Editörün Notu: “Devrime ve Devrimin Epistemoloji ile Yöntemin Temel Meseleleriyle İlişkisine Dair Stratejik Yaklaşım” metninden alıntıdır. Belgenin tamamına revcom.us sitesinden, aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz.
Kaynak: http://revcom.us/avakian/strategic-approach/the-strategic-approach-to-revolution-and-its-relation-to-basic-questions-of-epistemology-and-method-en.html Revolution #348 10 Ağustos, 2014 – Bob Avakian, Devrimci Komünist Parti ABD Başkanı
Devrim Yapmak ve İnsanlığı Kurtarmak’ın 2. bölümünde yer alan altı paragrafın içeriğini biraz daha deşerek söze başlamak istiyorum.
Şimdi, o altı paragraf içeriği “Zenginleştirilmiş Ne Yapmalıcılık” genel başlığı altında yer alıyor. Fakat burada devrim yapma meselesine yaklaşımımızın en temel ilkelerinden birini ifade eden “Beklerken Hızlandırmak” ve “Zorunluluğa Boyun Eğmemek” de yer alıyor. İfade edilen bu çelişki, yani beklerken hızlandırmak ile zorunluluğa boyun eğmeye yönelik çok yaygın ve oldukça kuvvetli eğilim arasındaki çelişki ya da zıtlık daha da incelenmesi gerekecek kadar önemlidir.
Bu altı paragrafın ikincisinin, yani “Evvelden revizyonist bir hat olan ‘determinist gerçekçilik’ dünya görüşü ve yaklaşımına değinmiştim” diye başlayan paragrafın ortasında şöyle deniyor: “Bu ‘determinist gerçekçilik’ gerçekliğin tamamındaki çelişikliği ve verili herhangi bir durumda karşımıza çıkan zorunluluğu gerçek anlamda, tam olarak kavramaktan acizdir.” Şimdi, başka bir bağlamda olsa da, ben ve başkaları sürekli olarak vurgulamışızdır ki, devrimin temelinde alaşağı edilmesi gereken kapitalist emperyalist sistemin çelişikliği yatmaktadır. Yani bu sistemdeki toplumsallaşmış üretim ile özel/kapitalist mülk edinme biçimi arasındaki, anarşinin itici gücü şahsında vücut bulan temel çelişkinin yanı sıra, kapitalist sistem dinamikleri temelinde yükselen yahut kapsamında yer alan ve sistem tarafından temel olarak herhangi bir şekilde, hele de kitlelerin ve nihayetinde de insanlığın tamamının lehine olacak şekilde çözülmesi mümkün olmayan çelişkiler yatmaktadır. İşte devrimin temelinde bu yatmaktadır; insanların verili herhangi bir süreçte düşündükleri ya da yaptıkları şeyler, kaç kişinin verili herhangi bir dönemde kaç kişinin düzene karşı olduğu ya da onu desteklediği, ona kaç kişinin onay verdiği yahut vermediği değil. Tüm bu saydıklarımız devrimin temeli değildir, devrimin temeli sistemin kendi çelişkileridir.
Yani aslında burada “determinist gerçekçiliğin,” verili herhangi bir dönemde karşı karşıya gelinen zorunluluk da dâhil olmak üzere, gerçekliğin tamamındaki çelişikliği tam olarak kavrayamayacağını söylerken ciddi bir şey söylüyoruz. Dahası, başka yerlerde belirtmiş olduğum üzere, zorunluluktan kasıt, soyut bir zorunluluk ya da aşılması gereken birtakım engeller ve sıkıntılar değildir. Zorunluluğun kendisi bir çelişkidir ve bu şekilde kavranmak zorundadır. Ve zorunluluk, ancak onu doğru bir şekilde analiz edip bilimsel bir temelde dönüşüme uğratma çabası zemininde özgürlüğe dönüşebilir.
Madde ve Bilinç, Nesnel ve Öznel Etkenler – Canlı, Diyalektik Materyalist bir Kavrayış
Ayrıca, Devrim Yapmak ve İnsanlığı Kurtarmak’ın ikinci bölümünün, sözünü ettiğimiz bu altı paragrafından ikincisinde yine şöyle belirtilmektedir: “O hâlde, bu ‘determinist gerçekçiliğin’ temel niteliklerinden biri, öznel ve nesnel etkenler arasındaki ilişkinin her türlü diyalektik kavranışını ‘iradecilik’ olarak bir kenara atması ve şeylerin canlı, dinamik, devingen ve dönüşüme tâbi olduklarını kavrayamayıp onları düz bir çizgi, farklılaşmamış, yekpare ve çelişkisiz olarak görmesidir.” Şimdi elbette bu da çok mühim bir noktadır. Çünkü insan toplumu ve onun başta doğa olmak üzere gerçekliğin geri kalanıyla ilişkisi de dâhil olmak üzere, yaşamın tamamındaki çelişkilerin doğası gereği, bu çelişkinin farklı yanları birbirine dönüşebilmektedir. Mao da bunu belirtmiştir, yani bilincin maddeye dönüşebileceğini; fakat burada açıklığa kavuşturulması gereken tali yan şudur ki, Mao, bilincin hareket hâlindeki maddeden başka bir şey olduğunu söylememektedir. Meseleye daha geniş bir perspektiften yaklaşarak hareket hâlindeki maddenin belirli bir biçimi olan insan bilinci ile daha geniş maddi gerçeklik arasındaki ilişkiden söz etmektedir. Ve birinin diğerine dönüşebileceğini ve sürekli de dönüşmekte olduğunu söylemektedir. Bu, şimdi biraz daha üzerinde duracağımız son derece önemli bir noktadır.
Şimdi, insan bilincinin dışındaki nesnel gerçekliğin insan bilincine dönüşümü sürecini bir ele olalım. Düşünün, bu sürekli gerçekleşmektedir. İnsanlar nesnel gerçeklik ile etkileşime girerler ve bu, onların bilinçlerine yansır; analizler gerçekleştirirler, sentezler gerçekleştirirler ve nihayetinde nesnel olan, bilinçlerinin bir parçası, ya da diğer bir tabirle, öznel kavrayışlarının bir parçası hâline gelir. Burada öznelden kasıt, bunun hatalı ya da önyargı yahut tarafgirliğin etkisinde olduğu değildir. Burada öznel kavramı özne -yani insan ve onun bilinci- ve onun kendisi dışındaki nesnel gerçeklikle ilişkisi bağlamında kullanılmaktadır. Yani, nesnel gerçekliğin öznele dönüşümünden kasıt insanların şeylerin bilincine varmaları ve buradan hareketle onları bir ya da diğer şekilde değiştirmeye girişmeleridir. Dolayısıyla, bilinçli insanların dışında yer alan maddenin bilince dönüşme biçimlerinden biri budur.
Ancak bu durumun bir diğer yanı daha vardır, bu da gerçektir. İnsanların gerçeklikle ilişki biçimi onların yaptıkları analiz ve sentezlere temel teşkil etmektedir. İnsanlar hayatın içine girer ve nesnel gerçekliği etkileyen ve onu dönüştüren biçimlerde eylemler sergilerler. Dolayısıyla da öznel olan, yani öznenin bilinci olması bakımından öznel olan bilinçli madde, gidip de daha geniş nesnel gerçekliği dönüşüme uğratır ve böylelikle de onun bir parçası hâline gelir. O daha geniş nesnel gerçekliği etkileyen bilinç onu dönüştürür ve onun bir parçası olur. İnsanların, başka bir çareleri olmadığını düşündüklerinden baskıya katlanmaları bir şeydir. Fakat gerçekliği etkileyip onu dönüşüme uğratmanın olasılık ve zorunluluğunu görüp bu olasılık ve zorunluluğun bilincine erdiklerinde gerçekliği sahiden de dönüşüme uğratırlar. Bunu, dünya üzerindeki herhangi bir ülkenin tarihinde görebilirsiniz. 1960’lardaki toplumsal hareketliliğe bakın mesela ve ABD, nesnel koşullarda böyle dönüşümlerin nasıl gerçek kılındığının sadece bir örneğini teşkil etmektedir, her ne kadar, ne yazık ki, o süreç devrime erdirilmemişse de. Hele ki, burjuva çağındaki Fransız Devrimi – ya da komünist devrimler çağındaki Sovyetler Birliği ve Çin- gibi toplumsal durumlarda nesnel gerçekliğe etki eden bilinçli insanların gerçek kıldığı ciddi nitel dönüşümlerden, o insanların bilinçli faaliyetlerinin nesnel gerçekliği nasıl dönüşüme uğrattığından, bu dönüştürülmüş nesnel gerçekliğin kapsamında nasıl yer edindiğinden söz etmiyorum bile.
