Yeni Komünizm

Yeni Ortadoğu Koşullarında “Barış” Görüşmeleri ve Kürt Sorunu Üzerine

image_pdfimage_print

Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim’de, Mecliste yaptığı, “tecriti kaldırılırsa, gelsin DEM Parti grup toplantısında konuşsun, terörün bittiğini, örgütün lağvedildiğini ilan etsin” açıklamasından bu yana, herkesin gözü İmralı’daki trafiğe kenetlenmiş durumdaydı. Ve beklenilen açıklama geldi. Abdullah Öcalan, İmralı Heyeti aracılığıyla silahın bırakılmasını ve PKK’nin feshedilmesi çağrısında bulundu. Devrimci komünistler olarak bu sürecin nasıl evrimleştiği ve önümüzdeki dönem parametrelerini belirleyecek olan olası siyasi yönelimlerin ne olduğu üzerine durmak istiyoruz.

 

“Yeni Dünya Düzeni” koşullarında Kürt Hareketi

PKK 1978’de kuruldu. Kurulduğu yıllarda her ne kadar iki büyük sosyalist devlette -Sovyetler ve Çin- kapitalist restorasyon gerçekleşmiş olsa bile, dünya çapında ezilen halk kitleleri içerisinde devrimci komünizmin etkisi hala önemli bir düzeydeydi. PKK’de bu siyasi iklimden etkilenmiş, ulusal devrimci bir programla, “bağımsız, sosyalist Kürdistan” mottosuyla hareket etmişti. PKK bir yandan gerici faşist devlete büyük darbeler indiriyor diğer yandan ise ezilen Kürt köylüleri içerisinde taban buluyordu. Köylü kitlelere yaslanması durumu PKK’ye kerhen anti-feodal bir nitelik de veriyordu. Bölgede hem feodalizm altında inliyen hem de ağır Türk şovenizmine maruz kalan yüz binlerce insan, PKK’nin izlediği siyasi çizgiye sempati duymaya başladı. 1980 darbesinden sonra hakim sınıfların sol ve sosyalist güçler üzerindeki acımasız baskısı ve komünistlerde yaşanan derin ideolojik kriz ve önderlik sorunu sonucunda zayıflama/çözülmenin yaşanması PKK’nin Kürdistan’ın her bir yanında örgütlü bir güce dönüşmesine de vesile oldu.

 

1990’larda Sovyet emperyalizminin çözülüşü, “yeni dünya düzeni” ile dünya çapında anti-komünizmin yükselişi ve “küreselleşmenin” sağladığı postmodern dünya “okumalarının” yoğun bombardımanı, kimlik siyasetinin bireyi merkeze koyan “kurtuluşun” ön plana çıkması, zaten 1980 darbesinde zayıflamış ve marjinalize olmuş devrimci ilerici güçlere yönelik daha negatif bir saldırı dalgasını da başlatmış oldu. Dünyada olduğu gibi Türkiye Kuzey Kürdistan’da da birçok devrimci yapı çözüldü ve ezici bir çoğunluğu varlığını yitirdi ya da başka bir şeye dönüştü. PKK’de bu yeni dünya koşullarında, ulusal pragmatik dünya görüşünün götürdüğü yere gitti. Revizyonist Sovyet hayranı olan Öcalan çizgisi -kendisi Gorbaçov’a güzellemeler yapmakla gayet meşhurdur-, “reel sosyalizm çöktü” tespitleriyle, sosyalizmin bir “totalitarizm” olduğu, “kapitalist modernitenin çocuğu” olduğu ve dolayısıyla kapitalizmle aynı şey olduğu bilindik anti-komünist tezleri kendine referans edindi. PKK, tek kutuplu kapitalist-emperyalist dünya sistemi koşullarında, emperyalistler arası ve yerel gericilikler arası çelişkilerden faydalanma biçiminde, Kürt ulusunun temel demokratik haklarını arama çizgisine çekildi. 1993’de TC’ye yönelik ateşkeste bulundu, barış görüşmelerini talep etti. Fakat istediği olmadı aksine Türk Devleti, tarihine ve yapısına içkin olan Kürtlerin bastırılması ve ezilmesi şovenist siyasetine devam etti. 1999’da uluslararası bir komplo ile Öcalan tutsak edildi. Türk devleti böylece bir dekapitasyon ile, PKK hareketinin destabilize olması ve Kürt halkının yeninden bastırılmasını gerçekleştirmek istedi.

 

Öcalan’ın yakalanması sonrasında PKK defalarca tek taraflı ateşkes ilan etti lakin Türk Devleti elindeki avantaja yaslanarak -Öcalan’ın tutsaklığı- PKK gerillalarına yönelik, kimyasal silahlar dahil her türlü silahı kullanarak acımasız katliamlarına devam etti. 2003’de Irak’ın işgali ve ABD güçlerinin fiili olarak Kürdistan da yer alması durumu, Kürt hareketinin Batılı güçlere karşı “ılımlı” gözükmesi çizgisini daha da güçlendirdi. Hatta bu döneme damgasını vuran -sonradan PKK tarafından yarım ağızlı özeleştiri verilmişti- “demokratik sömürgecilik” teziyle, “Türkiye’nin sömürgesi olacağımıza, ABD sömürgesi olalım” “parlak” fikirleri savunuldu. PKK, ABD’nin Irak işgalinden sonraki bölgedeki artan varlığı ve Rus emperyalizmiyle -ve onun ittifak gücü olan Direniş Ekseni- ile olan çelişkilerine daha fazla oynamak istediyse de Türk Devleti’nin bir NATO gücü olması, NATO’nun en büyük ikinci ordusu olması ve ABD’nin Türkiye ile olan köklü ilişkileri nedeniyle PKK bu dönemde “karlı ittifak unsuru” olarak görülmedi. Fakat hem Türkiye’deki rejim değişikliği ve Erdoğan’ın batı ile olan çelişkilerinin giderek kızışması hem de 2011 sonrasında, Arap Baharı sonrasında, Ortadoğu’da çihatçı İslamcı güçlerin ana aktörler arasında sahaya çıkması, PKK’nin Batı ile olan ilişkilerinin daha fazla güçlenmesine ve bir “partner” olarak öne çıkmasına zemin sundu.

