Geçtiğimiz hafta Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Türkiye işçi Partisi (TİP) Milletvekili Can Atalay için “hak ihlali” kararı vererek, tahliyesinin gerektiğine hükmeden Anayasa Mahkemesi (AYM) kararını değerlendirirken, yeni bir siyasi krizin başlangıcını verdi. Yargıtay, AYM kararına rağmen Atalay’ın tahliyesini reddederken, ‘’hak ihlali’’ kararında bulunan Anayasa Mahkemesi üyelerinin yetkilerini aştığını, ‘’siyasi saiklerle’’ harekete ettiğini söyledi. Yargıtay, AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunma kararı aldı ve akabinde ‘’yargı krizi’’ olarak başlayan süreç ‘’muhalefetin’’ tabiriyle bir ‘’yargı darbesini’’ gündeme getirdi. Üst mahkemeler arasında ‘’hakem’’ rolü oynaması gerektiği söylenen Erdoğan ise ilk başta sessiz kaldı, hem ‘’muhalif’’ cepheden gelen sesleri, hem de partisi dahil olmak üzere kendi cephesinden gelen sesleri dinledi ve Anayasa Mahkemesini hedef göstermekten çekinmedi. Zira başka türlüsü de düşünülemezdi; AYM’nin Yargıtay tarafından hedef gösterilmesi, anayasal hükümlülüklerin ortadan kaldırılması ve yeni bir Anayasa tartışmasının başlatılması, mevcut siyasi iktidarın ve onun önderi olan Erdoğan’ın ‘’haberi olmadan’’ gerçekleşmesi neredeyse imkansızdır.
AYM’nin ‘’siyasiliği’’
Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, ‘’AYM’nin kararları herkesi bağlar’’ dese bile ardından ‘’Adliye mahkemelerinden verilen kararların son inceleme merciinin Yargıtay olduğu maddesi de var. Yüksek mahkemeler arasında astlık üstlük ilişkisi yok’’ diyerek aslında Yargıtay kararının bağlayıcı olduğunu, AYM’nin bunu bilmesine rağmen ‘’müdahale’’ etmesini doğru bulmadığını söyleyerek, meselenin Anayasasın delinip delinmemesiyle ilgili olmadığını aslında tamamen ‘’siyasi’’ olduğunu da bir nevi göstermiş oldu. AYM kararları herkesi bağlar ama AYM işine baksın..!
AYM 15 üyesi bulunmaktadır ve tüm üyeleri Erdoğan yönetimi sürecinde göreve başlamıştır. Lakin AYM’nin bileşen oluşumunda tüm üyelerin Erdoğan’ın atamasıyla gerçekleşmemesi ve hakim sınıfların ‘’muhalif’’ kanatlarının hala ‘’yargı ve hukuk’’ alanındaki hatırı sayılır etkisi, AYM’nin Erdoğan’ın gözünde ‘’gereksiz’’ bir organa dönüşmesine neden olmuştur. Erdoğan için düzmece deliller, polislerden oluşan ‘’gizli tanıklar’’, anayasa suç teşkil etmeyen hakların ‘’bölücü terör’’ olarak lanse edildiği, Kobene ve Gezi Davası’nda hakimlerin ve savcıların tamamen kötü bir senaryodan ibaret oyunları ‘’siyasi’’ değildir ama AYM’nin bu davalar hakkında aldığı kararlar her zaman ‘’siyasidir’’. Zira bu ‘’davalar’’ Erdoğan’ın önderliğinde orkestra edilen, her kesimden ilerici güçler -ve hatta burjuvazinin muhalif kanadı- dahil olmak üzere hedef gösterilen, toplumun İslamcı/Türkçü temelde daha derinden kutuplaşmasının bir parçasıdır ve bu ‘’davalara’’ yönelik verilecek herhangi bir karar, kutbun ‘’karşı’’ tarafı olarak değerlendirilir.