O hâlde bu “determinist gerçekçiliğin,” öznel ve nesnel etkenler arasındaki ilişkiyi diyalektik bir biçimde kavramaktan aciz olduğu ve şeyleri canlı, dinamik, devingen ve dönüşüme tâbi olarak değil de düz bir çizgi, farklılaşmamış, yekpare ve çelişkisiz olarak gördüğü savımızın bir zemini bulunmaktadır. Bu yaklaşım, nesnel gerçekliğin çelişikliğinin kavranmasından hareketle onun, gerçek bir proleter yahut komünist (şeyleştirilmiş olarak değil de gerçek anlamıyla) bir devrim şahsında vücut bulacak ve kapsanacak şekilde etkilenebileceğini ve dönüşüme uğratılabileceğini bilhassa kavrayamamaktadır.
Bu çok önemlidir; çünkü nesnel gerçekliğin –özellikle de sözünü ettiğimiz toplumsal durumlardaki gibi – zor koşulları ile sürekli olarak kendilerini karşı karşıya bulan kişilerin “determinist gerçekçilik” açmazına düştükleri sıkça görülmektedir; bunlar, gerçekliğin bir kısmını görürler, tablonun tamamını değil (bu meseleye tekrar döneceğim). Ayrıca, gerçekliği salt düz bir çizgi ve farklılaşmamış bir şekilde kavramaktadırlar. Diğer bir deyişle, gerçekliği çelişkilerle dolu ve bu çelişkilerin dinamiklerinden ve bu çelişkilerin bu dinamiklerin birer parçası olarak birbirleriyle etkileşiminden ötürü sürekli hareket hâlinde ve dönüşen bir şey olarak kavrayamamaktadırlar.
Anlaşılacağı üzere, şu, çok mühim bir noktadır: Eğer bilimsel bir bakış açısına sahip değilseniz, eğer materyalizmi ve özellikle de diyalektik materyalizmi uygulamazsanız, yani başka türlü ifade edecek olursak, gerçekliğin çelişik doğasını, karşı karşıya olduğunuz zorunluluğu ve onu dönüştürmenin gereğini kavrayamazsanız zorunluluğa boyun eğersiniz. Yapılabilecek olan her şeyin hâlihazırda yapılmakta olduğunu düşünürsünüz. Yani, Lenin’in dediği gibi, mümkün olanın arzulanır olan olduğunu sanır, mümkün olanın zaten gerçekleştirilmekte olduğunu düşünürsünüz. Bu, Lenin’in bu yaklaşımı ortaya koyduğu önemli biçimlerden biridir.
Ve işte, olayı anlamazsanız böylesi bir duruma düşersiniz. Eğer ki meseleye materyalist bir pencereden yaklaşmaz da, idealist bir biçimde yaklaşmaya çalışırsanız, eğer buna sanki birbiriyle yarışan birçok kaide yahut anlatıdan biriymişçesine yaklaşır (ki buna birçok kez değindik) ve nesnel gerçeklik zemininden hareket etmezseniz, o vakit sadece öznelin, ya da bir diğer bakış açısından, nesnel gerçeklikte temellenmeyen ve ancak dilek yahut dualar üzerinden temellenen kimi önyargı, tarafgirlik biçimleri ve eğilimler zemininde ilerlersiniz. Ancak bilinsin ki, meseleye böyle yaklaşanların tek bir temennisi dahi duyulmaz! Çünkü nesnel gerçekliği, hele de kökten, dönüştürme şansınız katiyen bulunmamaktadır. Böyle olunca, toplumu temelden dönüştürüp radikal şekilde farklı bir düzeni gerçek kılmanız kesinlikle mümkün olmayacaktır. Çünkü gerçeklikten kopuk bir şekilde geliştirdiğiniz, ya da başkaları tarafından geliştirilen fikirler temelinden yola çıkıyor olursunuz. Ki nesnel gerçekliği olduğu gibi kavrayıp irdelemekten hareketle gerçekliği dönüştürmek bile gerçekten zordur; fakat eğer bunu yapmıyorsanız nihayetinde iyi bir noktaya varmanız mümkün olmayacaktır. Ama aynı zamanda gerçekliği sadece olduğu gibi ele alır ve onu çizgisel, durağan, dönüşmeyen ve bilhassa da yüklü olduğu çelişkiler tarafından ilerletilmeyen bir şekilde kavrarsanız, o vakit dönüşümün hele de kökten bir dönüşümün imkân ve temelini gerçek anlamda kavrayamazsınız.
İşte devrimin temelinin nerede yattığı, o temeli tanımlayıp doğru şekilde analiz etmenin yöntem ve epistemolojisinin ne olduğu meselesinin toplumu dönüştürüp dönüştüremeyeceğiniz, onu dönüştürmeye dönük bir yöneliminizin olup olmadığı ya da bu olasılığı görmeme, ya da bu tür bir yönelimle yola çıkıp gerçek engellerle karşılaştığınızda zorunluluğa boyun eğme meselesiyle kesiştiği yer burasıdır. Ya da mesela iradeciliğe sapıp salt iradi eylemlerle nesnel gerçekliği öznel bir temelde dönüştürmeye çalışabilirsiniz. Bunu bilimsel bir şekilde yapmadığınız için girişimleriniz gerçekliği dönüştüremeyecektir, hele de daha iyiye, daha radikal bir biçimde komünizmin özgürleştirici hedefi doğrultusunda gerçekliği değiştirmeniz kesinlikle mümkün olmayacaktır.
Tüm bu anlattıklarımız, sözünü ettiğimiz ilk iki paragrafta ve özellikle de Devrim Yapmak ve İnsanlığı Kurtarmak’ın ikinci kısmının ikinci paragrafında yoğunlaştırılmış bir şekilde tartışılmaktadır. Zamane tabirlerinden birine başvuracak olursak, bu iki paragraf tıka basa doludur. Ve özellikle de ikinci paragrafta çok yoğun bir içerik söz konusudur. Çok ciddi bir soyutlama seviyesindeki kavramlar kullanılmaktadır, bunun nedeni çok fazla şeye yoğunlaşılıyor olmasıdır. Ve buradaki amaç, bu kavramlara bakıp da “Ben bunu anlamıyorum, o vakit gideyim de başka bir şeylere bakayım” yahut “Vay, bu pek derinmiş; ama ben ne anlama geldiğini bilmiyorum” demek değildir. Amaç, bunları iyicene irdelemek ve burada ele alınan içerikle cebelleşmek ve tam anlamıyla onun tamamını kavramaktır.
“Kimse Kesin Olarak Bir Şey Söyleyemez” – Agnostik ve Amaçsız bir Yönelim ve Yaklaşım Yerine Bilimsel Bir Yönelim ve Yaklaşım
Şimdi, bu altı paragraf üzerinden biraz daha ilerleyecek olalım. Özellikle şu ifadelerle başlayan paragrafa odaklanmak istiyorum: “Salt irademiz ve hatta salt eylemlerimiz aracılığıyla nesnel koşulları nitel olarak devrimci bir duruma dönüştürmemizin mümkün olmadığı doğrudur.” Bu paragrafın ortasında Lenin’in işçi aristokrasisine ilişkin yaptığı bir yorumdan hareketle çok mühim bir nokta tartışılmaktadır. Lenin, proleter devrim gerçekleşirken, yani iş o noktaya sahiden vardığında, işçi aristokrasisinin bu devrime ilişkin nasıl saf tutacağına dair kimsenin kesin olarak bir şey söyleyemeyeceğini belirtmişti. Lenin’in vurguladığı nokta, bu işin nasıl olacağına dair kimsenin kesin bir şey söyleyemeyeceği idi. Ve işte bu temel formülü bizim meseleye şöyle bağlıyoruz: “Aynı ilkeyi uyarlayarak diyebiliriz ki, verili herhangi bir durumda devrimcilerin bilinçli inisiyatifinin nesnel koşullara koyduğu tepkinin tam olarak neye yol açacağını kimse kesin olarak söyleyemez.” Burada bir duracağım; çünkü bu, az evvel tartışmış olduğum şeyle alakalı. Nesnel koşullarla etkileşime girmek, onlara tepki vermek demek yekpare, farklılaşmamış bir nesnel duruma tepki vermek demek değildir, çelişkili bir nesnel duruma tepki vermek ve onu evvelden sözünü ettiğim şekilde dönüştürmek demektir. Yani Mao’nun sözünü ettiği şekilde, maddenin nasıl insan bilincine dönüştüğü, insan bilincinin de nasıl daha genel maddeye dönüştüğü meselesinden hareketle bu daha iyi anlaşılabilir.