 

Özetle, PKK’nin başını çektiği Kürt hareketi Sovyetlerin çözülmesinden sonra ortaya çıkan dünya koşullarında, ulusal pragmatik çizgisine uygun olarak, her çıkan yeni durum karşısında yeni taleplerle ortaya çıkmış ve karşı karşıya olduğu zorunluluklara ulusal pragmatik çizgisi temelinde cevap vermeye çalışmış ve bu temelde bir evrime tabi olmuştur. Burada anlaşılması gereken, PKK’nin sadece objektif koşullar nedeniyle böylesi bir sonuca sürüklendiği değildir. PKK’nin ulusal pragmatik -amaç araçları belirler bakışı açısı- düşünce tarzıyla, koşulların üst üste denk gelmesi (superposition) sonucunda bu çizgi evrimleşmiştir.

 

“Barış Süreci”ni ortaya çıkaran koşullar üzerine

2011’de Arap Baharı’nın etkilerinin oluşturduğu atmosferde İslam Devleti’nin ilanı, bölgede birçok parametrenin değişmesine neden oldu. Cihatçı İslamcılığın küresel olarak tırmanışı, Batılı güçlerle olan çelişkileri, Batı’yı “terörizme karşı savaş” konsepti için, yeni bölgesel güçler bulmaya ve ittifak yapmaya itti. Cihatçılara karşı mücadele, Rus emperyalizmin bölgedeki son kalesi olan Esat rejimin sökülüp atılması ve olası bir askeri müdahale için İran’ın yanlızlaştırılması gibi faktörler, Esat rejiminin zayıflamasıyla birlikte ortaya çıkan PYD/YPG güçlerinin ABD’nin hatırı sayılır bir ittifak ortağı olmasını sağladı. PYD, PKK’nin etkisi ve önderliğinde 2000’li yılların başında kurulan bir siyasi oluşumdur. Her ne kadar ayrı bir siyasi yapılanma olarak son zamanlarda öne çıksa da PKK’nin ideolojik ve siyasi etkisi ve önderliği altındadır -kendi rölatif otonomisine rağmen.

 

Suriye’de 10 yılı aşkın devam eden iç savaş, PYD’nin bir aktör olarak öne çıkmasına ve Batılı emperyalist ve gerici güçler tarafından tanınmasına neden oldu. Bu oldukça çelişkili bir durumdur. Bu emperyalist güçler, Erdoğan’la derinleşen çelişkiler yaşamakla birlikte Türkiye’den vazgeçmek, onu Rus emperyalizminin saflarına itmek istememekte diğer yandan ise bölgede kendi siyasi emellerini sürdürebilmek için PYD’yi olabildiğince desteklemektedir. Türk hakim sınıfları ise, PYD’nin gelişmesini engellemek ve bir çember içerisinde tutabilmek için, Türk devletinin himayesindeki cihatçı İslamcı çeteler ve TSK eliyle YPG’ye operasyonlar gerçekleştirmiştir. Batı Türkiye’yi tam olarak karşısına almamak için bu operasyonlara zımni destek verdi. Bu durum PYD/PKK saflarında daha fazla emperyalist güçlerin desteğine olan ihtiyaç anlayışını güçlendirdi.

 

Hamas’ın önderlik ettiği Aksa Tufanı, 7 Ekim’den sonra, Ortadoğu da yeniden parametreleri değiştirdi. İsrail, bu cihatçı güçlerin insanlık dışı savaş suçlarını bahane ederek -ki İsrail’in savaş suçlarının yanında solda sıfır kalır-, ABD’nin sınırsız yardımı ve Batılı emperyalistlerin desteğiyle Filistin halkına karşı bir soykırıma girişti. İsrail “kendini savunma hakkı” altında, Direniş Ekseni çizgisinde olan tüm güçlere saldırdı. Lübnan’dan İran’a bir çok yere askeri müdahale de bulundu ve ilhak etti. Rusya’nın da son üç yıldır Ukrayna savaşındaki askeri gücünün zayıflamasının etkisiyle ve Direniş Ekseninin İsrail’in ve Batının yeni saldırıları karşısında çok sürdürememesi durumu ve Suriye’deki bazı iç dinamikler -Rejime ve ordusuna olan desteğin azalması, savaşçı güçlerin savaşı sürdürmekte olan kararsızlıkları vb- HTŞ önderliğindeki islamcı koalisyon karşısında Rejimin 10 günde devrilmesine neden oldu. HTŞ geçtiğimiz son bir kaç hafta içerisinde terör listesinden çıkarılmaya emperyalist güçler ve yerel gericilikler tarafından resmi Suriye hükümeti olarak tanınmaya başladı.

 

HTŞ şimdiden kendi başarısını ilan etmiş olsa bile saha oldukça karışıktır. PYD/YPG bölgenin en güçlü silahlı grubu olma özelliğini korumakta ve oldukça geniş bir toplumsal tabanı bulunmaktadır. İsrail’in desteğini alan Dürzi azınlık otonomi ilan etmiştir. İsrail Suriye’yi vurmaya devam etmekte ve Suriye güneyindeki ilhak bölgelerini genişletmektedir. Bu çelişkiler HTŞ’nin koalisyon halindeki güçleri arasında da yeni çelişkilerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Esat gittikten sonra Batılı güçler hemen HTŞ’yi tanımış ve bir devrin bittiğini söylemiş olsalar bile, Suriye adeta bir mayın tarlasıdır ve hiçbir taş yerli yerine oturmuş değildir. Ve açıkça söylemek gerekir ki tüm zorluklarına rağmen, en stabil bölge PYD’nin otonomisinin olduğu yerlerdir ve Batılı güçlere gerekli güveni verebilmektedir.

