Dünyada en fazla anayasa tartışmasının yaşandığı ülkelerin başında Türkiye geliyor. Bu Türkiye’nin demokratik (burjuva) bir ülke olması ve sürekli olarak “ilerlemesi” ile ilgili bir durum değildir. İbrahim Kaypakkaya’nın da söylediği üzere Türkiye Cumhuriyeti’nin “nispeten demokratik” (burjuva anlamda) dönemler yaşadığı olmuştur. Ama anayasa tartışmalarını çoğu zaman hakim sınıf kliklerinden birinin diğerini devlet gücünden ekarte etmesi ve iktidarı ele geçirerek rejimini tesis etmesi temelinde gerçekleşmiştir. Her ne kadar toplumun ilericileri “demokratik anayasa” bağlamında bu tartışmalara katılsa da, bu durum Türkiye’de yaşanan anayasa tartışmalarının merkezi odak noktasıdır. Ve tüm bunlar değişen dünya koşullarına bağlı olarak yapılmaktadır; örneğin İkinci Dünya Savaşı sonrası “çok partili” sürece geçiş ve anayasa tartışmaları, dünyada sosyalizmin güçlü etkileri ve ABD emperyalizminin “özgür dünya” safsatası koşullarında gerçekleşmiştir.
İslami Anayasa ve Allah’ın Anayasası Olarak Kuran
Din, Allah inancına göre toplumun örgütlenmesi demektir. Din -ister Hristiyanlık olsun ister Yahudilik isterse İslam- Allah inancının örgütlü bir güç olarak tüm toplumsal ilişkileri (sosyal, ekonomik, kültürel vb) örgütleme ve denetleme temel amacıyla hareket etmesidir. Dini kitaplar “kaynak” ya da “kişisel gelişim” kitapları değildir. Bu kitaplar sözde “öteki dünya” için bu dünyadaki bireylere nasıl olunması gerektiği ve insan ilişkilerini nasıl örgütlemesi gerektiğini; açıkçası nasıl bir insanlık topluluğu yapılması gerektiğini “farz” kılar, bu bir “tanrı buyruğudur”!
Kuran bir “anayasadır”. Bir topluluğun ekonomik ilişkilerinden, sosyal ilişkilerine, ceza sisteminden, cinsel ilişkilerine kadar toplumun nasıl yaşaması gerektiği, bireylerin nasıl davranması gerektiğine dair “Allah’ın emirleridir”. Şayet bu emirlere uyulmadığı taktirde, inanan kişiler “Allah tarafından cezalandırılacaklarını” bilirler! İslam temelli bir toplum isteyenler için Kuran bir “vicdan özgürlüğü” değil, varılması gereken bir “kutlu davadır”.
Çelişkinin diğer bir boyutu ise, -her ne kadar bunu uygulamak isteyen köktenci fanatik gruplar çok az olmasalar da- bundan 2 bin yıl önce alınan kararların ve izlenen pratiklerin bugüne harfi harfine uygulanamaz oluşlarıdır. Bu hem insanların 2 bin yıl önceki gibi, karşılaştıkları her doğa olayını ya da anlayamadıkları her sorunu “tanrının kudretine” yormamalarıyla -yani 2 bin yıl önceki aynı bilinç seviyelerinde olmamaları ile- hem de yaşadığımız toplumun yükselen küreselleşmiş kapitalist-emperyalist üretim ilişkileriyle ilişkilidir. BA’nın söylediği üzere “İnsanlar sistemler halinde örgütlenmiş toplumlarda yaşarlar. Bunlar, insanların temel ihtiyaçlarını karşılamak ve gelecek nesilleri sağlamak için birbirleriyle ve doğanın geri kalanıyla etkileşim biçimlerine dayanan sistemlerdir. Bu sistemlerin, herhangi bir bireyin veya insan grubunun hatta bu sistemlerde egemen konumu işgal edenlerin iradesinden bağımsız belirli temel ilişkileri ve işleyiş biçimleri vardır.”[i]
Kapitalist üretim ilişkilerini sürdürmek ve güçlendirmek üzere bir sisteme aday olunduğunda, üst yapıda bu sömürü ve baskı ilişkilerini sürekliliğini sağlayan, ilerleten ve “meşruluk” kazandıran iktidar, siyasal, kültürel ve ideolojik olarak toplumsal ilişkilere sürekli ve sürekli müdahale eder. “Mevcut ekonomik temeli (üretim biçimini) ve buna tekabül eden toplumsal ilişkileri sürdüren ve uygulayan alan üst yapıdır. Bu nedenle, toplumun tamamının nasıl işleyebileceği ve işlemesi gerektiğine ilişkin şartları ve sınırları belirleyen her ne kadar toplumun ekonomik temeli olsa da, özellikle siyasal iktidarın egemenliği, toplumun yönünün ve özellikle toplumu kökten dönüştürme potansiyelinin belirlendiği ve çözüldüğü yer üstyapı alanındadır.”[ii]
“İslami Anayasa” Talebi Gündem Değiştirmek İçin Değil, Esas Gündemlerini Dayatmak İçindir!