İşte burada bir durup bu lafa ve bunun nasıl doğru şekilde kavranabileceğine bir odaklanmak istiyorum: “Verili herhangi bir durumda nesnel koşullara tepki vermek.” Bu, nesnel durum bağlamında yaptığınızı ya da yapabileceğinizi düşündüğünüzü yapmaktan ibaret değildir. Bu, nesnel gerçekliği, daha sonra vurgulayacağımız üzere, verili herhangi bir durumda azami ölçekte dönüşüme uğratmaya gayret etmek demektir. Yani burada tekrar şunu vurgulamak istiyorum: “Kimse kesin olarak bir şey söyleyemez,” yani, “verili herhangi bir durumda nesnel koşullarla etkileşime giren, ona tepki gösteren devrimcilerin bilinçli inisiyatifinin nelere yol açabileceğini kimse kesin olarak kestiremez; çünkü dünyadaki diğer güçlerin her birinin o esnada ne yapıyor olacağını kimse kesinkes öngöremez.” Şimdi, bu ifadenin, bu yaklaşımın ve onun burada ele alınış biçiminin, açıkça revizyonist “determinist gerçekçilik” tarafından şu şekilde yorumlandığını işittim: “Yani, kimse bir şey söyleyemiyor, o hâlde ne yaptığımızın bir önemi yok çünkü yaptıklarımızın ne sonucu olacağını bilmek mümkün değil. Demek ki bunların bir manası yok.” Hayır, bizim demek istediğimiz bu değil. Demek istediğimiz şey, faaliyetlerimizi amaçsızca yürütmemiz gerektiği değil, buna biraz daha değineceğim, daha sonra. Bilakis, belirli bir amacı olan faaliyetler yürütmeliyiz. Fakat burada söylenmek istenen şudur ki, dışarıda çelişkilerle dolu, o çelişkiler tarafından ilerletilen ve o çelişkilerin etkileşim ve dinamikleri aracılığıyla sürekli olarak çeşitli şekillerde dönüşüme uğrayan daha geniş bir nesnel dünya var.
Dünya kocaman ve biz verili herhangi bir anda ne yaparsak yapalım, yaptığımız şey tanımlayabildiğimiz ana çelişkilerin saptanması ve onlara müdahale edilmesi – yani onları dönüşüme uğratmaya uğraşmak- üzerinden doğru bir hatta olsa bile yine de kocamandır ve yaptığımız şeylerde tesadüfün de bir etkisi vardır, verili herhangi bir zamanda tanımlayabildiğimiz genel dinamiklerin dışındaki dinamiklerden doğan şeylerdir bunlar. Çünkü her türden unsur işlemektedir. Doğanın güçleri sürekli işlemektedir. Biliyorsunuz, sellerin, tufanların, hortumların, depremlerin hepsini öngörmemiz mümkün değildir. Bilim bu şeylerin nasıl, ne zaman olacağına dair biraz bir fikir sahibidir ama gelinen noktada insanlar her şeyi öngörebilmekte değildir. Hem sonra, toplumsal güçler de işlemektedir. Farklı sınıfsal güçler ve onları siyasî ve edebî temsilcileri orada, daha geniş dünyada faaliyetlerini sürdürmekteler. Ve tüm bunlar, belli bir seviyede bizim yaptığımız şeylerle etkileşim halindedir, birçok seviyede bizim yaptıklarımızla etkileşim hâlindedirler. Dolayısıyla biz, bilimsel olduğumuzdan, “Bir Devrim Hareketini İnşa Etmek İçin Bazı İlkeler” hususuna ilişkin o iki paragrafta da belirtildiği üzere, verili herhangi bir anda ana toplumsal çelişkileri tanımlamaya ve gidip onlara müdahale etmeye çalışmak zorundayız. Bu çelişkileri etkileyen başka etkenler de var ve dünyada, doğa da dâhil olmak üzere, çok fazla şey oluyor. Ve bazen tüm bu olanlar “orada, dışarıda bir yerde” değil tam da bizim olduğumuz yerde gerçekleşiyor.
İşte karşıya olduğumuz daha geniş dinamik dünya bu, karşı karşıya olduğumuz evren bu. Bu yüzden, biz toplumsal çelişkiler arasındaki ana çelişkileri doğru bir şekilde tanımlama temelinde faaliyet yürütürken vuku bulmakta olan bütün bu diğer şeyler bizim faaliyetlerimize, insanların şeyleri –bizim etkilemeye çalıştığımız çelişkiler de dâhil olmak üzere – kavrama biçimlerine müdahale ediyor, onları, tabiri caizse, etkiliyor. Dolayısıyla buradaki bu ifadelerden kasıt “Kimsenin kesin bir şey söylemesi mümkün değil, biz elimizden geleni yapalım ama tabi bunun bir faydası olup olmayacağını bilemeyiz” değildir. Hayır, söylenmeye çalışılan kesinlikle bu değildir. Demek istediğimiz şudur ki, verili herhangi bir durumda nesnel koşulları insanlığın özgürleşmesi hedefine doğru gidebilecek ve gitmesi gereken doğrultuda – yani, komünizm hedefi doğrultusunda- dönüştürmek için uğraşırız, bu doğrultudaki dönüşümleri verili herhangi bir durumda mümkün olan azami ölçeğe çıkarmaya gayret ederiz; ama tüm bunları yaparken, dışarıda tüm bu diğer şeylerin de gerçekleşmekte olduğunu göz önünde bulundururuz. Ve–Devrim Yapmak ve İnsanlığı Kurtarmak’ın ikinci bölümünün bu kısmındaki ve esas noktaya şimdi geldik- oturup da şöyle diyebilseniz bile: “Yapabileceğimiz en iyi analizi gerçekleştirdik, şeyleri, özellikle de toplumsal çelişkiler arasında tanımladığımız ana çelişkileri dönüştürmek için yürüttüğümüz tüm bu faaliyetlerin etkisine, en olası etkisine dair de en iyi analizi gerçekleştirdik ama yine de tüm bunlar şu noktada devrime yol açmadı.” Bu, bilimsel açıdan doğru olsa bile, “kimse kesin bir şey söyleyemez” kavramının esas noktası, verili herhangi bir anda durumu radikal şekilde dönüşüme uğratmak için, hatta devrimci bir durum doğrultusunda dönüşüme uğratmak için yürütmekte olduğumuz faaliyetlerle yan yana gelip bu faaliyetleri öngöremeyeceğimiz oranda değiştirebilecek şeyler olabilir, ki bu bir olasılıktır. İşte, “kimse kesin bir şey söyleyemez”in buna uyarlanışı budur. Amaç, agnostisizmi ya da “Aman, kim bilir”ciliği savunmak değildir. Amaç bilimi savunmak, tesadüf ile nedensellik arasındaki karşılıklı ilişkiyi bilimsel olarak tanımlamak, dünyadaki çelişkilerin ve onların dinamiklerinin hareket ve gelişimi aracılığıyla gerçekleşen diğer daha geniş şeylerin arasındaki etkiyi bilimsel olarak kavramak ve gerçekliğin dönüştürme arayışımız bakımından bilinçli olarak yaklaştığımız şeyleri kavramaktır. Dolayısıyla, “kimse kesin bir şey söyleyemez” ilkesinden söz edilen bu paragraftaki yoğunlaşmış içeriği anlamak çok önemlidir.
