Tarihçiler ve sosyologlar arasında Ermeni Soykırımının gelmekte olup olmadığı, bunun temellerinin var olup olmadığı arasında bir tartışma söz konusu olsa da mutabık olunan nokta şudur ki 24 Nisan 1915 tarihi her şeyin resmi olarak başladığı tarihtir. Dönemin Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) Talat Paşa’nın emriyle aralarında Krikor Zohrab, Gomidas Vartabed gibi tanınan figürlerin de olduğu İstanbul’da bulunan 2234 aydın ve siyasi figür tutuklanarak Ankara’da bulunan iki farklı merkeze götürüldü. Bu tarih daha sonra Ermeni Soykırımı’nın başlangıç ve anma günü olarak kayıtlara geçecekti.
Soykırım
Bir mefhum olarak soykırım kelimesi tıpkı Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı gibi Türkiye ‘’sosyalist’’ hareketlerinin bütününde turnusol kağıdı işlevi görür. Bu son tahlilde hakim ulus şovenizmine düşüp düşmemenin meselesidir, ırkçı resmi tarihi kabul edip etmeme ve Türkiye’de faşizmin kutsal sentezi olan Türkçü/İslamcı ideolojiye karşı çıkabilme meselesidir. Bilinen bir gerçektir ki bugün Türkiye’de ilerici, solcu hatta bazen devrimci olarak tanımladığımız kişiler dahi bir ‘’soykırım inkarcılığına’’ girişebilmekte, yeri geldiğinde bu cani suçu normalleştirmeye, meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar; dolayısıyla Ermeni Soykırımı aslında bir inkarın da tarihidir. Bu sadece 1915-1917 yılları arasında bir milyonu aşkın Ermeni’nin öldürülmesi değil, bu caniliğin yıllar boyunca asimilasyon ve inkar ve ulusal baskıyla tahkim edilmesi; gündelik hayatta her gün tekrar tekrar yaratılması meselesidir. Nitekim çöken İmparatorluğun üzerinden faşist bir diktatörlük inşa eden Kemalist rejim daha sonra Türkiye/Kürdistan coğrafyasının üzerine bir karabasan gibi çöken resmi mitin, ulusal kimliğin inşasına başlar. İbrahim Kaypakkaya’nın bu resmi mitin yaratılmasına dair yıllar önce yaptığı tespit şu şekildedir:
‘’Kemalist diktatörlük, Türk şovenizmini körüklemeye girişti. Tarihi yeni baştan kaleme alarak, bütün milletlerin Türklerden türediği şeklinde ırkçı ve faşist teoriyi piyasaya sürdü. Diğer azınlık milliyetlerin tarihini, kitaplardan tamamen sildi. Bütün dillerin Türkçeden doğduğu şeklindeki Güneş Dil Teorisi safsatasını yaydı. “Bir Türk dünyaya bedeldir ”, “Ne mutlu Türküm diyene” cinsinden şovenist sloganları ülkenin her köşesine, okullara, dairelere, her yere soktu.’’ [i]
Bu noktada şunu es geçmemek gerekiyor, aslında soykırım dediğimizde bunu sadece Birleşmiş Milletler’in ‘’ulusal, etnik, ırksal, veya dinsel bir grubu kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla yapılan’’ bir tanımlaması değil de buna ek olarak asimilasyon ve gündelik hayatta her alanda yaratılan hakim ulus şovenizminin mitleri ile sürdürülen eylemler bütünü olarak almamız gerekiyor. [ii]
Soykırıma Giden Yoldan Türkçü/İslamcı Faşizme Uzanan Süreç
1.5 milyon Ermeni’nin sistematik bir şekilde katledilmesi süreci, iç içe geçmiş birden fazla siyasetin ve ideolojinin pratiğe dökülmesidir. Mevcut gerici rejimin dizilerini dahi yaparak her fırsatta kendisini parlatmaya çalıştığı Abdülhamit dönemi, dağılmakta olan bir İmparatorluğun ‘’ümmete dönüş’’ adı altında yaşadığı son çırpınışları içerir. 1890’lı yıllardan 1909 Adana pogromuna kadar Müslümanların muvaffak ulusu oluşturmasının tahkim edilmesi adına 1878 Berlin Konferansının da korkusuyla sayıları yüz binleri bulan Ermeni yerlerinden edilerek katledildi.
