesinlikle yanlış olacaktır. Burada ifade ettiğimiz şeyler, örneğin eşit işe eşit ücret, Türkiye’de dahil olmak üzere tüm dünyada hala mümkün değildir, çünkü toplumun örgütlenmesini oluşturan şey, kapitalist üretim ilişkileridir. Kapitalist toplumun en belirleyici niteliği ise, üretimin, insanlığın, gezegenin ve üzerinde yaşayan diğer hayatların ortak çıkarını düşünerek değil, tam aksine, meta üretimi ve mübadelesi temelinde olduğunu, birbiriyle rekabet halindeki sermayelerin sürekli olarak büyümeye yönelik zorunlulukları/itkisi olduğunu ve bu üretim ilişkilerin sonucu olarak sürekli olarak hayatları ızdırap içerisine sürüklediği, açlığı, sefaleti ve savaşları doğurduğu gerçekliğidir. Böylesi bir ekonomik altyapıya dayalı sistemin üst yapıda -düşünce alanlarında, kültürde, hukukunda, kurumlarda vb- sürekli olarak yaptığı şey, yoğun sömürü ve baskı üzerine kurulu bu düzenin her yönüyle meşru kılınması ve pekiştirilmesidir.

 

Büyük Çin Devrimi ve Mao’nun Niteliksel Katkıları

 

1949’da Çin’de gerçekleşen devrimle insanlığın dörtte biri kurtuluşun yeni tepelerine doğru tırmanmaya başladı. Mao önderliğindeki ÇKP, 1945’te Japon emperyalizmine büyük darbe vurup, Çin’den defettikten 4 yıl sonra devrimi gerçekleştirdiler. İlk başlarda bu devrimin temel kitlesini “köylülerin” oluşturmasından ötürü proleter yani komünist bir devrim olmadığı düşünüldü. Stalin ölümünden kısa bir süre öncesine kadar bu görüşü benimsiyordu -kimi özeleştiriler vermekle birlikte, Mao’nun neyi nasıl temsil ettiğine dair bilimsel bir görüşü içermiyordu.

Mao, 1966’da Çin’de Kültür Devrimi’ni başlatmak, yeni iş birliği ve halka hizmet değerlerini hayata geçirmek için öğrencilerle bir araya geliyor. Fotoğraf: AP

Çin, toprak ağaları ve savaş ağalarının hüküm sürdüğü son derecede acımasız yarı-feodalitenin hüküm sürdüğü bir ülkeydi. Köylülerin ezici bir çoğunluğu topraksızdı ve çok ağır koşullarda çalışmalarına rağmen, hayatlarını sürdürebilecek durumda değillerdi. Her yıl açlıktan on binlerce insan ölüyordu ve kıtlık “normal” yaşamın parçası halindeydi. Çin’de devrim olmadan önce ortalama insan ömrü 32 yıldı ve bu devrimden kısa bir süre sonra 70’e yükseldi. 500 milyonluk ülkede tıp eğitmi almış sadece 12 bin doktor vardı ve her yıl enfeksiyon ve parazitten kaynaklı 4 milyon insan ölüyordu. Kadınların kalçalarının ön plana çıkması ve yürürken sallanması için 7,8 yaşından itibaren demir ayakkabı giydirilirdi. Kadın işçiler, sabah erken saatlerde işe başlasın diye, geceleri fabrika kapıları kilitlenirdi. Çin’de 60 milyon insan afyon bağımlısıydı.

 

Çin devrimi yeni bir devlet iktidarı, işçi-köylü ittifakı temelinde bir proletarya diktatörlüğü biçimi kurdu. Bu yeni devlet; halkın haklarını korudu, karşı devrimi ortadan kaldırma noktasında kararlı oldu ve toplumun baştan aşağı dönüştürülmesini ve dünya devriminin desteklenmesini mümkün hale getirdi. Şehirlerde ve kırsal alanlarda, toplumun her düzeyinde yeni kurumlar oluşturuldu. Bunlar Komünist Parti öncülüğündeydi, ancak eskiden sömürülen milyonlarca ve milyonlarca insanı, toplumu dönüştürmek ve yönetmek için inisiyatif almak üzere içine alıyordu. Büyük bir kitle seferberliği yapıldı.

 

Çin’in feodal ağalara bağlı toprakları 300 milyon köylüye dağıtılarak toprak reformu gerçekleştirildi. Bu şimdiye kadar dünya çapında yaşanmış en büyük kamulaştırmadır. Bu reform kadın-erkek eşitliği gözetilerek yapıldı, “aile” temelinde değil! Tüm bunlar Mao’nun “kadınlar göğün yarısıdırlar” sloganına parelel gidiyordu. Ayaklarına demir ayakkabı vurulan kadınlar devrimden sonra bale yapmaya başladılar. Çin’de kadın baletler, dünya çapında takdir kazanıyordu. Özellikle de Kültür Devrimi esnasında kadınlar devrimin öncü gücü olarak öne çıktı ve geleneksel yaşam tarzına yönelik büyük mücadelenin parçası oldular.

 

Mao 1949’da devrimin ilanı konuşmasında şöyle söylemişti: “Çin halkı ayağa kalktı, bu sadece başlangıçtır, uzun bir oyunun kısa açılışıdır.” Fakat devrimi gerçekleştiren bazı güçler Mao ile hemfikir değildi. Japon emperyalizmin kovulduğunu, feodalitenin tasfiye edildiğini ve “sanayi devrimi” için daha fazla ileri atılım yapılması gerektiğini düşünüyorlardı. Onların sosyalizm vizyonu aslında sadece “müreffeh” bir seviyeye ulaşmaktı, bir nevi devlet kapitalizmiydi. Mao bu tehlikenin farkına vardı ve buna karşı amansız bir mücadele yürüttü. Bir taraftan kitlelerin temel ihtiyacının karşılanması, refah düzeyinin yükseltilmesi gerekirken diğer yandan ise bunun dünya çapında devrimi ilerletmeyle arasındaki çelişkiyi gördü. Sınıfsız ve sömürüsüz bir topluma ilerlemenin sadece “mülkiyet araçlarının” ele geçirilmesinin yeterli olmadığını, üst yapıda da büyük atılımların gerçekleştirilmesi gerektiğini anladı.

 

Sovyetler’deki kapitalist restorasyondan da çıkardığı derslerle Mao, proletarya diktatörlüğü altında komünizm nihai hedefine doğru devrimi sürdürme teorisini geliştirdi. Mao, sosyalist toplumdaki maddi koşullar ve bunun ideolojik yansımaları olduğu sürece devrimin tersine dönmesine ve kapitalizmin restorasyonuna karşı bir garanti olamayacağını, bunu engellemenin araçlarının basit ve kolay olmadığını, bu tehlikeyi ortaya çıkaran toplumsal eşitsizlikleri ve kapitalizmin diğer kalıntılarını kısıtlamak ve nihayetinde, tüm dünya çapında devrimin ilerlemesi ile birlikte, kökünden sökmek ve ortadan kaldırmak için devrimi sürdürmekten başka  bir çözüm olmadığını gördü ve vurguladı. Sosyalist toplum boyunca sınıf mücadelesinin devam ettiğini dolayısıyla sosyalist iktidarların da geriye dönebileceğini bilimsel olarak ortaya koydu. Toplumda süregiden sınıf mücadelesinin yani eski fikirlerle yeni fikirlerin mücadelesinin en fazla komünist partisi içerisinde yoğunlaştığını anladı. Mao kendisine has tarzıyla “komünistlerin çoğu, çoğu zaman komünist değillerdir” diyerek, komünist olmanın özel bir kumaşı olmadığını herhangi bir ezilen sınıftan ya da gruptan gelmenin komünist olmaya yönelik bir “averaj”, yetkinlik, yatkınlık barındırmadığını ve komünist olmaya yönelik sürekli mücadelenin gerçekleştirilmesi gerektiği hakikatini yakıcı bir şekilde ortaya koydu.

 

Birinci komünist dalganın en yüksek tepesi olan BPKD, çoğunluğu genç olan on milyonlarca insanı harekete geçirdi. Mao, “burjuva karargahları bombalayın” diyerek, eski fikirlere tutunanlara karşı, devrimin ilerletilmesi gerekliliğini gösterdi. Kültür devrimi, burjuva medyada anlatıldığı üzere bir “taht” kavgası değildi. Şüphesiz hedefleri arasında, kapitalist yolcuları alaşağı etmek vardı ama esas görevi, sosyalist toplumda süregiden ve eski toplumdan devralınan fikirlerle mücadele etmekti. Bu mücadeleye önderlik edildi ama sadece önder kadrolarla sınırlı kalınmadı. Çin toplumunun her bir halkasında yeni yönetim biçimleri, devrimci komiteler, köylü komünleri oluşturularak, halk kitleleri bizzat bu sürecin parçası oldu. Böylece, toplum içersinde hakim olan ve kapitalist restorasyonun da temeli olan üretim ilişkileri daha fazla sınırlandırılıyor hem de bunun düşünüş biçimlerine karşı halk kitlelerinin bilinçlerinde bir sıçrama gerçekleştirilerek, siyasi seviye yükseltiliyordu.

 

Mao sosyalist toplumda onu geriye doğru çeken koşulların aynı zamanda sınıfsız ve sömürüsüz topluma dair gerekli sıçrayışın temeli ve potansiyeli olarak da görüyordu. Bu görüş Mao’nun Çelişki Üzerine adlı meşhur makalesindeki “zıtların birliği ve mücadelesi” ile çok yakından ilişkiliydi. Mao son derecede çalkantılı olan Kültür Devrimi esnasında, Marks’ın 18. Brumaire’deki unutulmuş pasajını tekrar gündeme getirerek, adeta komünizme yeniden kalbini vermiş oldu ve bütün toplumu bu temelde yönlendirmeye çalıştı. Mao buna “4 Bütünler” dedi. Bunlar; “bütün sınıf farklılıklarının kaldırılması, sınıf farklılıklarının dayandığı bütün üretim ilişkilerinin kaldırılması, bu üretim ilişkilerine karşılık gelen bütün toplumsal ilişkilerin kaldırılması ve bu toplumsal ilişkilerden doğan bütün düşüncelerin devrimcileştirilmesi” 

 

Komünist devrimin yeni bir dalgası için gerekli temel, Yeni Komünizm

 

1976’da Mao’nun ölümünden kısa bir süre sonra Deng Sia Ping tarafından bir darbe gerçekleştirildi. Devrimin önderleri tutuklandı ve sesleri kesildi. Halkın içerisinde binlerce devrimci bastırıldı, tutuklandı ve öldürüldü. Ve böylece sosyalizmin son kalesi olan Çin’de kapitalizme geri dönüş gerçekleştirildi. Bugün kapitalist Çin, halkın tüm kazanımlarını iptal ederek dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olabildi.