Şimdi bu da, aynı paragrafta yer alan ve benim az evvel değindiğim noktanın ifade edildiği bir kısımla da ilişkili. Ve bu da, bence, hayli önemli: “Şöyle bir gerçek var ki, bizler için nesnel olanda gerçekleşecek dönüşümlerin tamamı, hatta ciddi bir kısmı, bizim nesnel koşullar üzerine etki edecek şekilde ‘faaliyet yürütmemizin’ (doğrudan, bire bir anlamda yani) bir ürünü olmayabilir. Gelgelelim, bizim bunlar üzerine hareket etmemiz, bunlar üzerinden ‘faaliyet yürütmemiz,’ nesnel koşulların verili bir çerçevesi dâhilinde kimi değişimleri tetikleyebilir “ve” (ve burada “ve” bağlacını vurguluyoruz) “ve bizim nesnel koşullara yönelik faaliyetimiz, nesnel gerçekliği kendi bakış açıları doğrultusunda etkileyen çok sayıdaki diğer unsur ve etkenlerin işleyişi ile de bir araya gelip, onlarla ‘kaynaşarak’ nesnel gerçeklikte bir dönüşüme yol açabilir. Yani bu, kimi koşullarda, birtakım unsurların bir araya gelerek nesnel gerçekliği nitel şekilde dönüştürmelerine neden olabilir.” Burada nitel dönüşümden kasıt devrimci bir durum bile olabilir. “Ve tekrar belirtiyoruz” diye paragrafın son kısmına geçilmektedir: “Ve tekrar belirtiyoruz ki, tüm bunların tam olarak nasıl sonuçlanacağına dair kimse kesin bir şey söyleyemez.”
İşte mesele burada ironik, yahut diğer bir deyişle çelişik, bir hâl almaktadır. Sırf bizim için değil, nesnel gerçekliğe etki eden tüm diğer sınıfsal güçler için de. Bakın ne deniyor burada: Yaptığımız şeyler, onların etkileri, nesnel gerçekliğe kendi bakış açıları uyarınca etki eden diğer unsurlar da dâhil olmak üzere, bir çok farklı etkenle bir araya gelip, böyle bir birliktelik hâlinde nitel bir dönüşüme, hatta devrimci durum doğrultusundaki nitel bir dönüşüme yol açabilir. Ve bizleri ve nesnel gerçekliği bizimkinden farklı bir doğrultuda, yani dünyanın ezilenlerinin ve nihayetinde de tüm insanlığın özgürleşmesi doğrultusundan farklı bir doğrultuda dönüşüme uğratmayı isteyen tüm bu diğer unsurları bağlayan ironi ve çelişki de burada yatmaktadır. Çünkü eğer biz doğru bir şekilde, doğru bir yönelim ve burada sözü edilenler şahsında vücut bulan ve diyalektik materyalizm temeli üzerine bina edilmiş doğru bir bilimsel yöntemle hareket edecek olursak o zaman bu diğer sınıfsal ve toplumsal unsurların şeyleri etkilemek için yürüttükleri faaliyetler bizim geri dönüşlü olarak müdahale edip devrimci bir duruma çevirebileceğimiz şeyler hâline gelebilirler. Dolayısıyla tüm bunları düz bir cizgi şekliyle kavramamak lâzımdır. “Evet, bu diğer sınıfsal güçler de gerçekleştirdikleri eylemler aracılığıyla devrime katkı sunuyorlar” dememeliyiz yani. Çünkü hayır, aslında bunlar devrim aleyhine faaliyet yürütüyorlar; ama işte bunlar çelişkidir, yani bu unsurların faaliyetleri ve onların etkileri de bizim müdahale ettiğimiz çelişkiler arasındadır.
Dolayısıyla, daha sonra da değineceğimiz şekilde kitlelerin düşünüş biçimi de dâhil olmak üzere, nesnel koşulları zorunlu olan komünist devrim doğrultusunda dönüştürme sürecini bu canlı ve dinamik şekilde kavramak durumundayız. Bunu, idealist iradeciliğe yani gidip de söylediğimiz şeyler, bilirsiniz ya, başkalarının söylediği şeylerden ahlaki bakımdan daha iyi göründüğü için nihayetinde zafere ereceğimiz düşüncesine, – bu bir çeşit dindir zaten- düşmemek, ya da çok daha yaygın ve kuvvetli bir eğilim olan “determinist gerçekçiliğe,” yani verili herhangi bir durumda herhangi bir şey yapmaya çalışmamamız gerektiği, çünkü bu altı paragrafta anlatıldığı gibi, bir tür tepeden inme, doğaüstü dışsal gücün – bu ister tanrı olsun, ya da tanrı yerine konmuş kitleler olsun – duruma müdahale edip, bizleri kurtarıp, daha önceden zemini bulunmamış bir devrimi gerçekleştirene dek yaptığımız işlerin faydasız olacağı düşüncesine düşmemek için bu şekilde kavramak zorundayız. Sözünü ettiğimiz bu yaklaşımlar büsbütün hatalıdır ve devrimci faaliyet yürütülebilmesi için itinayla yerle yeksan edilmelidir. Bu olmadan bir devrim hareketinin inşası için gerekli ilkeleri gerçek kılmak mümkün olmayacaktır.
Bu altı paragrafta ele almak istediğim son nokta – ki burada sözünü ettiklerimizi ve de bu paragrafları okuduğunuz zaman da bu altı paragrafa sürekli olarak dönüp de içeriğine, temsil ettiği yöntem ve yönelime dair kafa yormanın önemi aşikâr hâle gelecektir – bu sözünü ettiklerimin bir özeti niteliğindedir. Yok, affedersiniz, bu kısmın sonuna varmadan önce değinmek istediğim önemli bir formülasyon daha var. Ve bu da deus ex machina [tepeden inme, kendisini dayatan bir kuvvet için kullanılan bir ifade –ç.n.] kavramının ele alındığı paragraftır. Bu paragraf şöyle başlıyor: “Devrim ‘formüllerle’ yahut basmakalıp düşünceler ve ön kabuller uyarınca hareket etmekle gerçekleştirilemez. Devrim çok daha canlı, zengin ve karmaşık bir süreçtir.”
Bakın, bu da önemli. Sonuçta, biliyorsunuz, revizyonistler – ki unutmayın onlar şeylere çizgisel ve diyalektik olmayan bir biçimde yaklaşır, çelişkileri görmez ve gerçekliği kendilerince idare edilebilecek bir forma sokarlar- hep derler ki: “haydi işleri nasıl başaracağımıza dair bir reçetemiz olsun, hatta sosyalizme ulaşma meselesini nasıl başaracağımıza dair bir formülümüz olsun. Biraz oradan, biraz buradan alalım; yahut diğer bir deyişle, önce biraz bundan yapalım, sonra biraz şundan yapalım, sonra böyle yaparız, ardından şöyle yaparız ve sonunda tüm bunlar üst üste birikir ve eğer reçetemiz doğruysa bu toplamın neticesi güzel olur.” Şimdi, bizim en genel anlamda, zaman zaman hayli cömertçe, “hareket” olarak nitelendirdiğimiz toplamda bu düşünüş çok yaygın. Ve sözünü ettiğim şekilde canlı dinamikleri kavramaktansa şeylere formüller aracılığıyla yaklaşmaya çalışmak revizyonizmin belirleyici özelliklerinden biridir.
Bu yüzden bu meselenin altını çizmek istiyorum. Devrim, formüllerle gerçekleştirilmez demek, biz iş yapmaktan geri duralım, stratejik bir yaklaşıma sahi olmayalım, stratejik yaklaşımımızı sürekli olarak keskinleştirme doğrultusunda bilimsel analiz ve sentezlerde bulunmayalım, veyahut ilk etapta böylesi bir stratejik yaklaşımı geliştirmeyelim demek değildir. Çünkü bilim bize, dünyanın bundan çok daha karmaşık bir yer olduğunu kesinkes göstermektedir. Dünya bu tasavvurdakinden katbekat daha dinamiktir, muntazam bir pakete sığmaz; bilimin de ortaya koyduğu üzere, “önce biraz bundan yapalım, sonra biraz şundan yapalım, bunlar şuna yol açar… bu da, şuna yol açar, şu da ona yol açar… nihayetinde sosyalizme varırız; şimdi olmasa da, yüz seneye belki varırız” gibi bir formül olmaz.