 

Rejimin hedefleri

Türk hakim sınıfları, Ortadoğu da ortaya çıkan bu yeni koşullarda – İsrail’in bölgesel terör estirerek bölgeyi kendi lehine destabilize etme girişimleri, Direniş Ekseninin parçalanması ve zayıflaması, İran’a yönelik bir savaş ihtimalinin günbegün güçlenmesi, Suriye’de bir türlü konsensüsün kurulamaması- Suriye’de Kürtlere verilebilecek statünün engellenmesi ya da en kötü ihtimalle sınırlanması ve ilerleyen süreçlerde bastırılma ihtimalinin el altında tutulması için “içeride ve dışarıda tek vücut Türkiye” planını devreye sokmuştur. Erdoğan geçtiğimiz Ekim ayında, bu yaklaşımı “iç cepheyi tahkim etmek” olarak nitelendirmişti. PKK ile Türk devleti arasında gerçekleşmekte olan “barış sürecinin” itici gücü de budur. Türk Devleti, diğer uluslararası ve bölgesel gerici güçler gibi Ortadoğu’da neyin nasıl olabileceğini tam olarak görememektedir. Türk hakim sınıfları bölgede daha büyük kapsamlı bir savaşın -örneğin İran’a yönelik-, tüm “güvenlik dengelerini” bozabileceğini bilmektedirler. Bu yüzden Kürtlerin Türkiye hudutları dışında “sınırlandırılması”, hareket kapasitesinin zayıflatılması ve hatta Türkiye’den yana pasif de olsa tavır takınmasına yönelik planlar masada durmaktadır. Özetle Türk hakim sınıfları, PKK’nin ideolojik ve siyasi önderliğinde olan PYD’nin önünün kesilmesi, daraltılması ve koşullar mümkün olduğunda ortadan kaldırılması için bütün unsurları -Türkiye’de PKK ile barış görüşmeleri dahil- harekete geçirmek istemektedirler. Tabii ki dünya arenası ve bölgesel gelişmeler, Kürtlerin sürekli kendi çıkarlarını kovalama durumu bu “isteme” ne kadar ruhsat vereceği sürekli analiz edilmesi gerekmektedir.

 

Sürecin tali de olsa diğer bir belirleyici unsuru ise, AKP’nin toplum nezdinde meşruluğu kaybetmesi ve sürekli erimesi, en son yerel yönetim seçimlerinde yenilgiye uğraması ve bu “erime, güç kaybetme” durumu karşısında, rejimi sürdürebilmek için, Erdoğan’ın önderliğine yaslanması zorunluluğudur. Rejim partileri halk nezdinde erimeye devam ederken Erdoğan’ın hala bir popülaritesi vardır ve dolayısıyla bir sonraki cumhurbaşkanlığı seçimlerini de kazanma ihtimali  bulunmaktadır. Fakat Erdoğan mevcut anayasaya göre tekrar aday olamamaktadır. O yüzden Kürt hareketi ile “eşit yurttaşlık” üzerinden yürütecekleri yeni anayasa tartışması, Erdoğan’ın yeniden aday olabilmesini de gündeme getirebilir.  DEM parti “seçimlerin halk iradesi olduğu ve halk tekrardan Erdoğan’ı seçerse buna yapabilecek bir şeylerinin olmadığı, Kürtler için belirleyici olanın anayasada Kürtlerin eşit yurttaş olarak tanıması” olduğunu şimdiden dillendirmişlerdir. “Yeni sürecin” esas bileşini yeni anayasa beklentisi olmamakla birlikte, rejimin geleceği açısından hiçte önemsiz olmayan bir faktördür.

 

Öcalan’ının “manifestosu” hangi zorunlulukların ürünü olarak ortaya çıkmıştır

Kürt hareketinin son 50 yıllık evrimini mümkün olan kısalıkta özetledikten sonra, PKK’nin “manifesto” ilan ettiği Öcalan’ın 3 sayfalık mektubunun bazı noktaları üzerinde duracağız. Başından belirtmek gerekir ki bu açıklama “tek bir adamın” -başka “tek bir adama”- yazdığı bir çağrı değil. Her ne kadar bu sürecin birinci derecede temsil edeni ve belirleyeni Öcalan olsa bile, bu çağrı Kürt hareketinin 1990’lardan beri izlediği, yeni dünya nizamı içerisinde yolunu aramasının ve varlığını yeni koşullara göre devam ettirmesine yönelik siyasi çizginin temsilidir. Ve görüldüğü üzere hareketin legalist reformist temsilcilerinden yurtdışı ayağına ve oradan da silahlı mücadele yürüten kanadına kadar tüm kesimleri, bu çağrının arkasındadır. Yine belirtmekte fayda var ki, bu “tek adamın” iradesine teslim olmak değil, Öcalan da temsil olan çizginin Kürt hareketinin geniş kesiminde  vuku bulması anlamına gelir. Şayet kendisine “sol” diyen çevrelerin söylediği üzere, bu basit bir “tek adama tabi olmak” ile ilgili olsaydı, böylesi bir sorunla baş etmek çok daha kolay olurdu. Fakat bu durum, yukarıda da izah ettiğimiz üzere, dünya arenasının sürekli hareket hali temelinde, Kürt hareketinin özellikle de son 30 yıldır evrimleşen çizgisinin -devrimci ulusalcılıktan, reformist ulusalcılığa, oradan da emperyalist ve gerici güçler arasındaki çelişkilerden faydalanma adı altında, gerici kampa daha fazla mecbur olan pragmatik çizgisinin-  ürünüdür.