Çin’deki karşı darbe sonrasında dünya çapında bir moralsizlilk ve yönelimsizlik hakim oldu. Özellikle de adından başka hiçbir şeyi sosyalist olmayan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin feshinden sonra, dünya çapında anti komünist propaganda bir volkan gibi patladı. Bu süreçte ve devam eden yıllarda bir çok ilerici de bu propagandanın şu ya da bu düzeyde parçası oldu.

 

Sosyalizmin geçici yenilgisi ve komünist devrimin ilk aşamasının sona ermesi birçok negatif özelliklere neden olmuştur. Örneğin daha dar bakış açılarına ve daha kısıtlı özlemlere götürmüştür. İnsanlığın, gezegenin ve üzerinde yaşayayan diğer hayatların radikal olarak özgürleştirilmesi hedefinden, dar ve son derece ekonomist “kimlik” taleplerini ön plana çıkarmıştır. Bir zamanlar işin doğrusunu bilen ve daha büyük bir çaba içerisinde olanlar arasında bile, kısa dönemde, emperyalizmin ve diğer sömürücülerin hâkimiyeti altındaki dünyaya – gerçekte ve en azından öngörülebilir gelecek için – başka bir alternatif olamayacağı fikrinin kabul edilmesine yol açmıştır. Kapitalist toplumun üst yapısal düşüncesi olan demokrasi ya da radikal demokrasi tartışmaları bu süreçte daha fazla ön plana çıkmış “yegane” alternatif olarak sunulmuştur.

 

Özetlemek gerekirse: Komünist devrimin ilk aşaması uzun bir yol katetti ve karşılaştığı son derece somut engelleri aşmak için mücadelede ve tüm sömürü ve baskı ilişkilerinin sonunda ortadan kaldırılacağı, halkın bütün yönleriyle yeni bir özgürlük biçimine sahip olacağı ve insanlık tarihinde eşi görülmemiş bir bilinçle ve gönüllü inisiyatifle, toplumu bütün dünya çapında örgütlemeyi ve dönüştürmeyi sürdürmeyi üzerine alacağı bir dünyaya doğru ilerlemek için mücadelede, inanılmaz derecede ilham verici şeyler başardı. Fakat pek de şaşırmamak gerekir ki, hem bu devrimlere ve ileri götürmeye çalıştıkları bu yeni toplumlara önderlik edenler tarafından işlenen pratik anlamda, hem de bu önderlerin yöntemlerinde ve anlayışlarında, bazıları oldukça ciddi olan önemli yanlışlar ve zaaflar vardı. Bu hatalar ve zaaflar komünist devrimde başlangıç denemelerinin yenilgisinin temel nedenleri değillerdi.

 

Sosyalizm deneyimlerinde ve genel olarak komünist hareketin tarihindeki tali hatalar, düşünce tarzlarındaki çizgi problemleri, süreç içerisinde daha köklü bir hale gelmiş ve kritik bir çelişkiyi doğurmuştur. Mao’nun tabiriyle “bir ikiye bölünmüş ve tersine dönmüştür”.  Devrimci Komünist Parti’nin önderi Bob Avakian bu kritik sorunlarla 60 yılı aşkındır mücadele yürütmüş ve komünizmin yeni bir sentezini bizlere sunmuştur. Bu yeni komünizm:

 

“Bugün gelinen noktaya kadarki gelişme süresi boyunca komünizmin kendi bünyesinde mevcut olagelmiş ciddi ehemmiyette bir çelişkinin, esas itibariyle bilimsel olan metodu ve yaklaşımı ile buna ters düşen tarafları arasındaki çelişkinin nitel bir çözümlenmesini temsil eder ve buna somutluk kazandırır…Yeni sentezde en temel ve esasa ait olan şey, komünizmin bilimsel bir metot ve yaklaşım olarak daha da geliştirilmesi ve sentezidir, ve bu bilimsel metot ve yaklaşımın genel olarak realiteye, özel olarak da, bütün sömürü ve baskı düzenlerini ve ilişkilerini alaşağı etme ve kökünden söküp ortadan kaldırmaya ve komünist bir dünyaya doğru ilerleme amacıyla yürütülen devrimci mücadeleye daha tutarlı uygulanmasıdır.

 

Avakian’ın özellikle gelecekteki sosyalist topluma dair tahayyülleri son derecede çığır açıcıdır:

 

  • Komünizmin nihai hedefi doğrultusundaki dünya devriminin bir parçası olarak – temelde buna bağlı bir parçası olarak- toplumun sosyalist dönüşümünün pratiğe geçirilmesinin kavranması
  • Ayakların baş olduğu, “şimdi sıra bende” gibi rövanşist bir toplumun ötesinde, tüm baskı ve sömürü formlarını yaratan ilişkilerin ve düşünüş biçimlerinin ötesine geçmek.
  • Yeni sosyalist devletin konsolidasyonuyla birlikte toplumsal ilişkilerin ve toplumsal ve sınıfsal çelişkilerin ifade edilme biçimlerinin  bir paraşüt misali “açılıp yayılacağının” kavranması
  • “Geniş bir esnekliğe sahip sağlam çekirdek” ilkesinin sosyalist topluma uyarlanmasının önemi. Sosyalist süreç boyunca komünizme gidebilmek için entelektüel ve kültürel muhalefetin tanınması ve toplumun sürekli olarak bu tartışmamaların teşvik edilmesi
  • Proletarya diktatörlüğünde sosyalist anayasanın, halkın haklarının ve hukukun egemenliğinin rolünün kavranması, resmi ideolojinin olmaması.
  • Sosyalist bir ülkede ve uluslararası düzlemde halkın refahı ve devrim arasındaki ilişkinin kavranması, bu ikisinin birbirini güçlendiren değil, çelişen şeyler olduğunun anlanması ve “bir ülke devrimi” temel alınarak değil, dünya devriminin ilerletilmesi temel alınarak çelişkilerin çözümlenmesi.

 

Burada hızlıca ifade ettiğimiz hususlar ve çok daha fazlası komünist hareketin 160 yıllık olumlu/olumsuz tecrübelerinin ve daha da geniş olarak insanlık hazinesinin deneyimlerinin bir sentezi olarak, Bob Avakian’ın mimarı olduğu ve bizzat önderlik ettiği yeni komünizmde mevcuttur. İnsanlığı, gezegeni ve bu gezegen üzerinde yaşayan diğer hayatları önemseyen ve gerçek bir kurtuluş isteyen herkesin yeni komünizmi etüt etmesi son derecede önemlidir.


Bu makalede ele alınan meseleleri daha köklü anlamak için şu çalışma ve makalelere bakınız;

Bob Avakian, Yeni Komünizm – Gerçek Bir Devrim ve Kökten Yeni Bir Toplum İçin Gerçek Kurtuluşa Giden Yolda Bilim, Strateji ve Önderlik, El Yayınları, 2018

Bob Avakian, Atılımlar [Breakthroughs]: Marx’ın Tarihsel Atılımı ve Yeni Komünizm ile Daha İleri Bir Atılım, El yayınları, 2021

DKP ABD’in, Komünizm: Yeni Bir Aşamanın Başlangıcı: Devrimci Komünist Parti ABD’den Bir Manifesto

Devrimci Komünist Parti ABD Merkez Komitesi’nin 6 Resmi Kararı

 

Bildiğinizi Düşündüğünüz Şeyi Bilmiyorsunuz: Komünist Devrim ve Kurtuluşa Giden Gerçek Yol: Tarihi ve Geleceğimiz

 




İran Komünist Partisi (MLM): Faşist İsrail ve ABD Emperyalizminin Saldırılarına Karşı Çıkmalıyız

Editörün notu: Aşağıda yer almakta olan açıklama İran Komünist Partisi (Marksist-Leninist-Maoist) tarafından yapılmıştır. Farsçadan çevirisi Yeni Komünizm okurları tarafından yapılmıştır, ingilizcesiyle teyit edilmiştir. Çevirideki hataların mesuliyeti Yeni Komünizm Kolektifindedir.


İsrail’in, Humeyni rejiminin askeri ve güvenlik görevlilerinin suikastı ve İslam Cumhuriyeti’nin askeri merkezlerinin hedef alınmasıyla başlayan ve şimdi faşist liderlerinin Tahran’ı cehenneme çevirmeyi vaat ettiği İran topraklarına yönelik askeri saldırganlığı, İsrail tipi yaşam biçimini yansıtmaktadır. İsrail, Filistin halkına karşı sömürgeci bir yerleşim devleti olarak kurulduğundan ve II. Dünya Savaşı sonrasından bu yana ABD emperyalizminin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki askeri ve güvenlik kolu olarak nefes almıştır ve başka türlü nefes alması da mümkün değildir. Sosyal kohezyonu Yahudi teokrasisi temelli bir faşizm tarafından sağlanmaktadır. Netanyahu’nun başlattığı askeri operasyona verdiği “Yükselen Aslanlar” ismi (Tevrat’tan bir ayet) bu faşist Yahudi köktendinciliğinin doğasını iyi bir şekilde ifade etmektedir. Saldırı başlamadan önce Netanyahu, Kudüs’teki Ağlama Duvarına bu ayetin içeriğini içeren bir not asmıştır: “Bu aslanlar avlarını yiyip, öldürülenlerin kanını içene kadar yatmayacaklar.”

İsrail rejimi şiddetli ve korkutucu “fanteziler” ile yaşıyor ve bu dehşeti ABD’nin gelişmiş askeri ve güvenlik silahlarıyla Ortadoğu’ya dayatıyor. Bu teokratik faşizmin liderleri insanlara karşı işledikleri suçlarda İslam Cumhuriyeti’nin suçluları olan Humeyni ve suikaste uğrayan komutanlarından farklı değiller. Tek farkları İsrail’in öldürme ve yok etme gücünün çok daha büyük ölçekte olmasıyla beraber ABD emperyalizminin cephaneliğine sahip olmasıdır. İsrail devletinin “Ortadoğudaki en demokratik hükümet” olduğunu veya Ortadoğu halklarına (bombalar, füzeler ve soykırımla) iyi bir gelecek getireceğini düşünenler; Netanyahu’nun amacının İsrail’i bölgedeki baskın güç haline getirmek ve hatta topraklarını genişletmek olduğunu, bu şekilde “aslanların avlarını yiyip öldürülenlerin kanını içmeden uyumayacaklarını” unutuyorlar!