İslamcı hakim sınıflarının önemli bir kısmı üretim ilişkilerini daha istikralı sürdürebilmek için üst yapısal alanda dinin “hegemonya” olduğu bir toplumu öngörmektedirler. Bunu ise Kuran anayasası ile harfi harfine yapamadıklarında, Kuran’ın temel alan bir anayasaya göre yapma yoluna koyulurlar. Onların istediği toplum budur! Onlar, insanların Kuran ile terbiye edilmiş, kültürel ve düşünceler alanında Kuran’ın hakim olduğu bir toplum idealiyle, İslamcı ve Türkçü bir toplum istemektedirler. Onlar sadece “İslam’ın son semavi din” olmasından ötürü değil aynı zamanda “Türk kültürüne en yakın din” ve hatta “Türkler ile birlikte dünyaya açılan din” olarak gördükleri için, böylesi bir toplum istemektedir!
AKP-MHP hükümetinin hem uluslararası kredibilitesinin zayıfladığı, Suriye’den Kafkaslara, Kırım’dan Libya’ya kadar yaptığı “neo-Osmanlıcı” hamleler sonucunda hem bölgesel çelişkileri kızıştırması hem kendisine yeni zorluklar yaratması, yalnızlaşmasına neden olmuştur. Buna paralel olarak Türkiye’nin 2016’dan beri içinde bulunduğu ekonomik krizin derinleşmesi, nüfusun çoğunluğunun asgari ücretle geçinmesi, geniş kesimleri etkileyen bir durum olarak halkın alım gücünün belirgin şekilde düşmesi ve kredi borçlarına dayalı bir “tüketimin” gerçekleşmesi de rejimin güçlü zorluklarıdır.
Gerici rejim tam da bu çelişkilere cevap verebilmek için toplumu İslamcı-Türkçü temelde polarize etmekte, “Müslüman olanlar” “Müslüman olmayanlar” ayrımını daha derinden çizmekte ve kendi güçlerini konsolide etmek istemektedir. Bu bir “gündem değiştirme” meselesi değildir! Bilakis rejimin toplumu götürmek istediği yere, İslamcı-Türkçü faşist bir toplum emeline dayalı yapılmaktadır. AKP-MHP tüm yaşadığı zorlukları, topluma bu emeli yani, “Müslüman Ülke Türkiye’nin” İslami anayasasını değişmemek üzere kabul ettirerek varacaklarını düşünüyorlar. Böylece hem kendi saflarındaki bölünmeleri engellemeyi ve konsolidasyonlarını güçlendirmeyi, hem de muhalif kesimlerden gelen saldırılara daha etkili karşılık vereceklerini düşünüyorlar.
“İslami anayasa” tartışmalarını “ekonomik krizi kapatmak için yapıyorlar” kolaycılığına ve üstünkörülüğüne bırakmak hatalı olduğu kadar ahmakçadır da. Şüphesiz hakim sınıflar, ezilen kitlelerin yoğunlaşan ekonomik kriz karşısındaki memnuniyetsizliklerini “ideolojik araçlarla” bastırmak isterler ve bunu yapmaktan asla çekinmezler. Fakat bu basit bir “numara” değildir, toplumu şekillendirmenin ve yeniden şekillendirmenin bir parçasıdır. “Numara” diye ifade edilen İslam Anayasası tartışması, İslamcı-Türkçü ideolojinin etkisi altındaki kitleleri hareket geçirmekte ve gerçi kutuplaşmayı daha derinden karmaktadır. Toplumun bu temelde polarize edilmesinin olası sonuçları hiç de “numara” değildir. Zira onların öngördüğü ve arzuladığı toplum, kapitalist üretim ilişkilerini, sömürü ve baskıyı “Ortaçağ” ideolojisiyle düzenleyen, ırkçı, faşist anti-bilimsel dünya görüşleri; başta kadınlar ve LGBTQ bireyler olmak üzere, ezilen Kürt ulusu ve azınlık inançlar üzerinden sonu gelmez acılara neden olacak, göçmenlerin şeytanileştirilmesi hız kazanacak, insanlığı ve birçok canlı türünün varoluşsal sonunu hazırlayan çevresel bir felakete doğru sürükleyen iklim krizini daha da güçlendirecektir.