 

Öcalan’ın çağrısında ortaya çıkan temel faktör, PKK’nin silah bırakması ve kendisini fes etmesidir. Aslında bu bir “barış sürecinden” daha öte bir şeydir. Devletle PKK, 2011-2015 arasındaki barış görüşmelerinin bir sonucu olarak ateşkes ve gerilla güçlerinin Kuzey Kürdistan’dan çıkması noktalarında karar almıştı. Fakat bugün daha da fazlası söz konusudur. PKK’nin silah bırakması ve kendini fes etmesi talep edilmektedir. Peki hangi zorunluluklar Öcalan’ı böylesi bir çağrıyı yazmaya itmiştir.

 

Birincisi, PKK tam tamına 40 yıldır silahlı mücadele yürütmüştür ve binlerce Kürt bu savaşta yaşamını yitirmiş, on binlercesi işkenceye maruz kalmış, hapsedilmiş ve yüz binlercesi yaşadığı topraklardan sürülerek şehirlere sürgün/göç ettirilmiştir. PKK, 2010’lu yıllara kadar Kuzey Kürdistan’da askeri olarak sahayı tutabilecek pozisyondaydı, her ne kadar askeri üstler oluşturamıyor olsa bile. Fakat kendi reformist çizgisinin ürünü olarak, devlet içerisindeki bazı güçlerden umar umma ve sürekli barış isteme hali, kendi yürüttüğü savaşın geniş kitleler nezdinde meşruluğunu sorgulatmaya doğru çekmiştir. Buna ek olarak ise TSK’nın 40 yıllık savaş sonrasında tecrübe kazanması, Kürdistan’da oluşturduğu yeni tipte karakollar, PKK’ye destek sunabilecek halk kitlelerinin bölgeden sürülmesi ya da kontrol altına alınması, arazi koşullarına uygun teknik saldırı/imha silahları üretmesi, PKK’nin Kuzey Kürdistan’daki silahlı mücadelesinin önemli oranda zayıflamasına ve sadece taciz eylemleri yapma durumuna kadar çekilmesine yol açmıştır. PKK içinde bulunduğu hem objektif hem de sübjektif durum açısından böylesi bir savaşı TSK’ya karşı uzun süre sürdüremeyecek durumdadır.

 

Diğer bir faktör ise Erdoğan’ın İslamcı Türkçü faşist rejimi, Kürt halkı üzerine bir kabus gibi çökmüştür. Kürtlerin yasal partilerine ardı ardına dava açılmakta siyasi yasaklar getirilmektedir. Yasalcı reformist Kürt partilerinin yöneticileri tutuklanarak hapse atılmışlardır. Vekillikler düşürülmüş, kazanılan belediyelere ardı ardına kayyım atanmıştır. Bu durum Kürtlerin devletin çizdiği yasal alan sınırları içinde bile siyaset yapmasını zorlaştırmıştır. Evet bugün Kürt hareketinin yasal partisi olan DEM milyonlarca oy almaktadır. Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da hatırı sayılır bir kitlesi mevcuttur. Yine de devlet öyle bir bastırmaktadır ki, bu sosyal tabanın ezici bir çoğunluğu Kürt hareketine desteğini sandığa giderek göstermek gibi bir sınıra doğru çekilmiştir. Tüm bu koşullarda -silahlı güçlerin zayıflatılıp bazı alanlara sıkıştırılması, yasal parti temsilcilerinin siyasi davalarla ezilmesi ve Kürt hareketinin sosyal tabanının günbegün izole olma durumu- PKK’nin “eski bildiği gibi” ilerleyemeyeceği anlayışını güçlendiren zemini yaratmada önemli bir bileşen olarak ortaya çıkmaktadır.

 

Açıkça söylemek gerekir ki esas mesele, silahların bırakılıp bırakılmaması değildir, buna önderlik eden çizginin ne olduğudur. Silah bırakmak, Kürt halkının temel demokratik taleplerinin -en azından bir kısmının- alınması, Türk şovenizminin geriletilmesi ve gericiliğe karşı ezilen halklar arasındaki bağların güçlendirilmesine vesile olan bir dönüşüm için mi tartışma konusu olacak -ki bu mesele devrimin sorunudur-yoksa mevcut gericilik karşısında meşru Kürt isyanının sönümlendirilmesi ve belki de birkaç temel hakkın alınması için mi olacağıdır.

 

Son bir ek olarak PYD’nin uluslararası meşruluğuna rağmen, PKK ile olan ideolojik ve siyasi kökleri ve PKK’nin uluslararası güçler tarafından “terörist” olarak görülmesine neden olmaktadır. PKK hiçbir devlet tarafından tanınmayan silahlı bir örgüttür. Ve böylesi bir örgütle hiç kimse hiçbir resimde poz vermek istememektedir. Şimdi PKK’nin silah bırakması ve kendini feshetmesi, Rojava daki PYD üzerinde Türkiye’nin oynamaya çalıştığı “PKK kartının” ortadan kalkmasına vesile olacaktır. Batılı emperyalist güçler, PYD ile daha açık bir “partnerklik” ilişkisine girerek, Rojava’da ortaya çıkacak bir statünün güçlenmesine neden olabilir. Unutulmamalıdır ki 2015’de PKK ve devlet arasında gerçekleşen barış görüşmesinin son bulmasının en büyük faktörü her iki taraf için de Rojava’nın “kırmızı çizgi” olmasıydı. Şimdi PKK’nin feshi ile birlikte bu kırmızı çizgi “esneyebilecek” bir pozisyona gelebilir. Türk hakim sınıfları, PKK’nin olmadığı koşullarda PYD’nin işbirlikçi Barzani ve Talabani Kürt aşiretleriyle daha da “iyileşen” ilişkileri sonrasında, Rojava’daki Kürt sütatüsünü tanımasa bile, geçici olarak göz yumabilir.