İsrail’in Gazze’deki soykırımcı savaşının ve İran topraklarındaki mevcut saldırganlığının gerçek gücü ve motivasyonu ABD emperyalizmi tarafından sağlanmaktadır. Trump faşist rejimi, çıkarlarını dünyanın her köşesine dayatmak için sınırsız şiddet ve yıkım kullanmak üzere ABD emperyalizminin ellerini serbest bırakmaya geldi. ABD emperyalizmi onlarca yıl boyunca Ortadoğu’nun baskın gücü, “tek sahibiydi”. Ancak bu tekel emperyalist Çin ve emperyalist Rusya gibi güçlü rakiplerin yükselişiyle kırıldı. Şimdi faşist Trump rejimi bu tekeli geri istiyor. Trump rejimi için buradaki belirleyici faktörlerden biri İslam Cumhuriyeti ile hesaplaşmaktır. ABD emperyalizmi bu noktada İslam Cumhuriyeti ile olan sorunun belirleyici yanının rejimin nükleer bomba elde etme girişimi olduğunu söylüyor. Ancak meselenin özü bu değildir. ABD emperyalizmi için sorun; İran İslam Cumhuriyeti’nin Rus ve Çin emperyalistleri için bir etki alanına dönüşmesi ve bu iki emperyalist gücün İslam Cumhuriyeti’ni ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki gücüne ve etkisine meydan okumak için kullanmasıdır. Bu emperyalist güçler arasındaki rekabet sadece İran’da yıkıcı bir savaşı ateşleme riskine sahip değildir daha da kötüsü tüm dünyayı ateşe verebilecek bir noktaya ulaşmıştır.

Bu emperyalistlerin zorunluluklarının, ihtiyaçlarının, tıpkı İsrail’in bölgesel güç olarak kendisini tahkim etme noktasındaki çıkarı ve nefret edilen İslam Cumhuriyeti rejiminin hayatta kalma noktasındaki çıkarlarının ne İran halkları ne Ortadoğu halkları ne de dünya halklarının temel çıkarlarıyla bir alakası yoktur. Yıkıcı savaş hamlelerine kesinlikle karşı çıkılmalı ve özellikle de ABD ve İran’da oluşabilecek her koşul devrim için kullanılmalıdır.

Böylesi koşullar altında gerçek bir devrimi örgütlemenin sorumluluğu olarak İslam Cumhuriyeti’ne karşı mücadelenin politik içeriği, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının suçlu ve faşist doğasını (kurbanlarının İslam Cumhuriyeti’nin nefret edilen liderleri veya halk kitleleri olduğuna bakılmaksızın) ve Amerikan emperyalizminin doğasıyla beraber hem İslam Cumhuriyeti’nin gerici doğasını hem de sahte “anti-emperyalizm” statüsünün teşhirini belirgin bir şekilde içermelidir. Bu mücadelelerde, Filistin halkını ve ABD halklarının anti-faşist mücadelelerini desteklemeliyiz. Dünya halklarının İsrail’e karşı yürüttükleri mücadeleler de dahil yürütülen anti-emperyalist mücadeleler, Rusya ve Çin emperyalistlerinin desteğini de içeren İslam Cumhuriyeti’ne ve onun “Direniş Eksenine” bir desteğe yol açmamalıdır. Küresel kapitalist-emperyalist sisteme entegre ve bağımlı bir kapitalist sınıf devleti olan İslam Cumhuriyeti, 90 milyon İranlı’nın kanını emmektedir. Halkımız, bu rejimin sahte “bağımsızlığı” için ağır bedeller ödemiştir. Halkımızın İslam Cumhuriyeti’ne karşı mücadelesi, Trump rejimi ve İsrail faşizminin ve onların sadık veya sadık olmayan paralı askerleri karşısında sessizliğin veya teslimiyetin ölümcül zehriyle lekelenmemelidir. İslam Cumhuriyeti’nin devrilme çağrısı, İsrail’deki “yükselen aslanların” ve onların emperyalist destekçilerini devirme çağrısıyla birlikte olmalıdır. Bu aynı siyasi içerikle farklı arenalarda verilmesi gereken küresel bir mücadeledir.

İran Komünist Partisi (Marksist-Leninist-Maoist), 14 Haziran 2025




Röportaj: Kuyu Tipleri, Nitelikleri ve Örülmesi Gereken Mücadele Hattı

Yeni komünizm editörünün notu: Ocak ayında düzenlenen geniş çaplı operasyonlarla SDGF ve SKM’de mücadele yürüten devrimciler aylarca halk arasında kuyu tipi olarak bilinen hapishanelerde tutuldular. Bu saldırılar karşısında devrimci dayanışmayı büyütmeyi ve kuyu tiplerinin kapatılması doğrultusunda yürütülecek mücadeleyi beraber örmenin önemini görerek biz de bu temelde; bu saldırı dalgasının nedenleri, kuyu tipi hapishanelerin fiziki yapıları, niteliği ve devletin neyi amaçladığı, mücadele araçları gibi pek çok konuyu bu operasyonlarda tutsak edilen SDGF’li mücadele dostumuz Onur Yoldaş Mete ile konuştuk.


Yeni komünizm muhabiri: Biraz genelden özele gidebiliriz aslında: Kuyu tipi hapishaneler nedir, bunun niteliğiyle ilgili ne söyleyebilirsin? Ne için kuruldular neden var bu yapılar?

Onur Yoldaş Mete: Tabii ki, oradan başlayalım. Kuyu tipleri doğrudan teslim almaya yönelik yapılar. Esasında tutsaklar üzerinde bir psikolojik bir basınç oluşturarak hem de fiziksel koşullar itibariyle teslim almaya yönelik bir hapishane. Bunu biraz geriye götürmek gerekebilir. Devletin hapishaneler üzerindeki saldırısı ilk defa bugün yaşanmıyor.

Örneğin, F tipi var, tabutluk denemeleri var aklımıza gelen, 90’lardan bugüne tartışabileceğimiz. 2000 ölüm oruçlarında F tipleri konusunda bir geri adım attırılamaması ile beraber devlet F tipi konseptini devreye sokmuş oldu ve 20-21 yıl boyunca da bu konsepti yürüttü. Ancak şunu söyleyebiliriz; bu 20 yıllık süreçte devrimci tutsaklar F tipi saldırısını da boşa çıkardılar. Sonuçta F tipinin hedefi devrimcilerin hapishanede kurduğu iç örgütlülüğü dağıtmaktı nitekim devrimciler mücadeleden kopartılmak için atıldıkları hapishaneleri devrimci bir okul haline getirmişlerdi.

Devlet, tam da bu durumu ortadan kaldırmak istedi ve bu doğrultuda F tipi tecritini ortaya koydu. Ancak bu tecritte yine devrimci tutsakların çabalarıyla, direnişleriyle ve tabii ki sınırları aşan devrimcilerin akıllarıyla ve üretkenlikleriyle boşa çıkarılmış oldu. Yeni süreçte de devlet yeni bir konsept geliştirip artık devrimci tutsakları teslim alabilmenin yeni yollarını bulmaya ihtiyaç duydular. Esasında kuyu tipleri de bu ihtiyacın bir karşılığı oldu devlet bakımından.

YK Muhabiri: Bu noktada kuyu tiplerinin fiziki yapısından bahsedebilir misin?

Onur Yoldaş Mete: Tabi, fiziki yapısından bahsedeyim. Zaten esasında o hapishanein yapısal olarak doğrudan psikolojik işkence mekanı olmasını sağlayan şey bu fiziki yapının kendisi aslında. Burada üç katlı uzun diktörtgen blok şeklinde tarifleyebileceğimiz bloklar var ortası boş bu blokların. Bu alana biz kuyu diyoruz. Bu kuyular üç katlı. Bir kenarda sadece hücreler var karşı tarafı boş, orada bir koridor var. Yani insan yok. Bir tarafsa havalandırmanın duvarı. Diğer tarafta bizim sohbet hakkımızı kullandığımız yerler. Burada pencerelerin hepsi aynı yöne baktığından aynı pencereden bakan tutsakların birbirini görme imkanı yok. Sadece konuşabiliyoruz, yani hapishanenin genel yapısı da insan yüzü göstermemeye yönelik.

Mesela bazı hapishanelerde mesela bu daha da ileri düzeydeymiş örneğin gardiyan bile yok, tamamen elektronik. Yani kapıdan çıkıyorsunuz havalandırmaya gidene kadar gardiyan yüzü görmüyorsunuz. Kapılar sesle talimat verilerek açılıyor açılacağı zaman. Sadece sesli komutlarla yönlendiriyorlar. Bizim kaldığımız yerde gardiyan da vardı elektronik sistem de vardı. İkisinin karma hali diyebiliriz buna belki. Mesela örneğin koridordan geçerken herhangi bir tutsakla karşılaşmıyorsunuz. Siz geçecekseniz diğer tutsakları o koridora sokmuyorlar ancak siz geçtikten sonra diğer tutsak sizi görmeyecek şekilde başka bir yöne çıkarılıyor mesela. Buradan doğru baktığımızda bu fiziksel koşullar doğrudan insan yüzü göstermemeye, insani bağları koparmaya yönelik.

Birde üç kişilik hücreler var. Onlarda da sizi doğrudan gören, hücre içini gören bir kamera var. Sizi sürekli gözetleyen bir kamera var. 7/24 ses ve görüntü kaydı alan bir kamera bu. Burada da yine sizin özel alanınızı izleyerek bir taciz suçu işlemiş oluyorlar. Bu da temellinde bir insanlık suçu. Bu kamera tuvaleti dahi çekiyor, tuvalet kapısını görüyor. Ve sizin bu gözetlemeye herhangi bir şekilde ses çıkarmadan kalmanızı bekliyorlar. Bu kamera yatak kısmını da görüyormuş. Onu sonradan başka tutsakların davalarından çıkan görüntülerden öğrendik. Öncesinde tahmin ediyorduk ama bilmiyorduk.

Tutsaklar bu noktada ya kamerayı kırarak ya da peçeteyle kapatarak cevap veriyorlar. Bu noktada tekli hücreye alınıyorlar, davasını kazanan devam edebiliyor üçlü hücrede kamerasız kalmaya. Üçlü hücrede bu şekilde kazanılmış davalar var. Kamerayı kırıp, o kameranın kanuna, anayasaya aykırı olduğuna dair mahkeme kararının kazanılmasıyla kırık kamerayla veya artık kullanılmadığı biçimde o hücrede kalmaya devam edenler var, bunu belirteyim.

En temelde böyle yani fiziki yapısı. Bunların, bu fiziki yapının, o kameranın vesaire doğrudan hapishane yönetiminin parçası olduğunu bizzat hapishanenin müdürü kendisi bize söylüyordu. Buradan da anlayabiliyoruz ki evet bu fiziki yapı, yapısı itibariyle doğrudan teslim almaya yöneliktir ve insanlık suçudur.

YK Muhabiri: İşleyişten de bahsedebilir misin F tiplerinden nerelerde ayrılıyor mesela?