Sonuç olarak, anayasa tartışmalarının göbeğinde yatan mesele, hakim sınıf kliklerinin günümüz dünyasında (kapitalist-emperyalist dünya) nasıl bir Türkiye (nasıl bir rejim) istedikleri üzerine bir tartışmadır. Egemen olan İslamcı-Türkçü kliğin “İslami anayasa” önermesi “numara” olmadığı gibi, muhalif klikler içerisinde yürüyen “parlamenter sistem” tartışmaları da sadece bir “karşı cephenin” kurulması meselesi değildir. Muhalif cephenin (hali hazırda 6 siyasi partinin) birlikte adım atmaları ve “yönetim sistemi” üzerine tartışmaları, “demokrasi” referansları orta sınıfları, sol kitleleri ve Kürt ulusunu kendi güdümüne çekme kaygısı olmakla birlikte, yine bu klikler içerisinde de “liberal demokratik” referanslara nispeten bağlı olan güçlerin de olduğu akıllarda tutulmalıdır.
Göz önünde bulundurulması gereken temel husus, tüm bu çelişkilerin ve çelişkilerin hareket halinde oluşlarının -değişim halinde oluşlarının- dünya arenasına bağlı olarak vuku bulduğu gerçeğidir. Yakın tarihte Taliban’ın Afganistan’daki teokratik-faşist rejiminin ilanı, dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Türkiye’deki İslamcılara güç ve “aynısını yapma arzusu” vermekle birlikte, Türkiye’nin Batı’yla, Rusya’yla ve bölge devletleriyle olan zorlukları hakim sınıfları yeni yollar aramaya itmektedir. Çelişkinin diğer ucu ise İslamcı-Türkçü faşist kliklerin rejimlerini sürekliliğini sağlamak ve konsolide etmek için daha tehlikeli hamleler yapması, onların rejiminin parçalanmasına ve bu klikten bazı güçlerin diğer “muhalif” kampa geçmesine de vesile olabilir. İbrahim Kaypakkaya’nın da dediği üzere:
“Komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları [iii] elbette sadece değişmez ve dondurulmuş iki siyasi kamptan oluşmamıştır. Bu defa, bu kampların birinden diğerine geçiş daima mümkündür ve öyle de olmaktadır. Öte yandan her kamp kendi içinde de mütecanis (homojen) değildir. Gericiler bir yığın çelişkilerle paramparça olmuşlardır. Ve bu parçaların her biri diğerinin gözünü oymaya hazırdır. Fakat, nispeten birbirine yakın menfaati olanlar, daha derin menfaat çelişkileriyle ayrıldıkları parçalar karşısında birleşmektedirler. İşte, gerici siyasi kamplar böyle teşekkül etmektedir.” [iv]
Dipnotlar:
[i] https://yenikomunizm.com/dunya-neden-boylesine-berbat-durumda-ve-bunu-radikal-olarak-degistirmek-icin-ne-yapilabilir-temel-bir-bilimsel-anlayis/
[ii] https://yenikomunizm.com/dunya-neden-boylesine-berbat-durumda-ve-bunu-radikal-olarak-degistirmek-icin-ne-yapilabilir-temel-bir-bilimsel-anlayis/
[iii] Burada açıkça belirtmek gerekir ki, bugün Türkiye/Kuzey Kürdistan’da “toprak ağaları” sınıfı yoktur. O yüzden burada dikkat edilmesi gereken husus yoldaş Kaypakkaya’nın izlemiş olduğu bilimsel yöntemdir.
[iv] İbrahim Kaypakkaya, Nisan Yayınları, Sf 383
Add comment