Ta 1960’larda Bob Scheer’in milletvekili adaylığının seçim kampanyasında yer alan o revizyonist geliyor aklıma. Sözünü ettiğim bu aday, Demokrat Partili idi; fakat savaş ve ırkçılık karşıtı bir temelde seçimlerde yarışıyordu. Seçimi kazanmadı, ama epey bir oy aldı ve bu revizyonist eleman, oylar açıklanırken, ofiste oturmakta olan bizlere dönüp: “Şimdi eve gidip, sosyalizme artık bir santim daha yakın olduğumuzun bilinci ile huzur içinde uyuyabilirim” demişti. YOK ÖYLE BİR ŞEY! Sosyalizme böyle yaklaşılmaz, bu iş böyle olmaz. Amaç, bir çeşit sosyalizm fikrine santim santim yaklaşmak değildir. Amaç, bu capcanlı, bilimsel, diyalektik materyalist yaklaşımı uygulamaya koymaktır. Evet, çelişki olarak tanımladığımız ilişkiler var ve bunları verili herhangi bir dönemde dönüşüme uğratabilmek için koordine edilmiş ve yoğunlaştırılmış faaliyetler yürütmekle yükümlüyüz. Fakat, bunu yaparken, daha geniş çapta dünyayı görmek zorundayız. Diğer toplumsal güçlerin nasıl işlediğini, salt tanımladığımız çelişkiler üzerinde değil, toplumun daha genel çelişkileri üzerinde nasıl işlediklerini görmek zorundayız. Doğa ne âlemde, bu, toplumu nasıl etkiliyor, bu, toplumun farklı kesimlerini ve dünya çapındaki farklı toplumları nasıl etkiliyor vesaire. Farklı çelişkileri hareket geçirenin, yahut bu hareketi dönüştürenin ne olduğunu bilmek zorundayız. Sözün kısası, nesnel dünyayı nihai hedef olan komünizm doğrultusunda mevcut düzenin alaşağı edilişi ve proletarya diktatörlüğü altında sosyalizmin tesisi güzergâhında dönüştürmek için gereken stratejik yönelim kapsamında hesaba katıyor olmamız gereken tüm etkenleri aklımızda tutmak durumundayız.
Tüm bunlar da meselenin son noktasına varıyor. Hani, özetleyerek şöyle deniyor ya: “eğer şeylere” – ve bu, bu altı paragrafın sonunda yer alıyor – “eğer şeylere salt düz bir cizgi biçimiyle bakarsanız, sadece doğrudan önünüzde yatan olasılıkları görebilirsiniz” yani at gözlükleriniz olduğundan, çelişkileri göremezsiniz, sadece önünüzdekileri görebilirsiniz. Orada da dendiği gibi “kafanıza bir tür at gözlüğü geçirilmiş gibidir.” Fakat şu da var: “Öte yandan, eğer doğru, diyalektik materyalist bir yaklaşıma sahipseniz, beklenmedik birçok şeyin de gerçekleşeceğinin bilincinde olur, bu ihtimale karşı sürekli tetikte olursunuz…” İşte bu cümlenin son kısmı çok yoğun bir içeriğe sahip, o yüzden de kelimesi kelimesine bunu vurgulamak istiyorum: “eğer doğru, diyalektik materyalist bir yaklaşıma sahipseniz, beklenmedik birçok şeyin de gerçekleşeceğinin bilincinde olur, tutarlı bir şekilde zorunluluğu özgürlüğe dönüştürmeye çalışırken bu ihtimale karşı sürekli tetikte olursunuz…” Bu son kısımda o kadar yoğun bir mesaj var ki: “beklenmedik birçok şeyin de gerçekleşeceğinin bilincinde olur, tutarlı bir şekilde zorunluluğu özgürlüğe dönüştürmeye çalışırken bu ihtimale karşı sürekli tetikte olursunuz.
İşte yine burada başka bir çelişki söz konusu: Bir yandan, beklenmedik şekilde gerçekleşebilecek şeylere karşı sürekli tetikte olmak, ama öte yandan da, bilhassa verili herhangi bir an ve dönemde müdahale etmemiz gereken ana çelişkiler olarak tahlil edilmiş ilişkiler bağlamında, zorunluluğu özgürlüğe dönüştürme doğrultusunda tutarlı bir biçimde çalışmak. Bu çok önemli, zaman zaman da son derece keskin bir hâl alabilen bir çelişkidir. Çünkü dönüştürülmesi gereken ana unsurlar olarak gördüğünüz şeyleri dönüştürme işine fazla gömülüp büyük resmi unutabilirsiniz. Böyle olunca da, beklenmedik gelişmeler tarafından gafil avlanır, ya da formülünüze, dar gündeminize uymadığı için onları görmezden gelirsiniz. Dolayısıyla, bu altı paragraftaki son cümleye (daha doğrusu, sondan bir önceki cümleye), daha da özel olarak o cümlenin son yarısına tekrar dönmekte, bunu içeriğini deşip tartışmakta, onunla bireysel ve kolektif olarak tekrar tekrar cebelleşmekte yarar vardır.
Bu altı paragrafın belli bir maddi temeli bulunmaktadır. Burada, birtakım şahısların parlak fikirlerinden, insanların önyargılarından, dünyayı nasıl görmek istedikleri ve neyin mümkün olduğu gibi idealist eğilimlerinden yola çıkan öznel bir yaklaşımdan söz edilmemektedir. Tüm bunlar, maddi gerçekliği analiz etmeye dönük bilimsel bir yaklaşım üzerine bina edilmiştir. Bizler kendimizi, maddi gerçekliğin gerçek çelişkileri ve burada yatan dönüşüm olasılıkları ve tüm bunların komünizmle bağlantısı üzerine temellendiriyoruz.
Şimdi, buna bir bakalım. Komünizm hedefi salt bir hedeften ibaret midir? Yani nesnel gerçekliğin çelişkilerine bakıp bu çelişkilerin bu hedefle bağlantısını saptamak kâfi midir? Hayır, çünkü hedefin kendisi maddi gerçekliğin ve onun çelişik doğasının bilimsel bir analizine dayanmaktadır. Vurgulamış olduğumuz üzere ve bu ne kadar vurgulansa azdır, komünizmin imkân, zorunluluk ve arzu edilirliğini (bu üçünün tamamını yani, imkân, zorunluluk ve arzu edilirliği) gerçek anlamda kavramanın temelinde maddi gerçekliğin, onun çelişikliğinin, bu çelişikliğin neden olduğu hareket, dinamikler ve dönüşümün ve bu bağlamda, nihayetinde dünya çapında komünizme geçişle sonuçlanacak bir devrim hedefini gerçek kılma potansiyelinin bir analizi yatmaktadır.
Bu altı paragrafta ifade edilmiş olan, hayli yoğunlaştırılmış bir biçimde ifade edilen şey bu temel yaklaşımdır. Ve bu yaklaşım, sadece bu altı paragrafta yer almakta değildir; ama burada çok yoğunlaştırılmış bir şekilde uygulanmaktadır. Bu yüzden bu paragrafların önemini vurguluyorum. Çünkü burada salt genel anlamda stratejik yönelimin özünün bir yoğunlaşmasından da öte, yöntem ve epistemoloji –ki epistemoloji, biliyorsunuz, yöntemin can damarıdır – bilimsel yaklaşım ve yönteme olanak tanıyan bilimsel epistemoloji de bulunmaktadır.