 

Bir idealizm türü olarak “Barış ve Demokratik Toplum”

Devlet Bahçeli 22 Ekim açıklamasında “PKK kayıtsız, şartsız silah bıraksın” dedi lakin Öcalan bu çağrıya “Barış ve Demokratik Toplum” başlığı koyarak topu yumuşattı. Ve bir son söz olarak ise bu sürecin demokratik ve hukuki adımlarının atılmasını şart koştu. PKK çağrıdan sonra hemen ateşkes ilan etse de, Öcalan’ın sürece önderlik edebilmesi için koşullarının iyileştirilmesini talep etti. Ayrıca PKK kendi metinlerinde bu sürecin ilerleyebilmesi için “başarı için demokratik siyaset ve hukuki zeminin de uygun olması gerektiğinin altını çizmek istiyoruz” dipnotunu da iliştirdi.

 

PKK uzun zamandır “bağımsız Kürdistan” tezini yüksek sesle söylemeyi bırakmıştır. Bu talep PKK’nin bu tezden vazgeçtiğinden ötürü değil, bu talebin mevcut koşullar altında mümkün olmayacağına inandığı için dillendirilmemektedir. Öte yandan ise Öcalan’ın mektubunda federasyona, özerkliğe ve kültüralizme yönelik de eleştiriler mevcuttur. Moda tabiriyle Öcalan bu talepleri “zamanın ruhuna aykırı” olarak görmektedir. “Demokratik Modernite” tezinde ifade ettiği, “yerel, otonom, ekolojist ve kültüralist” tezlerden de geriye adım atmış durumdadır.

 

Öcalan’ın geri adım atması, bu taleplerden “ömür billah” vazgeçtiği anlamına gelmemektedir. Ulusal hareketler, çelişkinin doğası gereği her daim bağımsızlık talebiyle yaşamaya devam ederler. Her ne kadar bu talep için gerekli koşullar olmasa, dillendirilmese bile. Son bir kaç senedir “muhalif” burjuva hakim sınıfları tarafından da dile getirilen “eşit yurttaşlık hukuku” Kürt hareketinin içinden geçtiği bu zor koşullarda “can simidi” olarak görülmekteydi. “Ayrılıkçı, bölücü” olarak görülmek yerine, “Türkiye Cumhuriyetinin eşit vatandaşı olmak, yasal partilerinin üzerindeki baskının kalkması ve demokratik seçimler aracılığıyla seçilmişlerin tanınması, Kürtlerin iradesine saygı duyulması” türünden cümleler çokça gündeme gelmişti. CHP’nin de son zamanlarda benzer şeyler söylemesi ve 2023 yerel yönetim seçimlerinde Kürt hareketiyle “kent uzlaşısı” “kent konseyleri” oluşturması, Kürt hareketinin yeni bir hamle yapmasına olanak tanıdı. Öcalan, Kürt hareketinin son bir kaç yıldır yönelimi dahilinde olan şeyi, yani “eşit yurttaşlık” talebini, bir tür “demokratik toplum” projesi olarak tekrardan sunuyor.

 

Peki gerçekten de “eşit yurttaşlık” olabilir mi? Ağır Türk şovenizmi, Kürtlerin katledilmesi, inkarı ve imhası ve diğer azınlıklaştırılmış Ermeni ve Rum uluslarının bastırılması üzerine bina edilmiş Türkiye Cumhuriyeti ezilen Kürt ulusuna “eşit” davranabilir mi? Bu kesinlikle mümkün değildir. Şayet Kürtlerin sistematik olarak bastırılması, katliamlardan geçirilmesi, dillerinin, kültürlerinin inkar edilmesi, şiddetle sınırlandırılması olmasaydı bugün bildiğimiz Türkiye Cumhuriyeti olmazdı. Bu temel ve yalın bir hakikattir.

 

“Yüzyılın” Çağrısının Sancıları ve Kürt Sorunu

Öcalan’ın çağrısının ardından AKP sözcüsü Ömer Çelik silah bırakmanın tüm güçleri kapsadığını ve PYD ve Rojava’yı da kapsadığını ifade etti. Ardından hem PYD temsilcileri hem de PKK temsilcileri Rojava “sürecin kapsamının dışında” diyerek cevap verdiler. DEM eşbaşkanı Tülay Hatimoğulları da Çelik’in sürece zarar verecek, zor duruma sokacak açıklamalar yaptığını açıkladı. Fakat Erdoğan son konuşmasında açıkça ifade etti. Şayet Kürt güçleri Kürdistan’ın her bir halkasında silah bırakmazlarsa, “Verilen sözler tutulmazsa taş üstünde taş bırakmayız… son terörist kalmayana kadar operasyonlarımızı sürdürürüz” diye çıtayı yükseltti. Daha Öcalan’ın açıklamasının üzerinde 24 saat geçmeden, aslında taraflar arasındaki tartışmaların devam ettiğini, masada ellerini yükseltmek için oyun kurduklarını gösteriyor. Ve açıkçası, bu tüm “barış görüşmelerinin” doğasında bulunmaktadır: Bir yandan “ateşkesi” sağlamak için masaya oturmak diğer taraftan ise karşılıklı olarak birbirini sıkıştırmaya devam etmek ve masadan “en karlı” şekilde kalkmak.

