Erdoğan’ın 17 yıllık iktidarı boyunca ön plana çıkan açıklamaları üzerinde çeşitli çevrelerin hem fikir olduğu bir husus var; Erdoğan’ın dilinin ayrıştıcı olduğu. Aslında bu tartışmanın diğer bir yanı ise “temsil” sorunudur. Zira Erdoğan bir başkan -başbakan, cumhurbaşkanı ya da her neyse- olarak “ulusa seslenen” bir “temsili” layıkıyla yapılmadığı düşünülür. Peki gerçek bu mudur? Yani tüm “ulusu” temsil etmek mümkün mü? Gerçektende ezen ve ezilen sınıfların olduğu bir dünyada “herkesi temsil edebilmek” mümkün müdür?
Bu eleştirilerin altında yatan yöntem, Erdoğan eleştirisini bir el çabukluğuyla sistem sorunundan uzaklaştırarak, Erdoğan’ın şahsında odaklamak ister. Bu iki memnuniyetsizliğin ifadesidir: Erdoğan memnuniyetsizliği ve sistemin “gerektiği” gibi işletilmemesinin memnuniyetsizliği.
Halbuki durum hiçte çeşitli liberallerin -ve ne yazık ki birçok ilericinin- söylediği gibi Erdoğan’ın temsil edememesiyle ilgili değil. Sorunun özü, hakim sınıfların temsilcisi olarak Erdoğan’ın, kendi sınıf kliğinin ihtiyacına yönelik girişimleridir ve liberaller bu gerçeği bilinçli bir şekilde görmezden gelmek istemektedirler. Erdoğan, emperyalist-kapitalist dünya düzenine bağlı olan birçok çelişkiye içe ve dışa doğru yanıt vermek istemektedir. Ve burada aşkınsal bir temsil değil, hakim sınıfların islamcı kliğinin temsili söz konusudur. Ve tekrar vurgulamak isteriz ki, Erdoğan 17 yıllık iktidarı boyunca bunu yapmıştır.
Ayasofya: Mesele Düşman Yaratmak mı?
Ayasofya tartışmaları TC kuruluşundan beri devam eden bir tartışmadır. Her ne kadar 1935’de “müze” statüsü alsa bile, siyasal islamcılar Ayasofya şahsında yürüttükleri tartışmayı sonlandırmamışlardır. Siyasal islam kitleleri yeninden ideolojize etmek için türban ve Ayasofya sembollerini kullanmıştır.
Ayasofya tartışmasının eleştirilerinden biri de 17 yılldır tek parti hükümeti olan AKP’nin Ayasofya’ya cami statüsü verebilecek gücü varken bunu yapmadığıdır. Ve aslında meselenin “cami” meselesi olmadığı, bir “düşman” öznesi yaratma arzusu olduğudur. Şimdi burada bir dizi problem var. AKP hiç de bir “düşman” özne sıkıntısı yaşamamakta. AKP için siyasal islamın bir çok kanadı da dahil olmak üzere -eski dost Gülen’cileri hatırlayalım- kendisine şu ya da bu oranda “muhalefet” eden herkes “üst akıla” ait, bölücü olarak nitelendirilir. Hatta hakim sınıf saflarından insanlar üzerinde açık baskı uygulamaktan çekinmez. Bundan dolayı CHP’nin milletvekilleri cezaevine atılmaktadır. Bir diğer iddia ise AKP’nin sadece karşıtlıklar üzerinden kendini var edebildiği hatasıdır. Erdoğan tüm karşıtlıkları iyi kullanabilmektedir. Darbe girişimi için “allahın bir lütfu” olduğu itirafı arsızca kullanılmaktadır. Bu düşünüş biçiminde yatan sorunun temeli, Erdoğan’ın suni bir “düşman özne” arayışı içerisinde göstermek, onun temsil ettiği rejimin küçümsenmesine neden olmaktadır. Bu bakış açısı, Erdoğan’ın bir külhanbeyi gibi sürdürdüğü rejimin niteliği, etkileri ve toplumda açtığı derin bölünmeler üzerine düşünmekten alı koyar. Böylece AKP’nin önderliğindeki rejimin toplumu nasıl kutuplaştırdığına, toplum üzerindeki etkilerinin ne olduğuna ve bunlarla nasıl mücadele edilmesi gerektiğine yönelik doğru bir yöntem ve yaklaşımdan uzaklaşmış oluruz.