Onur Yoldaş Mete: Yani F tiplerinden farkı baktığınız zaman gerçekten insan yüzü görmeme üzerine kurulmuş bir hapishane olması. Örnek veriyorum; havalandırma hakkınız engelleniyor. Hükümlü olanlar sadece bir saat, tutuklu olanlar bir buçuk saat. En azından benim kaldığım hapishanede böyleydi. Diğer hapishanelerde farklı olabilir. Ancak maksimum duyduğum tutuklular bakımından iki saatti şu ana kadar. Bunun üzerinde bir havalandırma süresi duymadım henüz. İki saatin üstünde bir havalandırma süresi duymadım henüz. Temelde sizin havalandırma hakkınızı gasp ederek, havalandırma hakkını kullandığınız, sohbet hakkını kullandığınız mekanları 7/24 sesli ve görüntülü gözetim altında tutarak tek kişilik en fazla beş adım atabileceğiniz bir hücrede günün tamamı boyunca sizi kapatarak esasında bir psikolojik basınç oluşturup bu basıncın sizde ideolojik, politik bir çözülmeye yol açmasını hedefliyor. Burada yaptığı şey bu.

Fiziki bir şiddet, tırnak içinde fiziki bir şiddet yani kaba dayak benzeriyle karşılaşmadık. Karşılaşılan yerler olmuştur, yani tutsaklar bu saldırıyı da boşa çıkardıkça onlar daha başka saldırı biçimlerini de devreye sokacaklardır. Kötü muamelelerin bazı yerlerde çok daha görünür olduğunu bazı yerlerde çok daha manipülatif ve incelikliyken bazı yerlerde çok daha doğrudan olduğunu görüyoruz. Buna dair haberler de çıktı.

YK Muhabiri: Bu süreçte çıplak arama işkencesiyle, çeşitli işkencelerle karşılaşan bir sürü tutsak da oldu. Mesela sen böyle bir şey yaşadın mı?

Onur Yoldaş Mete:  Çıplak arama işkencesiyle karşılaştık. Onun dışında bir fiziksel işkenceyle karşılaşmadık ancak farklı kuyu tiplerinde yaşanmış bunu duydum. Çıplak arama yaygın bir şekilde yapılıyor. Esasta biz gardiyanların provakatif davranışlarıyla karşılaştık. Temel tavrımız olan slogan atma gibi benzeri tavırlarımız var. Bu tavırlara yönelik gardiyanların provakatif tavırları oluyordu. Açlık grevindeki bir yoldaşımıza yine o eylemi küçük düşürücü bir cümle kurmuştu bir gardiyan. Bizde hatta ona karşı eylem geliştirmiştik. Kapı dövme eylemi yapmış, uyarıda bulunmuştuk.

Bu tarz taciz, provakasyon ve çıplak arama işkencesi oluyordu. Bunun dışında örneğin muayene olurken mesela sağlık kontrolünde normalde polis vesaire giremez. Ancak bizim kaldığımız hapishanede muayene alanında altı tane gardiyan oluyordu. Kapı girişinde iki kişi, içeride de dört ki bu kapı hep açık. Hasta mahremiyetine dair hiçbir şey yok. Yani size bir işkence yapıldığı durumda bunu beyan etmemeniz yapılan bir şey bu esasında. Bu da psikolojik baskı altına almaya yönelik diyebiliriz.

Bir diğer nokta da bizim kaldığımız hapishanede su sınırı vardı. Mesela günde 50 litre sıcak su hakkınız var, fazlasını kullanamıyorsunuz, direkt kesiliyor. Biz iki ay boyunca uzun süreli bir duş alamadık, bedensel temizliğimizi esaslı bir şekilde yapamadık. Düşündüğünüzde bu uzun süreli tutsaklar bakımından bunun sonuçları çok daha ağır olur.

Birde pencerelerde tel kafesler var. Hücre penceresinde normal bir demir parmaklık var, bir de bir parmağın en fazla geçebileceği onun da zar zor geçtiği böyle baklava dilimli deliklerden oluşan tel bir kafes var. Bazı hapishanelerde bu iki tel kafes üst üste takıyorlarmış. Bizde tekti. Bu da keza hava sirkülasyonunu kötü etkileyen bir başka unsur. Yani baktığımızda hem sağlık bakımından tutsakları yıpratmayı hedefleyen uzun süreli bir mantıkla tasarlanmış.

Uzun vadede hem sağlık bakımından hem de psikolojik bakımdan tutsakları geri dönülemez şekilde etkilemeye yönelik bir hapishane konsepti bu. Amacı da doğrudan tutsakları bu yönde zorlayarak iradelerini kırıp teslim almak; çözmek, ajanlaştırmak, itirafçılaştırmak.

YK Muhabiri: Peki sence devlet bu yaptığı şeyde başarılı olabildi mi?

Onur Yoldaş Mete: Başarılı olduğunu düşünmüyorum. Yani en azından oraya gittiğimde gördüğüm başka devrimci tutsaklar, onların tavrı, onların yaşamı örgütleme biçimini de gördüğümde, bizden doğru da gördüğümde ya da halihazırda hapishanelerde ya da kuyu tiplerinde devrimci tutsakların sürdürmüş olduğu açlık grevi, süresiz açlık grevi direnişlerine baktığımızda devletin bu hamlesinin şu anda başarılı olmadığını söyleyebiliriz. Yani uzun vadede boşa çıkarılacaktır diye düşünüyorum.

YK Muhabiri: Buna karşı nasıl bir mücadele örgütlemek gerekiyor?

Onur Yoldaş Mete: Buna karşı şöyle bir mücadele örgütlemeliyiz. Esasında kuyu tiplerinin doğrudan kapatılmasını hedeflemeliyiz. Şayet kapatılmasına yönelik bir mücadele yürüteceksek bu da dışarıda örgütlenmeli. Tutsaklar zaten hem içeride hem de dışarıda her gün yaşamı devrimci bir temelde yeniden inşa etmeleriyle ve farklı zamanlarda, farklı aralıklarla, farklı gündemlere dair geliştirdikleri eylemliliklerle ya da uzun vadede süresiz açlık grevi eylemlilikleriyle gerekeni yapıyorlar. Gerekli direnişi ortaya koyuyorlar. Burada esas mevzu bize düşüyor.

Bu noktada da kuyu tiplerinin kapatılmasına yönelik bir politik kampanyanın örülmesi gerekiyor. Bunun için de emekçi solun bu konuda kendini seferber etmesi lazım. Bu konuda bir duyarlılık oluştuğunu söyleyebilirim.

19 Mart eylemlerinden sonra özellikle gençliğe baktığımızda hapishanelerle ilgili bir duyarlılık oluşmaya başladığını görebiliyoruz. Yani hemen her gençlik yürüyüşünde kuyu tipleri kapatılsın sloganları atılıyor şu an da.

Bu 19 Mart öncesi olmayan bir manzaraydı. Eylemlerden sonra biz bunu çok daha net bir biçimde görmeye başladık. Yani bu duyarlılığın, oluşan bu politik atmosferin sürekli hale getirilmesi, bunun kuyu tiplerinin kapatılması mücadelesinde bir dayanak haline getirilmesi gerekiyor esas da. Uzak bir gündem, kaf dağlarının ardında bir şey başımıza gelirse bakarız diye el alınabilecek bir şey olmamalı.

Kaldı ki faşizmin mevcut yönelimine baktığımızda bu gittikçe de herkesin gündemi haline geliyor.  Uzun vadeli kuyu tipleri F tiplerinin yerine konulan ve genelleştirilmesi hedeflenen bir tecrid sistemidir. Bu bakımdan doğalında herkesin hedefidir. Herkesin gündemidir. O yüzden herkes bu bilinçle hareket edip kuyu tiplerinin kapatılmasına yönelik dışarıda politik kampanyalar örgütlenmeli. Bu konuda kitle çalışmaları yapılmalı, kitlesel bir talep oluşturulmalı diye düşünüyorum.

YK Muhabiri: İçeride devrimciler buna karşı nasıl bir mücadele örgütlüyorlar?

Onur Yoldaş Mete: İçeride devrimcilerin buna karşı mücadelesini birkaç noktada ele alabiliriz. Bir kere her hapishanein özgününde idarelerin farklı farklı uygulamaları var. Hepsinin özü, amacı teslim almaya yönelik olsa da bu bazı hapishanelerde daha doğrudan kaba dayak ya da açık şiddet biçimlerinde olabiliyorken bazı hapishanelerde daha psikolojik, manipülatif biçimlerde olabiliyor. Esasında tutsakların içinde bulundukları koşullara karşı kendilerini yeniden inşa etmeleri, o psikolojik saldırıları boşa çıkarmaya yönelik olarak yeni tavırlar geliştirmeleri işin bir boyutudur. Doğrudan anlatılmadığında bu çok gözlemlenebilir bir şey değil.

Yine tutsakların kendi bulunduğu hapishanelerde, hapishane yönetimine, idaresinin çeşitli uygulamalarına karşı toplu giriştikleri eylemler bir başka boyutudur. Bu bazen slogan atma biçiminde olabiliyor, kapı dövme biçiminde olabiliyor, süreli veya süresiz açlık grevi şeklinde olabiliyor. Hukuk mücadelesi de bunun ayrı bir boyutu.

Avukatlar aracılığıyla, tutsak inisiyatifleri aracılığıyla yürütülen mücadeleler var yine. Bunlar da mücadelenin başka bir boyutu. Tabi birde genel olarak doğrudan Adalet Bakanlığının tecrit uygulamalarına karşı yürütülen mücadeleler var.

Gündeme göre bu mücadele biçimleri esasında değişebiliyor tarz olarak. Örnek veriyorum, kuyu tipleri kapatılsın gündemiyle açlık grevi de yapılabiliyor. O açlık grevi işte hapishanelerdeki kötü uygulamanın son bulması için de yapılabiliyor. Temelde basitten karmaşığa bir dizi eylem biçimi var. Bununla birlikte de ideolojik olarak da devamlı kendini geliştirme hali var. Bu noktadan özetleyebiliriz sanırım.

Bu mücadelelerin pratik kazanımları da oldu. Yer değiştirme talebini kazanan tutsaklar oldu. Yani bu tekil tekil kazanımlara ulaşıyor ve eğer toplumsal bir duyarlılık oluşursa, örgütlenirse dışarıda toplumsal bir mücadele örgütlenirse bu köklü, bütünlüklü kazanımlara da dönüşebilir. En azından şu an da tutsakların tek tek kendi iradeleriyle ortaya koydukları direnişlerin dahi sonuç alıcı olduğunu görebiliyoruz.

YK Muhabiri: Sence bunun bir bütün olarak hiçbir suçluya uygulanmaması gerektiğini söyleyebilir miyiz? Burada direkt olarak insanlığa karşı işlenen bir suç yok mu? Devletin buradaki politikası S Tipleri ile aslında “çok tehlikeli suçlular” için bir hapishane oluşturma yani doğrudan devrimcileri kriminalize ediyorlar bunu söyleyebilir miyiz?

Onur Yoldaş Mete: Doğrudur. Çünkü zaten bu koşulların ben az önce biraz siyasi mahiyetinden bahsetmiş oldum. Yani esasında tabii ki bu koşulların kendisi doğrudan insanı bitirmeye yönelik bir şey.