Temel çelişki, itici güç
Sorunun sadece bir ‘’yargı krizi’’ olmadığı açıktır. Hakim sınıflar 15-17 Temmuz 2016’dan sonra ilk defa bu kadar parçalanmış durumdadır. Erdoğan bir yandan seçimleri kazanmış ve bir 5 yılı ‘’garanti’’ etmiş olsa bile, toplumda her iki kişiden bir kişi bu rejimden ve temsil ettiği şeylerden rahatsızlık duymaktadır. Bugünlerde ‘’muhalif’’ kamp ve onların ittifakları derin bir dağınıklık içerisine girse de, hem toplumda Erdoğan’ın temsil ettiği rejimden rahatsızlık duyan kesimlerin hatırı sayılır biçimde çok olmaları hem de parçalı da olsa ‘’muhalefetin’’ kendi ajandalarına devam etmeleri durumu, Erdoğan’ın ‘’seçim zaferini’’ istediği gibi yaşamasına gerekli zemini sunmamaktadır.
Erdoğan seçim sonrası balkon konuşmasında, İstanbul ve Ankara’yı hedef göstermiş ve buraların yerel yönetim seçimlerinde alınmasını istemiştir. Bu Erdoğan için son derecede önemlidir çünkü İstanbul ve Ankara’yı tekrardan alarak, burjuva ‘’muhalefetin’’ bel kemiğini un ufak etmek, kendi rejimini daha güçlü konsolide etmek ve kendisinden sonraki yönetim için ise daha ‘’elverişili’’ koşullar bırakmak istemektedir. Lakin Erdoğan’ın zaferi ‘’ana muhalefet’’ partisinde yönetim değişikliğine neden olmakla birlikte, İBB başkanı İmamoğlu’nun hem CHP içerisinde hem de Erdoğan karşıtı cephede, ‘’Erdoğan’ı yenen tek adam’’, ‘’Erdoğan’ı durdurabilecek tek aday’’ algısını güçlendirmiştir. Ve şayet AKP İstanbul’da ‘’güçlü bir aday’’ çıkarmazsa ve şayet İmamoğlu ‘’eski ittifak gücünü’’ tekrardan tesis edebilirse, AKP’nin İstanbul’u geri alması sadece bir proje olarak kalacaktır.
Çiçeği burnunda CHP başkanı Özgür Özel görevi devralır almaz, ortaya çıkan bu krizde ilk sınavını vermekte. Özel kendi partisinin ve temel kitlesinin ve CHP etkileşim yelpazesinin ‘’değişim’’ ve ‘’sola yakın’’ taleplerini karşılamak üzere seçildi. Şayet Özel, böylesi kritik bir süreçte ‘’görüyorum ve artırıyorum’’ yapmazsa ve şayet ‘’topu göğsünde yumuşatırsa’’, hemen yerel seçimler öncesinden CHP’nin gereksinim duyduğu ‘’toparlanmayı’’ da sağlamamış olacak ve Erdoğan’ın parametrelerinin belirlediği bir seçimde, ellerindeki birçok belediyeyi de kaybetmesi hiçte ‘’süpriz’’ olmayacaktır. O yüzden ‘’anayasa krizinde’’ Özel ‘’sert adamı’’ oynamaktan çekinmeyecektir -tabi ki kendilerini de var eden burjuva düzenin sınırlılığı çerçevesinde…
Erdoğan kendi rejiminin daha güçlü konsolide olması yolunda önüne çıkan tüm pürüzlerden kurtulmak istemektedir. Bunu da sadece bir ‘’pürüz’’ temizleme olarak yapmamakta, mevcut kutuplaştırmanın parçası olarak ele almaktadır. Hemen yerel yönetim seçimleri öncesinde ‘’yeni anayasa’’ tartışmalarını yapması da bundan ötürüdür. Böylece hem ‘’pürüzlerin’’ sökülüp atılmasını talep edecek hem de üzerinden yükselmiş olduğu kitleye daha fazla dayanarak insanları kendi rejimin etrafında perçimlemeye devam edecektir. Erdoğan’ın siyasi tarihi aynı zamanda siyasi krizler temelinde, toplumu kutuplaştırmanın ve yeniden kutuplaştırmanın da tarihidir. Hatırlanacağı üzere Erdoğan, 15 Temmuz darbe girişiminin ilk saniyelerinde kendi kitlesini sokağa dökmüş, ilk gecesinde kitleleri kendi arkasına alarak ‘’Allah’ın lütfundan’’ faydalanabilmiştir.