Bu temel üzerinden ilerleyip, beklerken hızlandırmak şeklindeki stratejik yaklaşımdan biraz söz edelim. Şimdi, tekrar vurgulamak istiyorum, bu, bir yandan, iradeci tutumun karşısında yer almaktadır. Burada sözü edilen hızlandırma, bir montaj hattının hızlandırılmasına benzetilemez. Yani daha hızlı hareket edip, kendimizi daha derinlere gömüp sonunda hiçbir yere varamamak değildir kastettiğimiz. Yani “Devrim yapmak zorundayız, dünya berbat, anlarsın ya… Ah, ah, halk acı çekiyor, haydi, bunu yapmalıyız…” gibi bir temelde çılgın bir telaşla koşuşturmaktan söz etmiyoruz. Evet, elbette ki tutkulu olmalıyız; ama böyle hummalı gibi çırpınmamız gerekmiyor. Tutku ile çılgın telaş arasında ciddi bir fark vardır; çünkü bu ikincisi bilimsel yaklaşıma karşıdır ve onun altını oymaktadır. Beklerken hızlandırmak özellikle de belli bir tür iradeciliğe karşıt konumdadır. Yani, Mao’nun çok isabetlice ifade etmiş olduğu üzere, birçok şey gerçek kılınma çağrısında bulunmaktadır; o hâlde nesnel gerçekliğin, bizim bu nesnel gerçeklikle bağlantılı konumumuzun, bilimsel bir temelde değil de sadece yapmak istediklerimiz kapsamında gitmek istediğimiz doğrultuda neleri dönüştürebileceğimizin maddi bir analizini yapmadan kafamıza göre her şeyi bir anda gerçekleştirmemiz gerektiğini savunan iradeciliğin karşısındadır bizim bu tutumumuz. Ama demek istediğim, sadece yapmak istediklerimizi yapacak olsak, mesela, hemen şimdi devrim yapmaya çalışsak bizi ezer geçerler. Bu oldukça kötü bir şey olur. Tam şimdi iktidarı ele geçirmeye çalışmak, çok kötü olurdu; kitlelerin moralini bozar, onların kafasını karıştırır ve sadece bir ülkede değil tüm dünyada uzun bir süre boyunca mücadeleyi ciddi şekilde geri götürürdü.
Dolayısıyla, bu çeşit iradeciliğin bir faydası yoktur. Ama bir kez daha vurgulanmalıdır ki, ve öyle anlaşılıyor ki ne kadar vurgulansa azdır, iradeciliğe nazaran determinizm devrimci güzergâhtan daha ciddi bir sapmayı temsil etmektedir. Ve determinizm de idealizmle, daha özel olarak da iradecilikle, bağlantılıdır ve onunla temel bir birlik hâlindedir. Çünkü iradecilik bir tür idealizmdir. Determinizm de gerçekte bir tür idealizmdir ve mekanik materyalizm şahsında vücut bulabilmektedir. Yani nesnel gerçekliği sadece yekpare, çelişkisiz, durağan ve dönüşmeyen bir şekilde gören yaklaşım şahsında. Dolayısıyla, determinizm, mekanik materyalizm şahsında vücut bulup o şekilde ifade edilebilmektedir; fakat bu mekanik materyalizm de bir tür idealizmdir. Çünkü nesnel gerçekliğin bilimsel bir analiz ve sentezine dayanmamaktadır ve dolayısıyla da bunun çelişikliğinin farkına varamamaktadır. Bu nedenle de nesnel koşulları dönüştürme imkânını kavrayamamaktadır ve sözünü etmiş olduğum tüm bu şeyleri ıskalamaktadır. Yani sadece bizim şeyleri nasıl ve ne biçim dönüştürebileceğimizi kavramaktan aciz kalmakla yetinmemektedir; kendi içsel çelişkileri ve dinamikleri ve bu farklı çelişkilerle dinamiklerin etkileşimleri uyarınca sürekli olarak şeyler üzerinde bir etki yaratan diğer toplumsal ve hatta “doğal” güçlerin şeyleri nasıl dönüştürdüklerini de kavrayamamaktadır.
Dolayısıyla, bir kez daha belirtiyoruz ki Devrim Yapmak ve İnsanlığı Kurtarmak’ın ikinci kısmının bu ilk altı paragrafında yoğunlaşılan meselelerin bizim stratejik yaklaşımımız üzerinde doğrudan etkisi vardır ve buradaki içerik, bu stratejik yaklaşıma dair kimi temel şeylerin yoğunlaştırılmış bir hâlidir.
Biraz da bu stratejik yaklaşımın ne olduğuna dair konuşalım. Buna daha dolaysız bir şekilde varacak olalım. Başta ikinci kısmı olmak üzere, Devrim Yapmak ve İnsanlığı Kurtarmak’ta, Kuşlar Timsah Doğuramaz Ama İnsanlık Ufkunu Aşabilir’de, ve özellikle de bunun ikinci kısmında, sonra özellikle de çok doğrudan ve yoğun bir şekilde, BAsics’in devrim meselesine değinen üçüncü kısmında da yer alan, “Devrimin Stratejisi Üzerine” adlı açıklamada çok yoğun bir şekilde ele alınmış ve sözü edilmiştir bu yaklaşımın.
“Devrim İçin İktidara Karşı Savaş ve Halkı Dönüştür”
Şimdi bu yaklaşımın farklı unsurlarına bir bakalım. Yani, bir başına ele alınmış, yalıtılmış şekilde değil de, daha genel stratejik yaklaşımın parçaları olarak bakalım. Bunun en temel unsurlarından biri, “Devrimin Stratejisi Üzerine” adlı açıklamada yoğunlaştırılmış bir şekilde ele alınmaktadır ve “Devrim İçin İktidara Karşı Savaş ve Halkı Dönüştür” şiarında vücut bulmaktadır. A. Brooks’a verdiğim “İnsanlığın İhtiyacı Olan: Devrim ve Komünizmin Yeni Sentezi” başlıklı röportajda, iktidara karşı savaşmak, halkı dönüştürmek, halkın kendini dönüştürmesi ve baskıya karşı ayaklanan ve direnen insanların oynadığı kritik rol arasındaki ilişkinin önemli yanlarından söz etmiştim. Vaziyetin olumsuzunu belirtecek olursak, eğer insanlar kalkıp baskıya direnmezlerse, o zaman devrimin temeli, kuşkusuz genel anlamda, çok daha zayıf olacaktır. Ama dahası, insanların kendilerini sarmalayan gerçekliği ve onu dönüştürme bakımından zorunlu ve mümkün olanı kavramaları, kavramaya ve kavrama arayışında bulunmaya açık olmaları da çok daha güç bir hâl alacaktır.
Fakat, daha da önemlisi, bu sloganın her üç yanı da mühimdir. Evet, bunlar, bir başlarına yönelimin unsurlarıdır; ama birleşik bir bütün hâlinde daha önemlidirler. Diğer bir deyişle, bunların arasındaki karşılıklı ilişki ve bu sloganın bütünlüğüdür önemli olan. Ki bu, her bir tekil parçasından yahut bu parçaların toplamından öte bir şeydir, yani başka bir deyişle, iktidara karşı savaşmak, halkı dönüştürmek ve tüm bunların nihayetinde devrime varması gereği arasında diyalektik bir bağ vardır. Ve temelde de, gideceği doğrultu bakımından, tüm bunlar devrime varmak zorundadır. Yoksa tüm diğer unsurlar geriye gidecektir. Halkın ayaklanıp iktidara direnme ihtimali de, dünyayı daha derinlemesine kavrayabilme yahut onu kavramaya açık olma ihtimali de, düşünüş biçiminin dönüşmesi ihtimali de gerileyecektir. Mevcut sistemin kavram ve dinamikleri insanlar üzerinde işlemeye devam ettiklerinden, gerçek bir devrime varan bir kopuş olmadıktan sonra bu etki yeniden tesis edilecektir. Biz bunu, 60’ların 70’lerin ilk yıllarına varan deneyiminde ve o günden bu yana gerçekleşenlerde gördük. O zaman yaşayan bazılarımızın asla hayal dahi edemeyeceği şeyler oldu, toplumsal ilişkilerin dönüşümü bakımından, gerçekleştirilen dönüşümlerin geriye çevrilişi bakımından özellikle de çok ciddi sayıda insanın düşünüş biçimlerinin gerici bir şekilde dönüşümü bakımından. Tüm bunlar, mücadele nihayetine erdirilemediğinden, devrime kadar vardırılamadığından, şarkının sözlerini kullanacak olursak, öte yandan çıkmadığından oldu.
Dolayısıyla burada bütünsel bir toplam var ve tüm bu farklı kısımlar, tüm bu farklı bileşenler – yani “iktidara karşı savaş,” “halkı dönüştür” ve “devrim için” – karşılıklı bağlantı içindeler. Fakat “devrim için” unsuru nihai tanımı yapandır. Yani, bu önemli bir noktadır.