Sonuçta saldırdığı noktalara baktığımızda temel iletişim yeteneğine saldırıyor. Ki iletişim yeteneği, yani konuşmak, sohbet etmek, kendine ifade etmek dediğimiz şey insanın ayırt edici bir özelliği, temel bir özelliği. Doğrudan bunu hedef alan bir tecrit sistemi zaten kuyu tipleri. Yani her tecrit iletişim yeteneğini hedef alıyor zaten. Dolayısıyla tabii ki insanlığa karşı işlenen bir suç. Ve tabii ki bundan dolayı kabul edilemez ve kapatılması gerekiyor diye söyleyebiliriz.

Bu noktada duyduğum bir bilgiyi aktarayım. Bir basın toplantısı yapmıştık, Grup Yorum emekçisi Vedat arkadaş vardı, o ifade etmişti. Mesela adlilerin olduğu yerlerde hücrelerden bağırma sesleri, çığlıklar geliyormuş. Birkaç psikiyatrik ilaç almadan uyuyamayan çok adli tutsaklar mevcutmuş mesela. Onlarda da nasıl bir etkisi olduğunu görebiliyoruz. Bu kuyu tipi tecridinin neyi hedeflediğini görebiliyoruz bu tarz örneklerde. Dolayısıyla doğrudan insanlık suçu olarak tarif etmek gerekiyor.

Herhangi bir insana uygulanmasını kabul etmemek gerekiyor. Dolayısıyla kapatılmaları için mücadele etmeliyiz.

Son olarak, tutsak sosyalistleri, öğrencileri, devrimci ve yurtseverleri, kuyu tiplerinde ve diğer hapishanelerde; Grup Yorum, Dev-Genç ve Halk Cephesi tutsaklarının sürdürdüğü süresiz açlık grevini selamlıyorum. Halklarımızı ve özelde SGDF’li olarak gençliği, devrimci tutsaklarla dayanışmaya çağırıyorum. Tecrit işkencedir, tecrite son! Kuyu tipleri kapatılsın, tutsaklara özgürlük!




İsrail’in Saldırılarına İlişkin Oryantasyon Notları

 

13 Haziran Cuma sabahı İsrail savaş uçakları İran’a karşı geniş çaplı bir bombalamaya girişti. Saldırılar nükleer tesisleri ve Tahran’da dahil olmak üzere birçok farklı noktaya gerçekleştirildi. Saldırılar sonucu İran genelkurmay başkanı ve Devrim Muhafızları komutanı öldürüldü. İsrail’in Filistin’de yürüttüğü soykırım devam ederken gerçekleşen bu saldırılar tam da ABD ve İran, İran’ın nükleer programını müzakere edecekken gerçekleşti. Geçtiğimiz günlerde Trump olumlu bir sonuç almak ile ilgili “güveninin gittikçe azaldığını” belirtmiş, hemen akabindeyse ABD, Irak’da dahil olmak üzere bölgedeki ülkelerden diplomatik personelinin ailelerinin bölgeyi terk etmesi uyarısı yapmıştı.

İsrail’in saldırılarına İran’ın cevap vermesi ve takip eden süreçte yapılan açıklamalar var ancak henüz olayların nereye varacağını kesin olarak bilmesek de bazı temel oryantasyon noktalarını koymamız gerekir:

  1. İsrail devleti niteliği itibariyle soykırımcı ve işgalci bir apartheid devletidir. Bütün saldırıları gibi bu saldırısı da gayrimeşrudur. İsrail, Ortadoğu’da nükleer silahlara sahip TEK ülkeyken günün birinde silah geliştirme potansiyeli kazanabileceği gerekçesiyle İran’a saldırması haksız ve gayrimeşrudur.
  2. 7 Ekim saldırılarının akabinde Filistin halkına karşı bir soykırım savaşı başlatan İsrail, ABD’nin tam desteği ile bölgede İran destekli güçlerin etkisini büyük ölçüde kırmıştır. Şimdi ise kendisini Ortadoğunun en baskın gücü olarak konumlandırma hamleleri yapmaktadır. Şimdilik bu saldırıların devamında ABD’nin tutumunun nereye evrileceğini bilmesek de şunu biliyoruz: ABD, on yıllardır bütün hükümetlerinde bu hedefi desteklemiştir. Ve bugün Trump, İsrail’i hiç olmadığı kadar fanatik bir biçimde desteklemektedir. Bugün daha büyük bir savaşın sorumluları ABD ve İsrail olacaktır.
  3. Saldırılar sonrası Türkiye’de ilerici, sosyalist güçlerde ortaya çıkan tepkilerin bir kısmı bu gayrimeşru saldırıyı kınarken İran’dan yana tavır takınmak oldu. Bu, İran’da başta Kürt halkı, kadınlar ve devrimciler olmak üzere toplumun ileri katmanlarının üzerine bir karabasan gibi çöken teokratik faşist rejimin zımnen desteklenmesi anlamına gelir ve bu gericiliği güçlendirir. Soykırımcı işgal devleti İsrail’e karşı tavır almak ve her türlü saldırısının karşısında durmak her ilkeli insanın takınması gereken bir tavırdır ancak bu, gerici rejimleri açık veya zımnen destekleyerek sağlandığı takdirde bu tavır başka bir gericiliğin hegemonik olarak güçlenmesine ve çelişkili bir biçimde karşısında durulan gericiliğin de güçlenmesine vesile olur. İnsanlık için hiçbir temel pozitif yönü bulunmayan miadı dolmuş iki güç arasında seçim yapmak son tahlilde iki gericiliğin de güçlenmesiyle sonuçlanır.
  4. Türk hakim sınıfları uzun bir süredir Ortadoğu’daki gelişmeler ve Ortadoğu’nun 7 Ekim sonrası yeniden konfigürasyonunda bir yandan “iç cepheyi tahkim” stratejisi izlemekte, Öcalan ile müzakereler yapmakta, Suriye’ye dolaylı ve dolaysız türlü müdahaleyle süreçte aktör olmaya çalışmaktadır. Diğer yandan ise soykırıma karşı hamaset politikası izlemekte hem İsrail ile ticaretini sürdürmekte hem de radar üstlerini soykırımcı işgal devletine kalkan yapmaktadır. Bugün rejimin İran’a yapılan ve İran’ın cevap vererek devam ettirdiği saldırılarda takındığı tavır aynı hamasi diplomasinin sürdürülmesidir. Bu tavır objektif olarak ABD emperyalizmine ve bölgedeki askeri üssü olan İsrail’e hizmet eden bir tavırdır.
  5. Bu saldırı dünyayı daha da tehlikeli bir hale getirmiştir. İsrail ve İran arasında gerçekleşebilecek bir bölgesel savaş hızlı bir şekilde Ortadoğu’da daha geniş kapsamlı bir savaşı ve hatta nükleer cephanelikleriyle emperyalist güçlerin dahil olabilecekleri ve bildiğimiz haliyle insanlığın sonunu getirebilecek bir dünya savaşının potansiyelini de içerisinde barındırır. Bu her vicdanlı insanın karşı olması gereken bir durumdur.

Bütün bunlar Bob Avakian’ın daha önce dile getirdiği şu ifadelerin önemini bizlere bir kez daha hatırlatır:

"Dünyanın halkları olarak bizler, bu emperyalistlerin dünyaya hükmetmesine ve insanlığın kaderini belirlemesine artık izin veremeyiz. En hızlı biçimde alaşağı edilmeleri gerekmektedir. Böyle yaşamak zorunda olmadığımız da bilimsel bir gerçektir.”



İzmir’de Bir Grevin Ortaya Çıkardıkları

29 Mayıs’ta İzmir’de başlayan belediye işçileri grevi bir çok açıdan tartışmaya neden oldu. Yoksulluk sınırının altında yaşamaya mecbur bırakılan binlerce insan, nispeten daha iyi bir maaş için greve gitme kararı aldılar. Ve ardından olan oldu. Bu ülkenin hakim sınıflarının “sosyal demokrat” kanadı, egemenliğini göstermeye başladı. “Tek adam diktatörlüğünü” yenmeye ve “demokrasiyi getirmeye” ant içmiş CHP, bir kabak çiçeği gibi açıldı. Şimdi bu “egemen” anlayışı biraz bileşenlerine ayıralım.

Yoksulluk sınıfsaldır, sistemiktir

CHP, uzun zamandır bu ülkedeki kutuplaşmada Erdoğan karşıtı cephenin lokomotif gücüdür. İnsanların bu rejime karşı tepkilerini ve öfkelerini örgütlemek üzere, rejimin suçlarını bu Cumhuriyetin özünden yani kapitalist bir diktatörlük olduğundan bağımsız olarak, Erdoğan’ın “şahsi” hataları ya da iktidar olma “arzusu” ile açıklaya gelmiştir.

Sorun sadece “tek adam” ve onun “yancılarıyla” açıklanınca -bazı aklı selim “solcular” buna Saray rejimi diyor- haliyle sistemin doğası ve niteliği tartışılmaksızın sınıflar üstü bir rejim tartışması dönüyor. Halbuki Erdoğan’ın 20 yılı aşkın süredir var olan iktidarı altında, İslamcı burjuvazi devlet olanaklarıyla da büyümeye yelken açmış olsa bile, bu ülkenin Kemalist sermayesini temsil edenler de servetlerine servet katmış ve büyümeye devam etmişlerdir. Ve bu katbekat “büyüme başarısı”, milyonlarca insanın yoksulluk ve açlık sınırı altında ücretlerle çalışmadan gerçekleşemez.

Kapitalizm, sömürünün ve günümüz yoksulluğunun hem kaynağı hem de nedenidir. Kapitalist üretim ilişkileri, pazar için sürekli metaların -malların- üretilmesine yöneliktir. Bu üretim, insanların, gezegenin ve üzerinde yaşayan insan olmayan hayvanların “ortak iyi” anlayışı için değil, sermaye sahibinin maksimum karı üzerine gerçekleşir. Sermayeler üretim esnasında yalnız olsalar bile, pazarda birbirleriyle muazzam bir rekabet halindedir. Ve bu rekabet son derece acımasızdır. Sermaye sahibi, rekabete direnmek için büyümek zorundadır. Bu büyüme esnasında toplumsal değeri yaratan üretici güçler, gerekli toplumsal emek zamandan payına düşeni almazlar, çünkü bu artı-değer olarak sermaye sahibi -kapitalist- tarafından gasp edilir. Bu şahsi gasp ne kadar büyük olursa, sermaye sahibinin büyümesi ve böylece pazarda diğer sermaye sahipleriyle rakabeti o denli güçlü olur. Pazara yönelik malların üretimi, insanlar arasındaki eşitsizliği, sömürü ve baskıyı sürekli olarak güçlendirir. Tüm bunlar, sefaletin üretimi ve yeniden üretimini sağlarken, sürekli büyüyen yoksullar ordusunun üretim ilişkilerini tehdit etmemesi ve çarkın dönebilmesi için burjuva diktatörlükle -zor yoluyla ya da inşa edilmiş rızalık yoluyla- sistem devam ettirilir. Erdoğan yeri geldiğinde “grevleri yasaklamanın milli değerleri koruduğunu”, “milli ekonomiyi” ayakta tuttuğunu söylemekle övünür.