Anayasasızlaştırma değil, rejim anayasası
Yargıtay’ın AYM’nin kararını tanımaması ve AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunmaları -ki yasal olarak böyle bir hakları da yok- uzun zamandır İktidar cephesinin cephaneliğinde duran yeni anayasa tartışmalarını başlatmış oldu. Bazı hukukçular, siyaset bilimciler -belki de hukukun üstünlüğüne gerçekten de inandıkları içindir- bu süreci bir anayasasızlaştırma olarak tanımladı ve şayet Anayasa tanınmazsa, anayasal bir seçim sürecin sonucunda cumhurbaşkanının da tanınamayacağını söylediler. Halbuki böylesi bir girişim anayasasızlaştırma değil aksine rejimin ‘’günün ihtiyaçlarına’’ daha uygun bir anayasanın ve dolayısıyla yeni temelde bir ‘’güçler ayrımının’’ oluşturulmak istediği süreçtir. Ve bu sürecin başarılı olup olamayacağı, mevcut krizin İslamcı Türkçü faşist rejimin lehine sonuçlanıp sonuçlanmayacağı, hakim sınıfların muhalif kanatlarının nasıl bir tavır gösterip göstermeyeceğine de bağlıdır. CHP’nin ‘’gerekirse sokağa ineriz’’ söylemine karşı diğer ‘’eski’’ yol arkadaşları ‘’devlet içinde kapılar kapanmadan sokağa inmeyiz’’ diyerek, parçalı durumlarını sürdürmektedirler. Erdoğan ise tonu ister yüksek ister ise alçak olsun, AYM’den duyduğu rahatsızlığı ve yeni anayasanın aciliyetini sürekli olarak ısıtıp toplumun önüne koymaktadır. Ve tekrar etmek gerekirse bu iddia edildiği gibi bir ‘’anayasasızlaştırma’’ süreci değil, ‘’rejimin güncellenmiş ihtiyaçlarına uygun anayasası’’nın güçlü potansiyelini barındırmaktadır.
Devrimi ileriye sürmek
Hakim sınıflar 2016 sonrasında ilk defa bu kadar güçlü ve açık bir şekilde bir birine girmişken, yapılması gereken, Erdoğan’ın ve temsil ettiği tüm hukuksuzlukların karşısında durmaktır. Bu hukuksuzluğu karşı çıkmanın temeli, ‘’hukukun üstünlüğü’’ ya da ‘’güçler ayrımı’’ gibi anaysalcılğa düşmemek gerekir. İçinde yaşadığımız kapitalist-emperyalist dünya sistemi içerisinde hukukun üstünlüğü olmadığı gibi, hukuk ve yargı süreci, bu sistemin üst yapı araçlarıdır ve içerisinde bulunduğu siyasi atmosferin her daim mührünü taşır, her ne kadar hukukun üstünlüğünü savunan ve uygulamak isteyen insanlar olsa bile…
Temel yönelim hakim sınıfların krize girdiği böylesi süreçlerde, adaletsizliğe karşı çıkarken mevcut anayasal düzeni savunmadan, baskının ve sömürünün olmadığı bir dünyayı hedefleyen gerçek ve tek radikal alternatif olan devrimin ve onun aciliyetinin ileriye sürülmesidir. Hakim sınıfların parçalanmışlığı ve oluşturduğu kutuplaşmanın parçası olmadan, devrim temelinde yeninden kutuplaşmanın sağlanması gerekir. Burada hem rejime ve onun temsil ettiği adaletsizliklere karşı olmak ve buna öfke duyan en geniş kesimlerle birlik oluşturmak önemlidir. Yine de bu birliğin temelini mevcut burjuva anayasası ve onun ‘’meşruluğu’’ değil, ezilen milyonlarca ve milyarlarca insanın yegane çıkarının devrimde olduğu değişmez hakikatinin temel alınarak gerçekleşmesi gerekmektedir.
Add comment