Şimdi, tekrar belirtiyoruz, halkın ayağa kalkıp savaşması önemlidir. Ve bu sistemin sürekli olarak halk yığınlarına ve doğaya karşı, salt bir ülkede değil dünya çapında, gerçekleştirdiği rezil eylemler insanlara ayaklanıp direnmek için bir temel sunmaktadır. Ama insanların baskı görüyor olması, sistemin korkunç şeyler yapıyor olması kendi başına halkın direnişine, iktidara karşı mücadelesine yol açmayabilir. Hele de bu durumun bir başına varlığının, sözü edilen mücadeleyi sürekli kılmaya yeterli olmadığı açıktır. Dolayısıyla, bir yandan, evet, sistemin bu rezilliklerine, bu korkunç suçlarına, bu adaletsizliklerine ve sömürüye karşı mücadele edilmek zorundadır. Bunlar, bir başlarına da, karşısında mücadele edilmesi gereken gerçek çelişkilerdir, insanlar bunlara karşı mücadeleyi geliştirmelidir. Ama aynı zamanda, şayet siz tüm bunlara diyalektik materyalizm bilimiyle yaklaşıyorsanız – yani bir “komünizm anlatısı” ile değil, diyalektik materyalizm bilimi ile yaklaşıyorsanız – o zaman tüm bunların genel ve temel bir anlamda dünya çapında nihai olarak komünizme varma amacına sahip bir devrim hedefine yöneltilmesi gerektiğini bilirsiniz. Bu doğrultuda, bu rezilliklere karşı mücadelede olabildiğince fazla insanı birleştirmek gerekmektedir. Her ne kadar – ve bu, sonradan da değineceğim üzere, çok önemlidir – her ne kadar bu insanlar ister istemez farklı görüşlere sahip olsalar da ve bu mücadelenin nihai olarak komünizm hedefi taşıyan bir devrime gitmesi gerektiği düşüncesine verili herhangi bir anda kazanılamayacak yahut ikna edilemeyecek olsalar da bu böyledir. Eğer bu rezilliklere öfke duyan yahut bu adaletsizlik, sömürü ve baskının sürdürülmesinin ne rezillik olduğunu kavrayabilme potansiyeli taşıyan herkesi birleştirmezsek, o vakit devrimin temel hedeflerinin altını oyuyor olacağız. Çünkü amaç bizim “anlatımıza” varmak değildir; amaç, tüm bu rezillik ve adaletsizlikleri sonunda, tam anlamıyla ortadan kaldırmak için gerekli olanı yapmaktır.
Dolayısıyla, bir yanda böyle bir şey var ve bu çok önemli. Ve bunu evvelden de vurguladım ve yine vurgulamak istiyorum: Bu sözünü ettiğimiz rezillikler gerçekten öfkelenilmesi gereken şeylerdir ve eğer devrimci olduğumuzu iddia eden bizler,bu şeylerden ötürü komünist bir kavrayış ve yönelime sahip olmayan başkalarından daha öfkeli, ya da en azından onlar kadar öfkeli, değilsek o zaman komünist sıfatına, devrimci sıfatına layık değilizdir. Eğer tüm bu şeylere derin bir nefret duymuyorsak, eğer bunları ortadan kaldırmak, bunları nihayetinde ortadan kaldırma aşamasına varmadan bile bunlara karşı savaşmak için derin bir tutku beslemiyorsak, o hâlde bizler devrimci değiliz, bizler komünist değiliz. Verili herhangi bir anda tüm bunlara dair komünist bir kavrayışa, bilimsel diyalektik materyalist yöntem ve yaklaşıma sahip olmayanlardan kesinlikle daha az tutkulu, daha az öfkeli olmamalıyız. Bir yandan bunu vurgulamak istedim.
Ama bu çelişkinin bir de diğer yanı var. Eğer bu şeylere karşı nefret sergilemekten, eğer sadece bunlara karşı savaşmak bu mücadelede başka insanları seferber etmek bakımından tutku sergilemekten başka bir şey yapmıyorsak, yani eylemlerimizde – ki bu önemli, yani komünist olmayan başkalarından beklentilerimizde değil, bizim eylemlerimizde – tüm bunların nihayetinde komünizm hedefi olan bir devrime ermesi gerektiğini sürekli olarak ön plana çıkarmıyorsak o vakit halk yığınlarına ihanet içerisindeyizdir. Bu durumda, vaziyeti bu sistemin, onun devlet ve egemen sınıflarının pek de yumuşak olmayan dinamiklerinin merhametine bırakıyoruzdur. Böyle olunca sistem meseleyi kendi yöntemleri ile çözecektir.
Dolayısıyla bu da, yine, doğru bir şekilde ele almamız gereken bir çelişkidir. Ve eğer biz bunun iki yanından herhangi birini, yahut bu yanların sentezini, yanlış bir biçimde ele alırsak o vakit yapmamız gerekeni yapmıyor oluruz. Dolayısıyla, zararlı bir iş yapmış oluruz ve yapmamız gerekeni, yani, halkın ayağa kalkıp direnmesine ve evet, komünizmin nihai hedefine kenetlenmiş bir devrim aracılığıyla insanların özgürleştirilmesi mücadelesine öncülük etme işini yapmıyor oluruz. Yani, “Devrim İçin İktidara Karşı Savaş ve Halkı Dönüştür” bağlamında vurgulamak istediğim bir nokta buydu.
Halk Yığınlarının Düşünüş Şeklini Dönüşüme Uğratmanın Anahtar Rolü
Vurgulamak istediğim diğer yan da şudur ki, “Devrim İçin İktidara Karşı Savaş, Halkı Dönüştür” süreci boyunca ve devrim hareketini ve onun öncü çekirdeği olarak partiyi inşa etme sürecinin tamamı boyunca en temel ve önemli yan, halk kitlelerinin, insan gruplarının ve nihayetinde de geniş halk yığınlarının düşünüşünü dönüştürmektir. Sözünü ettiğimiz, yalıtılmış bireylerin düşünüşünü dönüştürmek değildir; ama bireyleri mücadeleye katmak bu sözünü ettiğimizin bir parçası olabilir ve parçasıdır da. Yani, bunun temel ve en önemli şey olduğunu söylerken ne demek istiyorum? Bu konuda açık konuşalım. Bu, bunun bu sürecin tek önemli unsuru olduğu anlamına gelmemektedir. İnsanların gerçekten ayağa kalkıp direnmeleri de, vurgulamış olduğum üzere, önemlidir. Fakat buna genel bir süreç olarak bakacak olursak, o zaman insanların ayaklanıp mücadele etmeleri için, özellikle de bu mücadeleyi karşılaşacakları engellere, dolambaçlara, sapaklara vs. rağmen sürdürebilmeleri için düşünüş biçimlerinde bir değişimin söz konusu olmuş olmasının gerekli olduğunu kavrayabilirsiniz – ve nitekim, buna bilimsel açıdan yaklaşan bu gerçeği görecektir.
Şimdi, yazmış olduğum bir şeyde şu soruyu sorarak meseleyi çok temel ve yoğun, kimi yanlarıyla basit bir şekilde ifade etmiştim: “Bu meseleden sonra tekrar söz edeceğim, bizler başlatmış olduğumuz kitle inisiyatiflerinde yer almalıyız. Bir yandan, kısa ve yoğun şekilde ifade edecek olursak, kadına yönelik baskıya karşı, toplu tutuklamalara karşı ve bununla alakalı her şeye karşı kitle inisiyatifleri oluşturmalı ve onların içinde yer almalıyız. Peki, bu kitle inisiyatiflerinde başka kimler olmalı? Cevap, herkestir. Yani, bu kitle inisiyatiflerinin gündeme taşıdıkları tüm bu rezilliklerin dayanılmaz olduğunu ve bunlara karşı konulması gerektiğini anlayan, yahut anlamaya kazanılabilecek, anlama potansiyeli taşıyan herkes bu inisiyatiflerde yer almalıdır. Bu da, yani bilirsiniz, bunun aşikâr olması lâzım aslında herkese ama anlaşılan o ki yine de belirtilmesi gerekiyor, bu tür inisiyatifler komünistlerden ve komünistler etrafına toplanmış bir avuç insandan ibaret olmamalıdır. Yüzler, zamanla binler ve en nihayetinde de milyonlarca insanı bünyesine katacak şekilde büyümelidir bunlar.