AKP ve CHP: Öz olarak aynı, nitelik olarak farklı

20 küsür yıldır Erdoğan’ın tesis ettiği rejimden şu ya da bu şekilde rahatsızlık duyan bir çok insan var ve bu son derecede önemlidir. İnsanlar bu sistemi yönetenlerden, onların yönetme biçimlerinden sistemi anlamadan dahi eleştiriyor ve çeşitli seviyelerde rahatsızlık duyarlarsa, tüm bu sömürü ve baskının gereksiz olduğunu ve bunlarsız bir dünyanın potansiyeli için de dönüşebilme dinamiklerini barındırırlar. Fakat sistem sadece bir “vizyon” tarafından temsil edilmez. Hatta aynı sistemin savunucuları, radikal olarak mevcut “vizyona” karşı çıkar hatta bunun için bedel bile ödeyebilirler, tıpkı Ekrem İmamoğlu örneğinde olduğu gibi. Yine de, rejime ve onun işleri sürdürmedeki tehayyülüne karşı olmak otomatik olarak radikal bir değişikliği barındırmaz. Hatta çoğu zaman, bu sistemin daha farklı ama daha fazla güçlenmesi için yeni bir “vizyon”, yeni bir rejim ile taçlandırılmak ister.

Uzun zamandır söylediğimiz üzere, CHP bu ülkenin hem kurucu partisi hem de Kemalist kliklerin -ve Erdoğan’dan rahatsızlık duyan diğer bazı İslamcı kesimlerin-  lokomotif gücüdür. CHP, soykırımlar  ve katliamlar üzerine kurulmuş, baskıcı ve sömürücü Cumhuriyetin “yeni yüzyılında” yeniden rol oynamak istemektedir. Soykırım ve katliamlara temel rol oynayan, bu ülkenin kurucu kodları olan, Türkçülük ve Sünni İslamla kopmamakta ona yeni bir biçim vermektedir.

“Sosyal demokratların” 3 oku, İşçi düşmanlığı, Kürt Düşmanlığı ve Alevi Düşmanlığı

29 Mayıs’ta grevin başlamasından sonra İzmir belediye başkanı arkasında kenetlenen “sosyal tabakanın” şaşırtıcı olmayan açıklamaları, bu ülkede CHP’nin ne olduğu ve asla ne olamayacağına dair yüzünü bir kez daha göstermiştir.

İşçi düşmanı ve şovenist Cemil Tugay ilk açıklamalarında, “işçi şımarıklığından” bahsetmiş, “yüksek ücret” aldıklarını söylemiş “asgari ücrete karşı grev yapmıyorlar” diyerek, grevdeki işçileri izole etmeye çalışmıştır. Bu ülkede bir tane işçi yok ki asgari ücreti savunsun. Bu ülkede işçilerin ezici bir çoğunluğu bırakın “yüksek ücretle” şımarmayı, çocuklarının geleceği için kaygı içerisinde yaşarlar ve ölürler. Tugay, sözde Erdoğan karşıtı “muhalif” medyayı da yanına alarak, “AKP’ye hizmet ediyorlar” adı altında, emekçilerin mücadelesini bastırma yoluna gitmektedir.

Dahası, Tugay’ın “sosyal tabanı”, işçilerin çoğunun Kürt ve Alevi olduğunu ve bu yüzden bir grev başlattığını söyleyerek, aslında CHP’nin Türkçü ve Sünni islamcı tezlerini temsil ediyorlar. Ülkenin bu kurucu kodları, Erdoğan’la birlikte başka bir nitelik kazanmış olmakla birlikte, CHP’nin ortak paydasıdır. O yüzden Kürtler ve Aleviler en temel insani haklarını aradıklarında, iki kesim tarafından da “bölücü”, “dış mihrak”, “şımarık” ilan edilmekten geri kalmayacaklardır.

İktidar ve “muhalefetin” birlikte tuttuğu Demokles Kılıcı

Bugün bariz bir şekilde, AKP ile CHP arasında akut bir çelişki vardır. CHP’nin temsil ettiği klikler, Erdoğan’ın 2016’dan beri tesis ettiği ve güçlendirdiği rejimden rahatsızlık duymakta ve bazı boyutlarıyla değiştirmek istemektedirler. Bu meseleye daha önce burada ve burada değinmiştik. Her ne kadar bu iki hakim sınıf kanadı arasında keskin çelişkiler olsa bile esas kavga, temsil ettikleri sistemin rejiminin nasıl olacağı üzerinedir, sistemin özünün değişmesi üzerine değil. Her ikisi de, baskıcı ve sömürücü bu sistemin devamlılığını farklı niteliklerde talep etmektedir.

AKP’nin ve CHP’nin bakış açısında keskin benzerlikler de vardır. Sadece bu sistemin devam etmesi talebinde değil, bunun siyasi meşruluk olarak ifadesinde de aynı temel yöntem ve yaklaşımı paylaşırlar. Erdoğan nasıl ki kendisiyle çelişen ve eleştirenleri “yerli ve milli” olana düşman ilan ederek toplumu kutuplaştırırsa, CHP’de kendisini eleştirenleri “AKP’ye hizmet” edenler olarak etiketleyerek, her türden eleştiriyi mahkum eder. Erdoğan’ın yıllar önce söylediği “taraf olmayan bertaraf olur” mottosu, CHP’nin de dayanak noktalarından biridir. Ve böylece Erdoğan karşıtlığını CHP’ye biat ya da en hafif haliyle pasif eklemlenme biçiminde sunarlar. Bunun dışında her tutum, “Erdoğan’a hizmet” olarak CHP tarafından servis edilir.

Bir kez daha söylemekte fayda var; CHP çözümün değil sorunun parçasıdır. CHP’den yapamayacağı, dönüşemeyeceği şeyleri beklemek son tahlilde CHP’ye dönüşmek anlamına gelir. CHP sadece, üzerinde yaşadığımız bu baskı ve sömürücü düzenin kurucu partisi değil aynı zamanda onun sadık bir garantörü ve devam ettiricisidir.

İzmir grevinin öğrettikleri

  • İzmir grevi, hakim sınıfların “sosyal demokrat” kanadının, bu baskıcı ve sömürücü sistemin garantörü ve savunucusu olduğunu çıplak bir şekilde tekrar göstermiştir.
  • İzmir grevi, Kürtlerin ve Alevilerin sadece işçi olmalarından ötürü değil aynı zamanda ezilen ulus ve inançlardan gelmelerinden ötürü, sürekli olarak terörize edildiklerini, en temel insani haklarını ararken bile kriminalize edildiklerini bir kere daha göstermiştir -üstelik “taban ittifakı” yapan parti tarafından
  • İzmir grevi, burjuva muhalefeti şu ya da bu düzeyde eleştiren herkesin kaçınılmaz olarak “AKP” ile anıldığını ve rejim ne olursa olsun kapitalist toplumda muhalif kültürün ve bakış açısının serpilip dönüşüm için itici bir güç olamayacağını bir kez daha göstermiştir.
  • İzmir grevi, rejime yönelik niteliksel olarak farklar barındırmakla birlikte her iki hakim sınıf kanadının özünün aynı olduğunu aleni bir şekilde göstermiştir.

Bu sistemden, onun hali hazıdaki rejiminden ve sözde muhalif ama esasta bu sistemin devamlılığını sürdüren siyasi temsillerinden rahatsızlık duyan, öfkelenen herkesin, gerçek bir devrimin inşası için acil bir şekilde herekete geçmesi gerekir. Bu sisteme onun ister faşist ister “liberal” isterse “sol” temsillerine yegane cevap gerçek bir devrimdir, daha azı değil. Bu devrimin niteliği ve özgürleştirici vizyonu hakkında daha fazla bilgi edinmek için, Bob Avakian’ın eserlerini edip, etüt edebilir, bizlerle tartışabilirsiniz. Bu insanlığın, gezegenin ve üzerinde yaşayan diğer canlı türlerinin kurtuluşu için son derecede yakıcı ve temel bir gereksinimdir.




PKK’nin Feshi, Yeni Zorluklar ve İhtiyaç Duyduğumuz Meydan Okuma

Abdullah Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı” ile PKK’ye yönelik örgütün feshi ve silah bırakma çağrısı, beklenildiği üzere karşılık buldu. PKK 5-7 Mayıs’da yapmış olduğu 12. Kongresinde “PKK’nin örgütsel yapısının feshedilmesi ve silahlı mücadele yöntemini sonlandırması” kararlarını açıklamış oldu. Bu açıklamada her ne kadar mücadelenin “yeni biçimde” sürdürüleceğine yönelik ibareler olsa bile, PKK’nin silah bırakması ve kendini feshetmesi sıradan bir durum değildir. Bu yeni durumun hem Ortadoğu’da hem de Türkiye/Kuzey Kürdistan’da ağır etkileri olacağı açıktır.

Egemenlerde bayram havası

PKK’nin fesih açıklamasından sonra Erdoğan, “terörsüz Türkiye sürecinde bugün kritik bir eşiği daha açtık” vurgusunu yaptı. Aslında yürüttükleri süreci başından itibaren Kürt sorunu olarak değil de “terör” sorunu olarak gördüklerini belirtmiş oldu. Zaten Erdoğan “Dolmabahçe mutabakatından” beri, “Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır” diyordu. PKK’yi bir “terör” sorunu bağlamında ele aldığı için, kendi mantığınca “örgütün tüm uzantılarını da kapsayan bir karar olarak değerlendiriyoruz” ibaresini eklemeyi de unutmadı. Ve böylece Kürtlerin Rojava’daki statülerini tanımadıklarını ve bu feshin Suriye’yi kapsaması gerektiğini bir kez daha vurgulamış oldu.

Hakim sınıfların “sol” yamalı ve sözde muhalefet partisi ise PKK’nin fesih kararını heyecanla karşıladı. CHP bu sürecin “yasal güvencelerle” ilerletilmesi için meclisi adres gösterdi. CHP böylece hem PKK’den kurtulmanın mutluluğunu yaşamak hem de meclis altında bir “yol haritası” belirlemek istiyor. Bunu talep etmelerinde iki ana yön ön plana çıkıyor. CHP Erdoğan’ın izlemiş olduğu “terörsüz Türkiye” uygulamasına tam olarak güvenmiyor ve bu sürecin “kazasız” işleyebilmesi için rol almak istiyor. Aynı zamanda Erdoğan’ın bu “başarıdan” tek başına nemalanmasını ve Kürtlerle zayıflamış olan bağlarının yeniden güçlenmesini istemiyor. 2024 Yerel Yönetim Seçimleri’nde uyguladıkları “taban ittifakının” çatırdamaması için, temel Kürt kitlelerinin güçlü desteğine hala ihtiyaçları var.

