Son zamanlarda hakim sınıf saflarında sular durulmuyor. Türkiye’nin uluslararası alanda yaşadığı zorluklar; Libya’da ve Akdeniz’deki sıkışıklık, ABD ile S-400’ler üzerinden yürüyen gerginlik, AB’nin Türkiye’ye yaptırımlar raddesine gelmesi gibi ve bunlarla beraber kendi içerisinde yaşadığı zorluklar; iki miadı dolmuşlar çelişkisine bağlı olarak patlama noktasına ulaşan kadın sorunu, Kürt ulusu üzerinde baskıların yoğunlaşması, halihazırdaki ekonomik krizin derinleşmesi ve ülkede istihdam edilen emek gücünün %52’sinin yoksulluk sınırı altında çalışması; bütün bunlar kitleleri açık olarak AKP-MHP ortaklığını ve rejimi sorgular hale getirmiştir.
Kanal İstanbul projesi bağlamında Montrö Antlaşması için 126 emekli diplomattan sonra 104 emekli amiralin açıklama yapması, hakim sınıflar arasındaki yarıkların derinliğini göstermektedir. Amirallerle birlikte devam eden tartışma, gerek Kanal İstanbul gerekse de Montrö Antlaşması üzerinden rejimin işleyişi ve niteliği üzerine tartışma yürütmektedir.
AKP’nin “Lütuf” Arama Arzusu
İktidar cephesinden “gece yarısı” yayınlanan bildiri için sert tepkiler zaman kaybedilmeksizin geldi. Devlet Bahçeli “103 vesayetçi amiralin imzasıyla yayımlanan bildirinin arkası ve önü kararlılıkla araştırılmalı, bu rezaletin içinde kimlerin olduğu tevsik ve tespit edilmelidir” diye koçbaşı rolünü oynamaya devam etti. Ardından Yargıtay savcısı tarafından “Devletin Güvenliğine ve Anayasal Düzene Karşı Suç İşlemek için Anlaşma” suçundan soruşturma açıldı ve 10 amiral gözaltına alındı. Erdoğan ise “Bu eylem kesinlikle art niyetli bir girişimdir…Bu tür ifadeler dünyanın her yerinde demokrasi, hukuk devleti, milli iradenin üstünlüğüne saldırı olarak kabul edilir” çıkışında bulundu.
Yukarıda aktardığımız mesajlar “yönetenlerin” sıradan bir itiraza yönelik olağan bir karşı çıkışı değildir. 2016 darbe girişimini “Allah’ın bir lütfu” olarak gören Erdoğan, faşist İslamcı Türkçü rejimini konsolide etmek için hem AKP içerisinde yeniden bir yapılanmaya gitmiş hem de “darbecilere karşı mücadele” altında tüm ilericilere ve hatta hakim sınıflar içerisinde dahi, ona muhalefet olanları sindirme yoluna gitmiştir.
AKP, Milli Görüş’ten beri “mağduriyet” rolünden maksimum bir şekilde faydalanabilmiştir. Geçmişte üniversitelerde yürüyen başörtüsü yasağı üzerinden hem inanan insanların hem de “demokratik hakları” savunan toplumun geri kalanının desteğini almıştır. AKP sadece “muhalifken” de değil, tüm iktidarı boyunca bu mağduriyet tablosundan faydalanmaya çalışmış, hatta ilericileri, Kürt ulusunu ve hakim sınıfların diğer kanatlarını bastırırken bile, “mağdur” olduklarını “haksızlığa” uğradıklarını dillerinden düşürmemişlerdir.
Hâkim Sınıflar Arasındaki Çatışma Neyi İfade Ediyor?
Gerek amirallerin bildirisi ve onu dolaylı olarak destekleyen hakim sınıflar gerekse AKP’nin ve ortaklarının açıklamalarında ortaya çıkan tablonun sadece bir “Kanal İstanbul” projesine olan “rahatsızlık” olarak nitelendirilmemesi gerekir.
Amiraller açıklamasında “TSK’nin, anayasanın değişmez, değiştirilmesi teklif edilemez temel değerlerini titizlikle sürdürmesi zaruretidir…Türk Milletinin bağrından çıkan şanlı bir geçmişe sahip, Ana ve Mavi Vatan’ın koruyucusu Deniz Kuvvetleri Komutanlığı personelinin Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda yetiştirilmesi elzemdir” demektedirler. Yine başka bir bildirge olan Deniz Aslanları Bildirgesi’nde de “Mustafa Kemal’in ilke ve devrimleri” vurgusuyla, TC’nin kurucu unsurlarına gönderme yapılmaktadır.
Her iki bildirgede atıfta bulunulan “Mustafa Kemal’in ilke ve devrimleri” Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin rejiminin niteliği üzerine vurgu yapmaktadır. İktidardaki yönetici sınıflar her ne kadar son zamanlarda “Gazi Mustafa Kemal” vurguları yaparak ve hatta “Montrö’ye bağlılığımızı sürdürüyoruz” diyerek hakim sınıflar arasındaki çelişkinin dozajını hafifletmeye çalışmakta olsalar dahi toplumun çeşitli kesimlerinde boy veren ve daha da derinleşen hoşnutsuzluk, bir sınıf aracı olarak devletin nasıl yönetileceğine -rejimine- dair tartışmaları da derinleştirmektedir.
Sonuç Olarak
Uzun zamandır toplumun derin ve geniş kesimlerinde bir yıpranmışlık söz konusudur. Daha fazla insan, kadınlar, gençler ve de özellikle genç kadınlar, rejimin baskıcı uygulamalarını ve yapısını artan oranda sorgulamaktadır. Hakim sınıfların “muhalif” kesimleri hem bu potansiyelin olası bir sistem karşıtlığı temeline kaymasını önlemek hem de devletin “kurucu unsuru” olan Kemalizm’in, yeni koşullar altında ve yeniden “toplumu bir arada tutan tutkal” olmasını istemektedirler. Mevcut kutuplaşma -bir yanda eski gerici rejimin “yeni” temsilcileri Kemalistler, diğer tarafta ise İslamcı Türkçü faşist rejim- iki gerici klik arasında halkı bir “seçim” yapmaya zorlamaktadır.
Toplumu bir arada tutan ideolojik tutkalın sorgulanması ve bunun neden olduğunu daha derinden anlamak önemlidir. Bununla birlikte “ideolojik tutkalın” artık eskisi gibi tutmaması, otomatik olarak “daha iyinin” gerçekleşmesini de sağlamayacaktır. BA’nın da söylediği “muslukları açıp kapatan bir ‘yönetici sınıflar komitesi’nin” olmadığını anlamak gerekir. “Yönetici sınıf içerisinde ve geniş anlamıyla toplum içinde yıpranmakta olan farklı güçler vardır ve bu durum, var olan haliyle ve çokça mücadele yoluyla yeniden şekillendirmek istedikleri haliyle merkezin uyumu üzerinde muazzam bir basınç oluşturmaktadır. Bunu yapmaya çalışan tek tip bir grup yoktur, ancak mücadele yoluyla bir merkezi ve bir yönetici konsensüsü yeniden şekillendirme girişimi mevcuttur ve bu, büyük altüst oluş potansiyeli taşıyan bu büyük geçiş dönemi bağlamında gerçekleşmektedir.” [i]
Dipnot:
[i] Bob Avakian, Merkez Onu Tutabilir mi? https://yenikomunizm.com/merkez-onu-tutabilir-mi/