Ama bir de şu kavramsallaştırmaya bir bakalım “anlayan ya da anlamaya kazandırılabilecek, anlama potansiyeli olan.” Şimdi burada ima edilen, özellikle de “anlamaya kazandırılabilecek” ifadesinden ima edilen, insanlarla mücadele edilmesi gerektiğidir. İnsanların bu rezilliklerin farkına varabilmeleri, hatta bazen onları görebilmeleri, için onlarla mücadele etmek gerekmektedir. Çünkü bu sistemin işleyişi insanları bu rezilliklere kör bırakmaktadır ve onları, kendilerini bunlara kör bırakmaya teşvik etmektedir. Dolayısıyla, birçok durumda insanların bu rezilliklerin sırf farkına varabilmeleri için, bunların rezillik olduğunu kavrayabilmeleri için ve bunların sorumlusunun bunlara maruz bırakılan insanlar olmadığını anlayabilmeleri için onlarla mücadele etmek gerekmektedir. Yani insanlar tüm bunları bilimsel bir şekilde, yani tüm bunların nasıl bir sistemden kaynaklandığını ve sistemin dinamikleri kapsamında olduğunu, kavramadan çok çok önce de, onların bunlara karşı mücadelenin zorunluluğunu kavramaları, bu şekilde ezilen insanların bunun sorumlusu olmadığını ve içinde bulundukları vaziyetin onların “bireysel sorumluluğunun” bir sonucu olmadığını anlamaları için onlarla mücadele etmek gerekmektedir; bu tür faaliyetlerde yer almış herkes bunu bilmektedir. Yani, ortadaki bütün bu saçma sapan hatlara, insanları, en basit ifadeyle, adaletsizliğin var olduğunu dahi kavramaktan geri tutan tüm bu zırvalara karşı mücadele etmek gerekmektedir. İnsanların düşünüş biçimlerini dönüşüme uğratmak zorundasınız. Peki, bunu nasıl yapacaksınız? Mücadeleyle yapacaksınız (buna tekrar döneceğiz). Çoğu zaman, halk yığınları arasındayken bu mücadele uzlaşmaz bir mücadele olmayacaktır. Bu durum düşmana karşı bir mücadele değildir. Fakat yine de mücadeledir, kimi zaman son derece keskin ve birçok yönüyle amansız bir mücadeledir.
Dolayısıyla, insanları harekete geçirebilmek için bu baskının doğrudan hedefi ve mağduru olan insanları bile harekete geçirebilmek için, çoğu zaman, genel anlamda, onları bunlara karşı mücadeleye teşvik etmek için epey bir mücadele gereklidir. Bir şeyler okuyordum, sanırım bizim sitede, insanların kitlesel çapta hapse atılıyor olması meselesine dair böyle temel katmanlardan gençlikle –yani toplu tutuklamalardan, polis vahşetinden, gençliğin suçlu muamelesi görmesinden doğrudan etkilenen gençlerle- sohbete giren insanlar tarafından yazılmıştı. Yani, doğrudan bu namlunun hedefindeki gençlerle konuşuyorlardı. Bunlara soruyorlardı: “Siz ne düşünüyorsunuz?” Biri “Benim fikrim yok,” öbürü ise, “Bu, bence de kötü; ama ne yapabilirsin ki?” diyordu.
Yani, insanların ayaklanması ve iktidara karşı mücadele etmesi için bununla mücadele etmeniz gerekiyor. Ve bakın, önceden de sözünü ettiğimiz üzere, insanlar kitle hareketleri içerisinde, bu çelişkiler üzerinden mücadelede bir kez harekete geçtiler mi, bu hareketliliğin burjuvazinin kanatları altına girmesi yönünde kuvvetli bir eğilim baş gösterir. Burjuvazi, yahut onun siyasî ve edebî temsilcileri, insanların önüne engeller koyar, onları tuzağa düşürmek elinden geleni ardına koymaz. Yahut mesela toplu tutuklamalara, yahut Siyahî ve Latino gençlerin polis ve çeteler tarafından öldürülmesi gibi çelişkiler için kulağa şirin gelen isimler üretirler ya mesela şöyle şeyler söylerler: “Yapmamız gereken, erkeklerin kendilerine gelip daha sağlam ataerkil figürleri hâline gelmeleridir.” İnsanları gerçekten kurtaracak bu son derece ilginç ve yeni analiz için teşekkür ederiz Başkan Obama. Ama yok, eskinin bir ifadesine başvuracak olursak, YOK ÖYLE ŞEY!
Yani her neyse, böyle meselelerde tüm bu saydığımız nedenlerden ötürü sürekli mücadele olacaktır. Ve bu iktidara karşı mücadeleyle, ayaklanıp karşı koymayla, direnmeyle bağlantılıdır. Bir düşünsenize: Eğer insanlar gerçekten ayaklanıp düzene karşı koymaya başlarlarsa ve başkalarının da bunu yaptığını görürlerse (başlangıçta belirttiğime dönecek olursak) bu da maddenin bilince dönüşümünün diğer bir biçimidir. Ve bu da bir mücadele noktasıdır; insanlar bu durumu görüp “Belki de bu meseleye dair bir şeyler yapmak mümkündür. Ben başka kimsenin umursamadığını düşünüyordum; fakat şimdi görüyorum ki bu, başkalarının da umurunda” derler. Bu da, onların bilincindeki bir dönüşümdür. Şimdi, bunun nereye varacağı, derhal burjuva bir çerçeveye geri mi döneceği yoksa varması gereken noktaya mı varacağı meselesi mücadeleyle belirlenir. Mesele, halkın düşünüş biçimlerini dönüştürmektir -yani tekrar belirtiyoruz, tek tek bireylerin değil; ama bu da zaman zaman önemli olabilir- halk kitlelerinin, insan topluluklarının, halk yığınlarının düşünüş biçimlerini dönüştürmektir. Böylelikle, insanlar dönüşümlere dair düşünce yürütürken belirli şekillerde davranma ihtiyacı hissedebilirler.
Bu böyle ileri geri giden bir diyalektiktir; ama bunun genel anlamda ortasından, tabiri caizse, genel için belirleyici bir rolü olan bir tür sicim geçmektedir. Bu sicim, insan topluluklarının düşünüş biçimini dönüştürmektir. Yani bu, ortadaki tüm o diğer rahipler ve papazlar gibi, gidip insanlara düşüncelerini değiştirmeleri gerektiğini vaaz etmemiz gerektiği anlamına gelmemektedir. Hani bilirsiniz şöyle bir zihniyet vardır: “Hadi gidip insanların düşüncelerini değiştirip bizim yüce tasarımımıza uygun hâle gelmelerini sağlayalım.” Ama hayır, böyle olmaz.
Bizim dediğimiz, insanlarla, onların dünyayı gerçekten olduğu gibi görmelerini sağlamak için mücadele etmektir. Yani dünyayı daha genel, daha bütünlüklü bir şekilde kavramalarını ve uygun davranmalarını ve buna uygun davranırken de düşüncelerini dönüştürmelerini sağlamaktır. Kuşkusuz, insanların devrimin temelini, zorunluluğunu ve arzu edilirliğini kavramaları için çok ciddi ve sürekli bir mücadele yürütülmek zorundadır. Ve yine, bunu vurgulamak istiyorum: Bir yandan, esas noktalardan biri olarak, insanların düşünüş biçimlerini her anda, nihai hedefi komünizm olan devrimin zorunluluk, imkân ve arzu edilirliği doğrultusunda sürekli olarak dönüştürmek, öte yandan da, bununla diyalektik bir ilişki içerisinde, en geniş şekilde insanları bu düzenin rezilliklerine, bilhassa da esas toplumsal çelişkilerin yoğunlaştığı alanlarda birlik hâline sokak onları mücadeleye katmak. Bu genel süreçte, insan topluluklarının düşünüş biçimlerini dönüşüme uğratmak en esas ve belirleyici meseledir. Fakat bu, bu genel süreç kapsamında esas ve belirleyicidir. Yani kendi başına bir şey olarak, yahut özel durumlar için bir kenarda saklanan bir şey olarak değil, bu genel süreç bakımından belirleyicidir. Bu da benim kuvvetle vurgulamak istediğim bir şeydir.
Add comment