Yeni Ortadoğu koşullarında yeni zorluklar

Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”nın kamuoyuyla paylaşılmasının hemen akabinde, Kürt hareketinin nasıl bu noktaya geldiğine dair bir makale paylaşmıştık. Bu makalede ele aldığımız temel husus, Kürt hareketinin izlemiş olduğu bu tasfiyeci sürecin aslında son 30 yıllık izledikleri siyasi çizginin “öz olarak aynı ama nitelik olarak farklı” bir biçimi olduğunu vurguladık. Ve Kürt hareketinin bu noktaya gelmesinin temel nedenini kendini sözde sosyalist nitelendiren hatta devrimci olduklarını söyleyen ama Türk şovenizmin zehirli etkisinden kurtulamayanların iddia ettikleri “Öcalan’ın tek adam olduğu”, “hareketi sattığı” ya da “Ulusal hareketler zaten böyledir” gibi siyasi analiz yerine ontolojik olarak “kötü” olduğu saçlamalıklarının aksine, Kürt hareketini ortaya çıkaran dünya koşulları, bu koşulların nasıl negatif değiştiği ve dolayısıyla Kürt hareketini de değiştirdiği ve Ortadoğu’da “Arap Baharın”dan beri karşı karşıya oldukları yeni zorunluluklar olduğuna dair görüşlerimizi paylaşmıştık:

“Türk hakim sınıfları, Ortadoğu da ortaya çıkan bu yeni koşullarda – İsrail’in bölgesel terör estirerek bölgeyi kendi lehine destabilize etme girişimleri, Direniş Ekseninin parçalanması ve zayıflaması, İran’a yönelik bir savaş ihtimalinin günbegün güçlenmesi, Suriye’de bir türlü konsensüsün kurulamaması- Suriye’de Kürtlere verilebilecek statünün engellenmesi ya da en kötü ihtimalle sınırlanması ve ilerleyen süreçlerde bastırılma ihtimalinin el altında tutulması için “içeride ve dışarıda tek vücut Türkiye” planını devreye sokmuştur. Bahçeli geçtiğimiz Ekim ayında, bu yaklaşımı “iç cepheyi tahkim etmek” olarak nitelendirmişti. PKK ile Türk devleti arasında gerçekleşmekte olan “barış sürecinin” itici gücü de budur.

…bu çağrı Kürt hareketinin 1990’lardan beri izlediği, yeni dünya nizamı içerisinde yolunu aramasının ve varlığını yeni koşullara göre devam ettirmesine yönelik siyasi çizginin temsilidir. Ve görüldüğü üzere hareketin legalist reformist temsilcilerinden yurtdışı ayağına ve oradan da silahlı mücadele yürüten kanadına kadar tüm kesimleri, bu çağrının arkasındadır.”

Akılda tutulması gereken diğer bir husus ise, “iç cephenin tahkiminin” ancak Erdoğan’ın temsil ettiği rejim ile yapılabileceği vurgusudur. O yüzden “yeni paradigma” da arka ses olarak kulakları rahatsız edici şekilde gıcırdatan yeni anayasa tartışmaları, Erdoğan’ın yeniden adaylığı, spekülatif bir tartışma olarak görülmemelidir.

Kürt hareketi, ortaya çıkan bu yeni koşullarda büyük zorluklarla karşı karşıya kalmışken, Türk hakim sınıfları açısından da durum çok farklı değil -onlar için de bahçe güllük, gülistanlık değil. Türk hakim sınıfları Kürtlerin Kürdistan’ın hiçbir coğrafyasında kendi lehine bir statü almasını kabul etmedi. Irak işgali sonrasında Güney Kürdistan’ın federatif bir yapıya kavuşması ve ardından Bağdat’ta önemli bir aktöre dönüşmesini kesinlikle reddettiler. AKP de bu süreçte Kürt federatif yapısını tanımadıklarını ifade etti. Ne zamanki Güneyli Kürtler, AKP’nin iktidar mücadelesinde “elverişli” bir pozisyona geldi, o zaman “resmi ilişkiler” kurulmaya başlandı. Ama yine de AKP -ve genel olarak Türk hakim sınıfları- Güneyli Kürtlerin bağımsızlık referandum sonuçlarını tanımadılar ve bağımsızlığın bastırılması için Arap şovenizmini -tabii İran’ı da yanlarına alarak- güçlendirmek için ellerinden geleni yaptılar.

Erdoğan için ise Rojava daha istenilmez durumdadır. Çünkü Rojava’daki Kürt güçleri Öcalan’ın ideolojik ve siyasi etkisi altındadır. Ve burada Kürtlerin herhangi bir statü alması olasılığı Kuzey Kürdistan’daki Kürtleri de etkileyebilir ve Ortadoğu’nun daha fazla karışması durumunda -İran’a askeri müdahale, Lübnan’ın bir bölümünün İsrail tarafından işgali gibi- destabilize olmuş bir bölgede, TC’nin “sınırları” tehlikeye girebilir. O yüzden Devlet Bahçeli’nin söylediği “iç cepheyi tahkim” edebilmek üzere “eşit yurttaşlık” hususu yeniden gündeme gelmiştir. Bir önceki yazımızda bunlara açıklık getirmiştik:

“Erdoğan, Rojava’da Batılı güçler garantörlüğünde Kürtlere verilebilecek olan statüden oldukça rahatsızlık duymaktadır. Zira Kürtler burada bir statü alırlarsa, Kuzey Kürdistan’daki Kürt kitlelerini moralize edebilir, harekete geçirebilir ve destabilize olmuş Ortadoğu koşullarında Türkiye’ye yönelik bir “güvenlik tehdidi” oluşturabilir. O yüzden Erdoğan, Rojava da Kürtlere verilecek olan statünün niteliğinde bir belirleyen olmak istiyor ve bunun için “eşit yurttaşlık” kartını oynuyor.”

Evet Erdoğan sadece Türkiye’deki Kürtlerin üzerinde baskı uygulamıyor, Rojava’daki Kürtler üzerinde de bir belirleyen olabilmek için tüm düğmelere basıyor. “Suriye’nin birlik ve beraberliği için” cihatçı faşist HTŞ’nin uluslararası tanınırlığı için elinden geleni yapıyor. Suriye’de yeni bir rejimin güçlü bir şekilde inşası için rol oynamak istiyor. Bunu hem Kürtleri baskı altında tutmak aynı zamanda kendi İslamcı emellerini gerçekleştirmek için istiyor. Beri yandan ise Türkiye bir ABD, Fransa ve İsrail değil, bölgede bir güç olsa bile, esasta büyük emperyalistler arasındaki çelişkilerden faydalanarak yolunu bulmaya çalışıyor. Batılı güçlerse Şam’ı kontrol altında tutabilmek için Kürtlerin bölgede daha büyük bir güç olmasını istiyor ve “tek alternatifle” yol alarak kendi emellerini riske atmak istemiyorlar. Özellikle İsrail’in “Kürt sevgisi”, siyasal İslama karşı bir olası “müttefik” olmasından ötürü “kabarmış” durumdadır. İsrail’in “Kürtleri yeniden keşfi”, ABD-Kürt ilişkilerinde de bir faktör olarak kendisini gösteriyor.

Bağımsız Kürdistan’dan “eşit yurttaşlığa”

Daha önceden de söylediğimiz üzere:

“PKK 1978’de kuruldu. Kurulduğu yıllarda her ne kadar iki büyük sosyalist devlette -Sovyetler ve Çin- kapitalist restorasyon gerçekleşmiş olsa bile, dünya çapında ezilen halk kitleleri içerisinde devrimci komünizmin etkisi hala önemli bir düzeydeydi. PKK’de bu siyasi iklimden etkilenmiş, ulusal devrimci bir programla, “bağımsız, sosyalist Kürdistan” mottosuyla hareket etmişti. PKK bir yandan gerici faşist devlete büyük darbeler indiriyor diğer yandan ise ezilen Kürt köylüleri içerisinde taban buluyordu. Köylü kitlelere yaslanması durumu PKK’ye kerhen anti-feodal bir nitelik de veriyordu. Bölgede hem feodalizm altında inliyen hem de ağır Türk şovenizmine maruz kalan yüz binlerce insan, PKK’nin izlediği siyasi çizgiye sempati duymaya başladı.”

PKK ilk çıkışında kendilerini Marksist-Leninist -ki bazı kurucu kadroları önemli orada Mao’nun Yeni Demokratik Devriminden etkileniyor ve bu tezlere referans veriyorlardı- olarak nitelendirseler bile, esasta ulusal nitelikli bir devrimci hareketti. Dünyadaki gelişmelere bağlı olarak -devrimci komünizmin gerileyişi, Sovyetlerin çöküşü ve Bob Avakian’ın ifade ettiği “felaket yılları- devrimci ulusal çizgisi, reformcu bir ulusal çizgiye dönüştü ve radikal köklü bir çözüm yerine gericilerin kendi aralarındaki çelişkilerinden de faydalanarak, Kürt ulusunun bazı temel demokratik taleplerini gerçekleştirme yoluna girdi. Özellikle de son 20 yılda, parlamenter mücadeleye hız verdi, silahlı kanadını ise, “siyasetin dili konuşmazsa, silahların dili konuşur” gibi tamamen liberal yaklaşımlarla  parlamenter siyasal atmosferi güçlendirmek için sahaya sürdü.

2014’de PKK ile AKP arasındaki barış görüşmelerinin son bulması akabinde, savaş daha da güçlendi. Devlet tüm gücüyle PKK’ye saldırdı. PKK’nin legalist tüm kurumları üzerinde “devletin gücü” gösterildi. Yüzlerce Kürt katledildi, on binlercesi yerinden edildi ve binlercesi hapse atıldı. Legalist Kürt hareketinin neredeyse tüm belediye başkanları görevden alındı, tutuklandı. Milletvekillerinin dokunulmazlığı düşürüldü, parti başkanları hiçbiri adil olmayan yargılamalarla hapse atıldı. PKK, Kürt kitlelerini harekete geçirmekte zorluk çekmeye başladı. Silahlı güçleri daha da zayıfladı. Bunda iki faktör ön plana çıktı; birincisi, PKK son 30 yıldır kendi kitlesini devrimci ulusalcı temelde değil de reform temelinde örgütlemesinden ötürüydü. Kitlesi öyle bir hale geldi ki, PKK tarafından Kürdistan’da yapılan kimi “demokratik özerklik” ilanları, istenilen desteği görmedi ve devlet tarafından hunharca bastırıldı. Çünkü kitlelerin hazırlığı zaten bağımsızlığa yönelik değildi, esasta reform temelliydi. İkincisi ise TSK’nın Kuzey Kürdistan’da etkisini artan oranda artırması, gayri nizami harpte önemli olan kitle desteğinin kırsal alanda neredeyse sökülüp atılmış olması ve kimi teknolojik ilerlemelerle gerilla savaşının birkaç bölgeye sıkıştırılmış olması, PKK’de de şimdiye kadar işleri götürmüş olduğu şekilde götüremeyeceği fikrini güçlendirmiş oldu.