İslam Temelinde Kutuplaştırma
Çokça itiraz edilenin aksine Erdoğan’ın kendi dilini “ayrıştırıcı” değil, “yeni birleştirici” olarak görmektedir. Erdoğan “Batı değerlerini” ölçüt alan nosyonlardan ziyade, siyasal islamın dilini kullanarak toplumu İslam temelinde kutuplaştırmaktadır. Bundan ötürü “Ayasofya’da Kur’an da okunur, namaz da kılınır. Buna ancak ve ancak aziz milletimiz karar verir” diyebilmektedir. Eğer bu cümleyi bileşenlerine ayıracak olursak; Ayasofya zaten a priori olarak “kuran ve namaz”ın yeri olarak görülmektedir. Bu bir tartışma konusu değildir. Diğer bir husus ise “kuran ve namaz” için karar vermeye teşvik edilen “aziz millet” olgusudur. İnsanların bir karar vermesi talep edilmektedir. “Kuran ve namaz”a karşı mısınız yoksa ondan taraf mı? Bu Erdoğan’ın çok bilinçli olarak kullandığı bir dildir ve başka türlü izah etmek gerekirse AKP’nin toplumu İslamileştirmesinin tutkalına temel teşkil etmektedir.
Geçenlerde gerçekleşen 12. Uluslararası İslam Ekonomisi ve Finansı Konferansı’nda Erdoğan’ın söylemi yine bu yöndedir; “Kıtaların ve kültürlerin kavşağında yer alan İstanbul’umuzu İslami finans ve ekonominin de merkezi yapmayı hedefliyoruz.” Ve böylece Erdoğan, “İslam Dünyası”nda bulunduğu girişimlerle toplumun islamileştirilmesine katkı da bulunuyor ve toplumsal olarak elde ettiği sonuçlarla “İslam Dünyası”nda daha önemli bir bölgesel aktör olmak istiyor.
Herkesin şunu anlaması gerekir ki Erdoğan’ın “ayrıştırıcı dili” artık sadece kendisine ait değil. TV programlarında ağzından kan damlarcasına komşularının listelerini yapan ve “en az 15-20 tane kelle götürürüz” diyen bir toplam kendisini göstermektedir. Farz edelim ki Erdoğan birleştirici bir dil kullandı, kendi kutuplaştırdığı bu toplum artık Erdoğan’a da tur bindirir durumda. Hatırı sayılır bir taban tutkulu bir gericilikle bu rejimin etrafında seferber olmaktadır ve herhangi bir “birleştirici” dili çok benimsemeyecekleri açıktır ve aksine şimdiye kadar öğrendikleri biçimde devam etmeye de çok istekli durumdadırlar.
İslamcı-Türkçü dünya görüşünün yeni kurucu unsur olduğu ve bunu açık faşist bir rejim temelinde gerçekleştiği Türkiye koşullarında, toplum İslamla yeniden ideolojize edilmektedir. Ayasofya şahsında ortaya çıkan “fetih suresi” tartışması bu yeninden ideolojize etmenin unsurudur. Müzeden camiye uzanan bu tartışma, tarihi bir yerin statüsünü tartışmaktan ziyade yeniden tarih yazmanın bir parçası olarak görülmelidir. Eğer insanlar bu gerici kapandan kurtulmak istiyorlarsa, toplumu devrim temelinde yeniden kutuplaştırmalıdır. Yeni Komünizm’in mimarı ve devrimin önderi Bob Avakian‘ın da söylediği gibi;
“İki seçeneğimiz var. Ya bütün bunlarla yaşamaya devam edeceğiz ve gelecek kuşaklar da -eğer bir gelecekleri olacaksa- aynısını, hatta daha beterini yaşamaya devam edecek – veya, devrim yapacağız!”
Add comment