Abdülhamit sonrası dönemde ise ‘’ümmete dönüşün’’ aksine İttihat ve Terakki önderliğinde ulus-devletleşme sürecinin temelleri atılacaktır, ancak bu meseleye bütünüyle ideolojik temelde yaklaşmak hata olacaktır. İttihat ve Terakki ile başlayan bir ulus-devletleşme sürecinin Cumhuriyet süreci ile devam ettirildiği, bunun neticesinde çeşitli pogromlar ve katliamların; asimilasyon projeleriyle birleştirilerek azınlık halklarına dayatıldığı doğrudur. Nitekim dediğimiz gibi bu salt bir ideolojik tutkal olmanın ötesinde ekonomik temelleri olan siyasalardır. Bu noktada bir kez daha İbrahim Kaypakkaya’dan bir alıntı yapmakta fayda vardır:
‘’Türk burjuvazisinin önce İttihat ve Terakki Cemiyeti etrafında toplandığını, bu sınıfın subaylar ve asilzadelerle birlikte 1908 Jön Türk devrimine önderlik ettiğini biliyoruz. İttihat ve Terakki Cemiyeti iktidar makamına oturduktan sonra, dünya şartlarının ve Türkiye’nin tasfiye edilemeyen yan-sömürge yapısının zorlamasıyla İttihat ve Terakkiciler, Alman emperyalizmi ile işbirliğine giriştiler. Bir yandan burjuvazinin bir kanadı hızla büyüdü, palazlandı, Türk büyük burjuvazisini oluşturdu; öte yandan Abdülhamit zamanından beri mevcut olan genellikle azınlık milliyetlere mensup komprador burjuvazi varlığını devam ettiriyordu.’’ [iii]
Nitekim İttihat ve Terakki’nin toplumsal projesinin ekonomik temellerini anlamak ve devam eden süreci bu temelde anlamak, akabinde konsolide olan hakim ulus ideolojisinin gördüğü tutkal işlevini anlamak elzemdir, aksi yönde yapılacak bir okuma bizleri meselenin altyapı-üstyapı ilişkileri temelinde ele alınmasından da uzaklaştıracaktır. Devam edelim, Abdülhamit döneminden kalan azınlık milliyetlerin komprador burjuvazisi burada temel bir çelişkiyi keskinleştirmektedir; ulus-devlet olarak devam etmek isteyen İttihat ve Terakki ve devamında Kemalist rejim için bu durum büyük anlamda zorlayıcı ve acil olarak çözüme kavuşturulması gereken bir çelişki olarak varlığını sürdürecektir. Velhasıl Cumhuriyet’e geçişte sistematik pogromlar, zorunlu göçler ve tabii ki soykırım ile sürdürülen bu süreç devamında:
‘’İttihat ve Terakki döneminde olduğu gibi, Cumhuriyet döneminde de, Kurtuluş Savaşı’na katılan orta burjuvazinin bir kesimi, ele geçirdiği devlet gücünü, zenginleşmek için bir kaldıraç gibi kullanarak, devlet tekellerini yaratıp bunları kendi hizmetine koşarak, emperyalizmle işbirliğine girişerek, onların yatırımlarına ortak olarak hükümet makamlarını, yüksek memuriyetleri de hizmetine sokarak, devlet bankalarından aldıkları kredilerle, rüşvetlerle, vurgunlarla şişerek, Türkiye’yi terk eden ve katledilen Ermeni ve Rum kapitalistlerinin mallarına, mülklerine el koyarak iyice zenginleştiler, milli karakterdeki orta burjuvazinin diğer kesimlerinden koptular.’’ [iv]
Ancak zannedilmemelidir ki bütün bu gasp azınlık milliyetleri üzerindeki baskı ve şovenizmi bitirmiştir bilmukabele İttihat ve Terraki’nin savunduğu ve Cumhuriyet’in kurulmasını takip eden süreçte Kemalist rejimin ardından da kademeli bir şekilde devam ettirilmiş, hem Anadolu’da hem Kürdistan’da, hem de Türkiye’nin pek çok farklı yerlerinde azınlıklara karşı pogromlar ve saldırılar devam ettirilmiştir. Vakıa, yazımızın başında da belirttiğimiz üzere soykırım sadece eylemin kendisi değildir. Soykırımın hayaleti, Erdoğan’ın temsil ettiği Türkçü/İslamcı faşist rejimin muhtevasını oluşturan tutkallardan bir tanesidir, filvaki; bunu her fırsatta toplumu faşizan bir temelde kutuplaştırmak ve böylece kendi rejimlerinin söylemini tekrar tekrar üretmekte ve bunu pratiğe en gerici şekilde geçirmekte kullanmaktadırlar. Hrant Dink’in katledilmesinden Dağlık Karabağ meselesinde Türkiye içerisinde varlık mücadelesi veren Ermeni halkına karşı girişilen gadre uğratma eylemlerine kadar soykırımın hayaleti bütün ülkenin, hatta bütün bir coğrafyanın üzerinde gezinmektedir.