Bir diğer önemli husus ise PKK için Rojava’daki statünün “ne pahasına olursa olsun” korunması zorunluluğudur. Hatırlanırsa, bir önceki “barış süreci” hem Öcalan’ın hem de Erdoğan’ın “kırmızı çizgileri” yüzünden sonlanmış olmasındaki büyük pay Rojavadır. Öcalan, Kürtlerin Rojava’daki statüsünü korumak, uluslararası tanınırlık sağlayarak “terör” listesinden çıkmak istiyor ve böylece “yeni paradimayla” birlikte, Kürtlerin en azından T.C Anayasasında tanınır olmasını talep ediyor. Böylece hem Kürtler temel hakları için “yeni” bir siyasi zemin yakalayabilecek hem de “anayasal güvenceye” alınabilecektir.

Öcalan “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”nda her ne kadar “federasyon ve özerklik” gibi taleplerin miadını doldurmuş olduğunu söylese de -ki Türk hakim sınıfları bu açıklamadan mutluluk duydu-  Rojavalı Kürt siyasi oluşumları Hewler’de düzenledikleri ortak konferansta, “federasyon” kararı çıkmış oldu. Böylece “demode”, “soğuk savaş dönemi” olarak nitelendirilen talepler, Öcalan’ın çağrısının mürekkebi kurumadan, sahaya sert bir giriş yaptı.  Kürtler -ister reformcu olsun, isterse devrimci- kendi temel demokratik haklarını talep etmeye devam edeceklerdir ve ezilen ulusların en temek hakkı, kendi kaderini tayin etme hakkıdır. Lenin’in de söylediği üzere, ezilen uluslar bu temel haklarını ilk aşamada vurgulamıyor olsalar bile, son tahlilde talep edecekleri, yaşadığımız çağın temel bir hakikatidir.

“Demokratik Toplum” ve “eşit yurttaşlık” üzerine

İleriki süreçte detaylıca ele alacağımız, Öcalan’ın çağrısından bulunan ve PKK’nin kendisini feshetmesinde dile getirdiği “demokratik toplum” önermesi; demokrasinin sınıflar üstü olarak ele alınması ve eşitsizlikleri sürekli yaratan/güçlendiren sisteme dokunmadan “eşitliğin inşa edinilebileceği anlayışı, hayalden de öte, bir serap niteliğindedir. Zira, ezenlerle ezilenlerin olduğu bir toplumda, “demokratik konsensüsün” oluşturularak toplumun birleştirilmesi imkansızdır. Bu Rousseaucu, Jeferssoncı fikirlerin “yeni paradigma” olarak parlatılması ve ezilenlerin egemenlere karşı ideolojik ve siyasi olarak silahsızlandırılmasına karşı keskin bir mücadele yürütülmelidir. Şayet böylesi bir mücadele gerçekleştirilmezse, devrim için elverişli koşullar oluşturulmayacak, devrimci bir halk inşa edilemeyecek ve ezilenlerin zincirleri daha fazla kalınlaşacaktır. 

İronik olan şu ki, temel insan haklarının burjuva demokratik temelde olduğu, güçler ayrımının şu ya da bu şekilde işlediği ülkelerde dahi “radikal demokrasinin” işletilmeye yönelik nafile çabaları, bu ülkelerde güçlenen -bazılarında açık olarak iktidara gelen bazılarında ise iktidar yürüyüşünde olan- faşist hareketler tarafından bertaraf edilirken, Türkiye’deki, Türkçü ve teokratik faşist bir rejimin tüm toplumun üzerinde kılıcını salladığı ve ana “muhatabın” bu güçler olduğu koşullarda, Öcalan’ın tarifiyle “Cumhuriyetin ikinci yüzyılının demokrasiyle taçlanacağı” nasıl umulabilir?(!)

“Peki gerçekten de “eşit yurttaşlık” olabilir mi? Ağır Türk şovenizmi, Kürtlerin katledilmesi, inkarı ve imhası ve diğer azınlıklaştırılmış Ermeni ve Rum uluslarının bastırılması üzerine bina edilmiş Türkiye Cumhuriyeti ezilen Kürt ulusuna “eşit” davranabilir mi? Bu kesinlikle mümkün değildir. Şayet Kürtlerin sistematik olarak bastırılması, katliamlardan geçirilmesi, dillerinin, kültürlerinin inkar edilmesi, şiddetle sınırlandırılması olmasaydı bugün bildiğimiz Türkiye Cumhuriyeti olmazdı. Bu temel ve yalın bir hakikattir.”

Bir devrin sonu: PKK’nin feshi

Daha önceden de söylediğimiz üzere; “Kürtler bu ülkenin mücadele tarihinin önemli bir parçasıdır. Özellikle ceberut devlete karşı bazı dönemlerde kesintiye uğrasa da, direniş halinde olmaları, bu ülkede iyiden ve güzelden yana mücadele eden herkese moral vermekte, umutlandırmaktadır. Kürtler’deki bu direniş kültürünün kırılması, sistem içerisinde eritilmesi durumu sadece Kürt ezilenleri cephesinde değil, tüm toplumsal mücadeleler için bir kırılma yaratacaktır.”

PKK silahlı mücadeleye son vermiş, kendini feshetmiştir. Devletle PKK arasındaki al-verin ne olup olmadığının dışında, böylesi bir fesih kararı bölgede ve bu ülkede, ilerici güçler içerisinde güçlü bir demoralizasyona neden olacaktır. Kürt hareketinin pragmatik ulusal çizgisi, ezilenlerin nihai kurtuluşu için hiçbir zaman gerçek bir umudu temsil etmedi. Bununla birlikte, böylesi ağır süreçler insanları umutsuzluğa sevkedebilir ve başka bir toplumun inşası için, insanların değişim-dönüşüm mücadelesine ağır darbeler indirebilir. Bu sadece dinamik bir hareket olan Kürt hareketinin sistemin suçlarına karşı direniş ruhunun kırılması ile ilgili değildir. Aynı zamanda, devletle “barışın”, eli kanlı faşist yöneticilere yapılan “allah uzun ömürler versin” mesajlarının, “cuhuriyetin yeniden unsuru olmanın” yani sisteme eklemlenme talebinin, ezilenlerin tüm direniş ve mücadele alanlarında, ideolojik tasfiyeciliği yayacak ve güçlendirecektir. Böylesi negatif bir siyasi atmosfer, insanların bu sisteme ve onun caniyane sonuçlarına karşı mücadele alanlarını daha fazla daraltacak ve köreltecek bir dinamiği barındırmaktadır. O yüzden PKK’nin feshi, hakim sınıflar açısından olduğu kadar ezilenler açısından da tarihi bir önemdedir. 

 

Devrim için öne çıkmak

Fakat her şey bitmiş değil! Kürt hareketinin almış olduğu bu negatif karar rağmen, önemli pozitif etkileri de oldu. Direniş ruhunu sürekli diri tuttu ve birçok mücadele alanına ilham oldu. Kadınların özgürleşmesi mücadelesinde küçümsenmeyecek rol oynadı. Kökten dinciliğe karşı ilerici-aydın insanların yetişmesinde de rol oynadı. PKK’nin kendisini feshetmesi bu pozitif değerlerin bir günde sönümleneceği anlamına gelmez. 

Evet büyük bir moral bozukluğu ve yönelimsizlik mevcut ve ilerici güçler belirsizliğini koruyor. Ve Kürtlerin birçok meselede geri adım atmasına rağmen, hakim sınıflar “terörü bitirdik” demeye devam ediyor, Kürtlerin “barış taleplerini” boşa düşürür yerde duruyorlar. Kürt sorunundan anladıkları tek şey “terör sorunu” olduğunu bir kez daha gösteriyorlar. Kürt hareketinin tüm “içtenlikli barış” istemlerine rağmen, Kürt sorununun bir “terör” sorununa indirgenmesi, Kürt sorununu çözmeyecek aksine daha fazla baskı altına alacaktır. Yine Rojava’daki gelişmelere bağlı olarak bu baskı artabilir ve tüm “samimi” barış istemleri faşizm altında ezilebilir. Tüm bu keşmekeşlik; Kürt hareketinin “barış” talebi ve kendini feshetmesi, buna karşılık devletin “güvenlikli çözümü” esas almaları, AKP-MHP iktidarının burjuva “muhalefet” dahil olmak üzere genel olarak toplum üzerinde baskılarını sürdürme stratejileri, Kürt sorununun devrim için barındırdığı potansiyeli, başka bir dünya isteyen insanların sesinin yükselmesine ve bir araya gelmesine vesile olabilir.

 

Bu potansiyelin gerçek bir güce dönüştürülebilmesi için; “Bu süreçte izlenilmesi gereken esas yönelim Türk hakim sınıflarının şovenist dalgasına, Kürtleri kriminalize ederek “terörü bitirdik” gerici siyasetine karşı olmalıdır. Kürt hareketinin izlediği ağır negatif çizgi eleştirilmeli, gerçek bir kurtuluşa verdikleri zararlar gösterilmeli, ilerici kitleler içerisinde yeni bir umut yeşertmek için mücadele edilmelidir. Bu mücadele son derecede hassas olmalı, Kürt halkını “suçluluk” duygusuna itmemeli, süreç içerisinde ortaya çıkabilecek olası demokratik kazanımlara sırt dönmemeli ve tüm bunların “barış sürecinin” ana yönünün neden özgürleştirici olmadığı, aksine zarar verdiği hakikati temelinde sürdürülmelidir.”

Şimdi, karşı karşıya olduğumuz bu ağır süreci anlamalı, insanlığın, gezegeni ve üzerinde yaşayan ve bu sistemin yol açtığı felaketlere maruz kalan canlı türlerini özgürleştirmek üzere, dünya halinin bu çirkinliğin içerisinden bir güzelliği çıkarabilmeliyiz. İnsanları umutsuzluğa ve yönelimsizliğe sürükleyen düşünce yapılarını, ideolojik yaklaşımlarını alt etmeli, birleşebileceğimiz herkesle devrim temelinde birleşmeli, siyasi atmosferi devrim lehine etkileyerek, devrimci bir durumu ortaya çıkarabilecek koşulları yaratmalıyız. İçinde bulunduğumuz zorunluluğu, sadece zorunluluğun içerisine girerek dönüştürebiliriz.

Nazım Hikmet’in de dizelerinde söylediği gibi, “ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz, ya da dünyamıza inecek ölüm”. Ölümü yenmek için yeni bir hayatın, yeni bir dünyanın mücadelesine atılalım! Her türden baskı ve sömürünün olmadığı bir gelecek için buna mecbur ve muktediriz!