Tüm dünyada yayılan Covid-19 virüsünün Türkiye’de de, 11 Mart’ta ilk vakanın resmî olarak açıklanmasından sonra hızla yayıldığı ve ölü sayısının iki yüzü geçmekte olduğu görülmektedir. Daha ilk andan itibaren AKP, virüsün “teğet geçeceğini” iddia etmiştir. Medyatik yandaş şahıslarla, televizyon programlarında halkla dalga geçer gibi, “kelle paça içilmesi” önerilmiş, anti bilimsel lafazanlıklarla durumu normalleştirmeye çalışmıştır. Rejim, halkın sağlığını düşünmek bir yana, bu durumu fırsata çevirmenin yolları üzerine yoğunlaşmıştır. Erdoğan’ın duyurduğu ekonomik paketle bankalar ve büyük şirketlerin kurtarılması derdine düşülmüştür. An be an virüsün bulaşma riski altında olan işçiler, mahpuslar, göçmenler, işsizler ve evsizlerle ilgili hiç bir şey yapılmamıştır. Yunanistan sınırındaki göçmenlerin çadırları yakılmış ve hiç bir tedbir alınmadan kamplara doldurulmuştur. Mahkûmlar –özelikle de hasta mahkûmlar- adeta ölüme terk edilmiştir. Virüsle ilgili kurulan bilim kurulunun bazı üyeleri “Virüsün Allah’ın işi olduğunu ve doğal dengeyi sağlamak için yollandığını” iddia etmişlerdir. Halk, virüse karşı kendi imkânlarıyla bazı tedbirler alsa da, bunlar kısıtlı ve yetersiz düzeydedir.
AKP Hangi “Bizi” Temsil Ediyor?
Erdoğan son konuşmasında “Türkiye, her hal ve şart altında üretime devam etmek, çarklarının dönmesini sağlamak zorunda olan bir ülkedir” diyerek niyetini açıkça belli etmiştir. Bu çark, milyonlarca insanın sömürüsü ve baskısı üzerine kuruludur. Koşullar ne olursa olsun sistemin işlemesi gerekir ve sistemin olası sendelemesi, hâkim sınıfın ister İslamcı kanadı isterse Kemalist kanadı açısından istenilir bir şey değildir ve bu çelişkili de olsa, buradaki “biz”, sömürücü hakim sınıfların temsilinden başka birşey değildir!
Diğer taraftan ise bu çarkın dişleri arasında un ufak olan toplumun en altındakilerdir: Asgari ücretle yaşam mücadelesi veren işçiler, emeklilik ücretiyle kıt kanaat geçinenler, sürekli olarak ötekileştirilen ve dışlanan göçmenler, yarınsızlaştırılan yüz binlerce işsiz, cinsel baskıyı sürekli olarak gören kadınlar ve vebalı gibi görülen LGBTQ bireyler ve onlarca yıldır sistematik olarak baskı ve şiddete maruz kalan mazlum Kürt ulusu… Erdoğan’ın temsil ettiği hakim sınıflar şimdi tüm bu ayrım yokmuş gibi davranmaktadırlar. “Milli” kampanyalar başlatarak, şoven duyguları köpürtmekte ve toplumu “virüse karşı ulusal birlik” oluşturmak üzere seferber etmek istemektedirler. Böylece hem kendi rejiminin hali hazırdaki hegemonyasını devam ettirmek istemekte, hem de hakim sınıflar için önemli olan “çarkın” işleyişini garanti altına almaya çalışmaktadırlar.
Sosyal Devlet Efsanesi ve Emperyalist Talan
Erdoğan’ın “biz bize yeteriz” kampanyasına yönelik “eleştiriler”, adeta madalyonun diğer yüzünü göstermektedir. Birçok ilerici –hatta “sol”- çevrenin de dahil olduğu bu kutuplaşma, AKP’nin krizi yönetemediği, “devletin rolünü” oynayamadığı ve “halkın ihtiyaçlarını” karşılayamadığı serzenişidir.