Faşizme, Soykırım İnkarcılarına ve En Temelinde Bu Sisteme Karşı Mücadele Yürütmek
Soykırım inkarcılığı Türk hakim sınıflarının uzlaşı sağladıkları ve hem diplomatik hem de akademik alanda yürüttükleri mücadelenin çok önemli bir parçasıdır. Gerek İslamcı burjuvazi gerekse de Kemalist burjuvazi soykırımı inkar etmekten, yurtdışında bunun için think-tankler oluşturmaktan, bilim-karşıtı tezlerle kitleleri manipüle etmekten geri kalmazlar. İnkarcı kutbun başını çeken isimlerden birisi de azılı bir faşist olan Doğu Perinçek ve Kemalist burjuvazinin kalemli tetikçiliğini yapan Sözcü gazetesidir. Bunlar her yıl 24 Nisan’da ‘’sözde Ermeni Soykırımı’’ diyerek haber yapmaktan, broşürler hazırlamaktan ve TV kanallarında soykırımın ne kadar büyük bir yalan olduğunu söylemekten geri kalmazlar.
Bugün faşizme karşı yürüttüğümüz ve kararlılıkla sürdürmemiz gereken mücadele kitleleri bu negatif kutuplaştırmadan çıkarmaktan ve soykırım inkarcılığı da dahil olmak üzere bütün bilim-karşıtı düşüncelere karşı sistematik siyasi/ideolojik mücadele vermekten ve bu temelde gerçek bir devrim hareketi inşa etmekten geçer. Vakıa, unutulmaması gereken hakikat faşizmin kendiliğinden gelişen bir rejim biçimi olmadığı, aksine temellerini tamamen bu sistemden aldığı ve kapitalizmin geçmiş baskıcı sistemlerden miras aldığı bütün gericilikleri de ısrarla devam ettirmekte ve bazı hususlarıyla ilerletmekte faşizmi baskın bir çözümleyici olarak kullanmaktan geri kalmadığıdır. Kapitalist-emperyalist sistem varlığını sürdürdükçe faşizm ve bilim karşıtı düşünce biçimleri toplum içerisinde varlıklarını korumaya, hatta kimi zaman Türkiye’de, Hindistan’da olduğu gibi baskın ideoloji olarak kendisini göstermeye devam edeceklerdir.
Azınlık milliyetlere ve ulusal meseleye gelecek olursak, bu mesele başlı başına bir dosya konusudur. Ancak şunu belirtmekte fayda vardır ki; ne Amerikan hakim sınıfları Siyahiler üzerindeki baskı olmadan, ne de Türk hakim sınıfları Kürt halkı üzerinde baskı olmadan yapamazlar. Ulusal sorun bu sisteme içkindir ve bu sistem altında yapılacak reformlarla çözüme kavuşturulabilecek bir mesele değildir. Holokost için kullanılan yaygın slogan ‘’Bir Daha Asla!’’ diyebilmenin, bütün azınlık milliyetlerin uğratıldıkları gadre bir daha asla diyebilmenin temeli bu sistemi komünist bir toplum yolunda gerçek bir devrim hareketi ile alaşağı etmekten geçer!
Dipnotlar:
[i] Kaypakkaya, İbrahim. İbrahim Kaypakkaya Bütün Eserleri. 7th ed. Nisan Yayıncılık, 2016.
[ii] Birleşmiş Milletlerin söz konusu sözleşmesi 1948 tarihli olmakla beraber kelimeyi ilk kez kavramsallaştıran kişi Raphael Lemkin’dir. Lemkin 1921 yılında Talat Paşa’nın Berlin’de öldürülmesi üzerine kitlesel suçlara olan ilgisi paklanan Lemkin özellikle Malta Yargılamalarında Ermeni Soykırım suçlularının beraat etmesi üzerine uluslararası hukukta böylesine kitlesel bir suçun muadili bir kanun bulunmadığını fark etti. O noktadan sonra da çalışmalarını bu alana yönlendirerek soykırım kelimesini kavramsallaştırır. Lemkin daha sonra uzun yıllar mücadele vererek nihayet 1948 yılında Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ni BM’ye sundu ve Sözleşme kabul edildi. Lemkin soykırım suçunun örnekleri olarak Ermeni Soykırımını, Holokost’u ve Batı emperyalistlerinin sömürgecilik dönemindeki suçlarını göstermiştir. Yine Lemkin için belirli bir grubun hedef alınması ve imhasının amaçlanması dahi soykırım suçunu teşkil etmektedir.
[iii] Kaypakkaya, İbrahim. İbrahim Kaypakkaya Bütün Eserleri. 7th ed. Nisan Yayıncılık, 2016.
[iv] A.g.e
Add comment