 

Türk hakim sınıfları ile PKK arasında bu masa yeni kurulmadığı gibi şartlar eskisi gibi de değildir. Bir yandan Erdoğan Rojava’da Batılı güçler garantörlüğünde Kürtlere verilebilecek olan statüden oldukça rahatsızlık duymaktadır. Zira Kürtler burada bir statü alırlarsa, Kuzey Kürdistan’daki Kürt kitlelerini moralize edebilir, harekete geçirebilir ve destabilize olmuş Ortadoğu koşullarında Türkiye’ye yönelik bir “güvenlik tehdidi” oluşturabilir. O yüzden Erdoğan, Rojava da Kürtlere verilecek olan statünün niteliğinde bir belirleyen olmak istiyor ve bunun için “eşit yurttaşlık” kartını oynuyor. Böylece Türkiye’de veren Rojava’da alan olmak istiyor. PKK ise, Türk hakim sınıflarının Rojava’ya yönelik “son terörist kalmayana dek savaş” tehditlerine -ki Türk hakim sınıflarının gerekli imkanı olsa bunu yaparlar- rağmen Türkiye’de yaşadıkları zorluklarla nispeten de olsa baş edebilmek için geri adım atmaya hazır gözüküyor. İlk startı 1993 Martta verilen “barış görüşmeleri”, zaman ve bağlam farklılığına rağmen, iki tarafın da birbirinden maksimum almaya yönelik hamleleriyle ilerliyor.

 

“Barış” görüşmelerinden, “yeni süreçten” bahsederken sorunun esasına tekrar dönmeye ve kapsamını anlamakta fayda var. Sorun, Türk hakim sınıflarının söylediği üzere bir terör sorunu değildir. Sorun Öcalan’ın ifade ettiği üzere “eşit yurttaşlık”, “demokratikleşme” değildir. Ve yine Öcalan’ın “manifestosunda” ifade ettiği gibi niteliği değişmemiştir. Sorun Kürt sorunudur; bir ulus olarak Kürtlerin Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan bu yana şiddetle bastırılması, temel demokratik haklarının gasp edilmesidir. Ve yine açıkça belirtmek gerekir ki ezilen ulusun en temel demokratik hakkı kendi kaderini tayin etme hakkıdır. Ve şimdi yeniden kurulan “barış” masası “milliyetçi savrulma” eleştirisi altında, ezen ulus şovenizmine karşı, ezilen ulusun temel demokratik hakkını askıya almaktadır. Burada eleştirdiğimiz nokta “Kürtler neden ayrı devlet talep” etmiyor değil, ezen ulus şovenizmi karşısında geri adım atılması, ve Kürt ulusunun tekrardan gadre uğratılması, sistemin sınırları içerisine daha fazla çekilerek, hakim ulus şovenizminin -dolayısıyla hakim sınıfların- güçlenmesidir.

 

Egemenlerin Bayram Kutlaması

Öcalan’ın çağrısı sonrasında bizzat AKP’ye yakın medyada bir bayram havası estirildi. Burjuva muhalif medyada daha önce Kürt hareketine yönelik herhangi bir haberin verilmesini “terörle iltisaklı” medya ilan eden rejim, kendi haber kanallarına önden bilgi uçurdu ve PKK’nin silah bırakacağını, kendini fes edeceğini bildirdi. A Haberden  CNN Türk’e kadar tüm iktidar medyası, Erdoğan’a 2022 seçimlerinde zafer kazanmasına katkıda bulunan “Terörsüz Türkiye” sloganını yeniden öne sürdü. Öcalan’ın iddia ettiği “barış ve demokratikleşme”nin aksine tüm iktidar medyasında, “terör bitti”, “teslim oldular”, “terörü bitiren lider Erdoğan” manşetleri ortaya çıktı. Ve böylece kurulan masanın taraflarından olan rejim, sorunun Kürt sorunu olmadığını terör sorunu olduğu gerici düşüncesini bir kez daha topluma enjekte etmiş oldu.

 

“Muhalif” burjuva medyada “işin arkasında Erdoğan’ın başkanlık hikayesi var” teorileri eşliğinde, PKK’nin silah bırakması ve kendini fes etmesine yönelik karar sevgiyle karşılandı. CHP’nin başını çektiği bu güçler her ne kadar Erdoğan’ın temsil ettiği rejimle keskin çelişkileri olsa bile, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etme hakkının bastırılması ve “misaki millinin” korunması için aynı çizgidedirler. Tekrar etmek gerekir ki Kürtlerin bastırılması, inkar ve imhası bu cumhuriyetin genetiğinde vardır ve her iki hakim sınıf kliği bu “geleneğin” temsilcileridirler.

 

Devlet Bahçeli, Öcalan ve PKK’nin açıklamaları sonrasında memnuniyetini dile getirmekle yetinirken, Erdoğan’ın elinin kında olması ve sürekli tehditlerle had bildiriyor oluşu, Türk şovenizminin etkin olduğu kitlelerde güçlü bir memnuniyet uyandırmaktadır. Rejim elindeki bu yeni kozu kullanarak, “Cumhuriyetin ikinci yüzyılına terörsüz devam edilecek” sözünü tekrarlamaktadır. Erdoğan, son 10 yılda uyguladıkları katliam, baskı ve terörü örnek göstererek sonuç aldıklarını söyleyerek aslında aynı biçimde sonuç alabileceklerini avaz avaz haykırmaktadır.

 

“Beklentiler” ve Karşı Karşıya Olduğumuz Zorluklar

DEM heyetinin İmralı’ya ardı ardına ziyareti, Güney Kürdistan’a götürdükleri mektuplar ezilen Kürt kitlelerininde uzun zaman sonra bir beklentiye neden oldu. Tıpkı 2011-2015 sürecinde olduğu gibi nispeten liberal bir ortamın olacağı ve Kürtlerin taleplerinin merkezde olacağı bir görüşme sonucu bekliyorlardı fakat umdukları gibi olmadı. Rejim “devlet aklını” göstermeye devam etmekte ve “terör sorunu” mottosundan vazgeçmemektedir. Siyasi parametrelerin Kürt sorunu, Kürtlerin temel demokratik hakları değil de “terörizm” olarak belirlemeye devam etmektedir ve bu durum, Kürt kitlelerinde bir demoralizasyona neden olmaktadır. Van ve Diyarbakır da Öcalanın çağrısını dinlemek için gelen binlerce insandaki hava, büyük bir hayal kırıklığı şeklindedir.