Devlet bir sınıf egemenliği aracıdır ve AKP’nin bir fiil olarak halk düşmanlığı sadece virüs zamanı koşullarında değil, 17 senedir hüküm sürmektedir. AKP’nin İslamcı ve faşist rejimi sadece sömürücü ve baskıcı olan bu devlet aygıtını yürütmekle kalmamış aynı zamanda bu baskı ve sömürü ilişkilerini daha da derinleştirmiş, keskinleştirmiştir.
Devlet hangi sınıf tarafından yönetiliyorsa, derin olarak onun sosyal ilişkilerini yaşatır. Temelleri sömürücü ve baskıcı bir sınıfa dayalı olan hiçbir devlet, halkın çıkarlarını düşünemez. Zira düzenin işleyişi devamlı bunun önünde bir engel teşkil eder. Buna bağlı olarak “sosyal devlet” anlayışı “sınıfların olmadığı”, en azından bir Rousseau’cu sözleşmeyle “birleştirildiği” bir arzu nesnesini çağırır. Fakat bu hep “olmayan şeyin arzusu” olarak kalır çünkü gerçek hayat, sosyalleşmeyi sınıf ilişkilerine ve bunların ürettiği fikirlere göre örgütler.
Erdoğan’ın Merkel’le ya da Macron’la mukayese edilmesinin altında yatan anlayış; “Avrupa’nın sosyal devletleri” ile yarışma arzusu. Halbuki Avrupa devletlerinin bu “sosyalleşmesi”, üçüncü dünya ülkelerindeki ter atölyelerinde gerçekleşen muazzam sömürü olmadan ve dünyanın küresel ölçekte talanı sağlanılmadan gerçekleşemez. Bu ülkeler kelimenin gerçek anlamıyla emperyalist ülkelerdir ve ellerindeki “zenginlik” tamamıyla sömürü ve baskı çarklarının dünya çapında işlemesi sonucunda birikir. Buralara bakınca “muasır medeniyet” gören ama talan düzenini görmeyenler, AKP’den daha büyük bir gericiliğin parçası olmak istemektedirler; bir asırdan fazladır süren savaş, talan ve sömürü üzerine kurulu emperyalist yağmanın!
Bu Sistem Halkın İhtiyaçlarını Karşılayamaz, Köklerinden Sökülüp Atılmalıdır
Covid-19’la dünya ölçeğinde yaşanılan bu durum bize göstermektedir ki bu düzen halkın ihtiyaçlarını karşılayamaz. Çin’den Amerika’ya, Fransa’dan Almanya’ya kadar bütün ülkeler, halkın en temel ihtiyaçlarını karşılamak bir yana, olası bir krizde tüm insanlığı ölümcül tehlikelerle karşı karşıya bırakmaktadır. Yaşanılanlar bizlere bir kere daha, bu düzenin insanlık için mümkün olan bir düzen olmadığını ve köklerinden sökülüp atılması gerektiğini göstermektedir. Bob Avakian’ın da dediği üzere:
“İçinde yaşadığımız kapitalizm-emperyalizm sisteminin temel doğası ve işleyiş şekli bunun nedenidir, sistem bu temel doğasından ötürü devamlı olarak dehşet üzerine dehşet üretmektedir. Ve temel olarak iki seçeneğimiz var. Ya bütün bunlarla yaşamaya devam edeceğiz ve gelecek kuşaklar da –eğer bir gelecekleri olacaksa- aynısını, hatta daha beterini yaşamaya devam edecek – veya devrim yapacağız!” ((“Bob Avakian’ın Mark Rudd’a Cevabı: 1960’lardan Çıkartılacak Dersler ve Gerçek Bir Devrime Olan İhtiyaç”, kaynak için: https://yenikomunizm.com/bob-avakianin-mark-rudda-cevabi-1960lardan-cikartilacak-dersler-ve-gercek-bir-devrime-olan-ihtiyac/))
Kaynakça:
Add comment