 

Kürtler bu ülkenin mücadele tarihinin önemli bir parçasıdır. Özellikle ceberut devlete karşı bazı dönemlerde kesintiye uğrasa da, direniş halinde olmaları, bu ülkede iyiden ve güzelden yana mücadele eden herkese moral vermektedir. Kürtler deki bu direniş kültürünün kırılması, sistem içerisinde eritilmesi durumu sadece Kürt ezilenleri cephesinde değil, tüm toplumsal mücadeleler için bir kırılma yaratacaktır. Bununla birlikte, böylesi bir sürece öfke duyan, rejimin belirlediği parametreleri kabul etmeyecek olan insanlar da çıkacak, Türk devletinin Kürtleri bastırmadaki “yeni dönemine” itirazlar da yükselecektir. Yine de, bu negatiflik içerisinde pozitif unsurların çıkması, kısa vadede bu olumsuz sürecin durdurulmasını ve tersine çevrilmesini sağlayamayabilir.

 

Bir kez daha belirtmek gerekir ki, karşı karşıya olduğumuz süreç öz itibariyle yeni olmamakla birlikte niteliksel olarak daha üst bir seviye olan tasfiyeciliktir. Kürt hareketi tarafından orkestra edilen bu tasfiyecilik, 1990’larda sağa savrulmayla başlamış, 1999’da Öcalan’ın yakalanmasıyla ivmelenmiş 2011-2015 yıllarında toplumsal zemin bulmuş ve 2015’den beri Rejimin saldırıları karşısında Kürt hareketinin gerilemesi, yeni Ortadoğu koşullarında bir dizi yeni zorluklarla karşı karşıya olmasından ötürü bir pik noktasına ulaşmıştır. Ve bir kez daha belirtmek gerekir ki bu tasfiyeci dalganın tüm ilerici, devrimci güçler üzerinde etkisi olacağı açıktır.

 

Özetleyecek olursak;  

  • Uluslararası alanda son bir kaç on yıldır gerçekleşen gelişmeler, Ortadoğu’da da bazı radikal değişimlere yol açmıştır. Emperyalistler arasındaki ölümcül rekabet ve onun yerli işbirlikçileriyle olan irrasyonel ilişkileri -her bir grubun kendi çıkarlarını korumak için her şeyi yakma hududuna kadar çelişkileri kızıştırma hali-, Ortadoğu da bir çok ülkenin parçalanmasına, mezhep savaşlarının derinleşmesine, çok parçalı iktidarların doğmasına neden olmuştur. Bu atmosferde Suriye’de patlak veren iç savaş, PKK’nin önderlik ettiği Kürtler bir “otonomi” ilanı sağlayabilmiş ve başta ABD ile Batılı emperyalist güçlerle olan partnerlik ilişkisi sonucunda, bölgede “güven veren” bir partner olarak ortaya çıkmıştır.
  • Türk hakim sınıfları, bu yeni Ortadoğu koşullarında, Kürtlerin statü almaması için her türlü yola başvurmuştur. İlk önce Türkiye’de Kürtlerle olan “barış sürecini” sonlandırmış, ardından Kürdistan’ın bir çok bölgesine askeri operasyonlar gerçekleştirmiş, yetiştirdiği ve içerdiği cihatçı güçlerle Rojava’da girdiği bölgeleri ilhak etmiştir. “Sınır” dışında Kürtlere yönelik topyekün bir savaş ilan etmişken, “sınır” içinde de devletin tüm baskı aygıtlarını harekete geçirmiş, tüm demokratik haklarını askıya almış, olası her bir “direnişi” acımasızca bastırmış, legal alanda faaliyet yürüten binlerce insan düzmece fezlekelerle tutuklanmış, vekillerin vekillileri düşürülmüş, belediyelere sömürge valilerini aratmayan kayyumlar atanmış ve Kürtlerin en temel demokratik hakları bile, egemenler tarafından canice bastırılmıştır.
  • Cihatçı güçlere karşı savaşta ortaya çıkan “Rojava Devrimi”, Kürtlerin uluslararası alanda tanınmasına ve bir meşruluk kazanmasına olanak tanımıştır. Beri yandan ise bu yeni durum, birçok bölgesel gericiliğin askeri hamleleriyle, bastırılma tehdidiyle yüz yüze kalmıştır. Kürtler, emperyalistlerin kendi çıkarlarına göre verdiği desteğin her an sonlanabileceği riski ve gerilimiyle Türkiye, İran, Suriye ve bölgedeki irili ufaklı cihatçı güçler tarafından sürekliliği sağlanmış askeri ve diplomatik baskı, operasyonlar vd çatışmalı gerilimler karşısında, Rojava’daki otonominin çok uzun vadeli sürdürülemeyeceği kaygısını uzun zamandır gündeme getiriyorlardı. Esat rejimin düşmesi ve HTŞ’nin hızlıca Batı tarafından tanınması koşullarında Kürt hareketi, yine yukarıda izah ettiğimiz uluslararası ve bölgesel çelişkiler temelinde, Kürtlerin “yeni Suriye”de bir statüye sahip olmaması için hareket etmesine neden oldu.
  • Türk hakim sınıfları, 7 Ekim Aksa Tufanı sonrasında ortaya çıkan yeni Ortadoğu koşullarında, kendi devletleri için ortaya çıkabilecek tehlikeleri tanımladı. Türkiye’nin bölgedeki etkin varlığına rağmen hem uluslararası çelişkiler hem de bölgesel karmaşa Kürtlere bir statünün verilmesine olanak tanımaktadır. Tam da bu noktada Türk hakim sınıfları, bu statüyü engellemek en kötü ihtimalle sınırını tanımlamak için hem Rojava üzerindeki baskısını artırmaya devam etmiş hem de Türkiye tarafından baskı aygıtlarını harekete geçirmişti. Fakat şeylerin çoğu zaman bir belirsizlik içerisinde hareket etmesinden dolayı, Erdoğan’ın başını çektiği teokratik faşist rejim, tekrardan Öcalan’la bir görüşme başlatmıştır. Rejimin bunu yapmadaki amacı, Rojava’daki durumu mümkün mertebe kontrol altına almak ve gelecekte bastırabilmenin zeminini yakalamakken aynı zamanda Türkiye’de yaşayan Kürtleri bu süreçte bastırmak, pasifize etmek ve Rojava’daki Kürtler gibi statü talebiyle öne çıkabilmelerinin yolunu önceden kesmektir. Rejimin tali olarak beklentisi ise, Kürtlerle yeniden bir “süreç” başladığında, yeni anayasa tartışmalarına çekmek ve Erdoğan’ın yeniden seçilebilmesi için gerekli hukuki ve toplumsal zemini hazırlamaktır.
  • Öcalan, Kürtlerin bölgede karşı karşıya kaldığı zorlukları görüp, bu zorlukların bir kısmını ekarte edebilmek için -Rojava daki kazanımların nispeten korunabilmesi için- hakim sınıflarla yaptığı müzakereler sonrasında, PKK’nin silah bırakması ve feshedilmesine karar vermiştir. Öcalan böylece hem Rojava’da Kürtlere nispi de olsa bir statü kazandırmak istemekte hem de Türkiye’de yeni bir çıkış yapabilmek için böylesi bir sürece girdiği görülmektedir. Bu “süreç” hala süreç halindedir ve iki tarafta “kendi elini” güçlendirmek için elinden geleni yapmaktadır ve Kürtler bu “güç dengesinde” dezavantajlı oldukları için, belirleyeni pozisyonunda değildir. Kimi “sol” çevrelerin dediği üzere bu bir “ihanet” ya da “satma” meselesi değil, zorunluluk karşısında aldıkları yoldur.
  • Zorunluluğu doğru tanımlama, onun doğru çözümünde de başat rol oynar. Kürt hareketi dünyaya “Kürt zorunluluklarından” bakmakta ve bu temelde son derece de pragmatik ve iddia ettiğinin aksine dar milliyetçi bir çizgi izlemektedir. Ve böylece “kendi çıkarları” için, hakim sınıflarla kurulan masada teokratik faşist rejimin belirlediği parametreler temelinde hareket etmektedir -her ne kadar bu parametrelerin çıkardığı sonuçlara bazı itirazları olsa bile.
  • İslamcı Türkçü faşist rejim, bu süreci “terörsüz Türkiye” olarak tanımlamakta ve “terörü bitiren lider Erdoğan” eşliğinde Türk şovenizmini tırmandırmakta “Cumhuriyetin İkinci Yüzyılı” için Erdoğan önderliğinde koordinatları çizmeye çalışmaktadırlar. Beri yandan ise Kürt hareketi hakim sınıfların niteliği, devletin niteliği temel hususlarında esasta Kürt saflarında genel olarak ise tüm ilerici kitlelerde büyük bir kafa karışıklığına neden olmakta, ilerici ve devrimci kitleleri ceberut devlete ve onun iktidar organlarına karşı zihni olarak silahsızlandırmaktadır.
  • Bu “yeni” sürecin belirleyeni ideolojik ve siyasi olarak (likidasyon) tasfiyeciliktir. Tasfiyecilikten kastımız kimi sözde “sol” örgütlerin dediği gibi -aslında Türk şovenizminin ağır etkisinde olanlar- bir ihanet, satma meselesi değildir. Mesele; insanlığın, gezegenin ve üzerinde yaşayan canlıların/hayvanların dehşet üzerine dehşet üreten bu kapitalist-emperyalizminden geri dönmemecesine köklerinden söküp atmak için bir kurtuluş yoluna ya da en azından bu kurtuluş yoluna pozitif katkı sunma biçiminde olmadığı gibi, aksine bu sürece negatif eklemlenen, başta mazlum Kürt ulusu olmak üzere, ezilenler üzerinde ağır bir demoralizasyona, umutsuzluğa ve yönelimsizliğe neden olmasıdır.
  • Bu süreçte izlenilmesi gereken esas yönelim Türk hakim sınıflarının şovenist dalgasına, Kürtleri kriminalize ederek “terörü bitirdik” gerici siyasetine karşı olmalıdır. Kürt hareketinin izlediği ağır negatif çizgi eleştirilmeli, gerçek bir kurtuluşa verdikleri zararlar gösterilmeli, ilerici kitleler içerisinde yeni bir umut yeşertmek için mücadele edilmelidir. Bu mücadele son derecede hassas olmalı, Kürt halkını “suçluluk” duygusuna itmemeli, süreç içesinde ortaya çıkabilecek olası demokratik kazanımlara sırt dönmemeli ve tüm bunların “barış sürecinin” ana yönünün neden özgürleştirici olmadığı, aksine zarar verdiği hakikati temelinde sürdürülmelidir.

 

Tek Umudumuz Sadece Gerçek Bir Devrimdir!

Şayet insanlar, ağır Türk şovenizminden, onun yarattığı zehirli düşünce yapısından ve siyasi sonuçlardan kurtulmak ve bir daha hiçbir mazlum ulusun, egemen ulusun ezilen kitlelerinin, özetle tüm ezilenlerin  böylesi bir karabasana maruz kalmalarını istemiyorlarsa bu sistemi köklerinden söküp atmaları gerekmektedir. Devrim oldukça zor ve büyük bedellerin ödenmesi gereken son derecede radikal ve köklü bir altüst oluştur. Fakat, her türden gerici düşünceyi ve onun siyasi baskı ağlarını yaratan bu sistem sökülüp atılmadığı takdirde, insanlar kuşaktan kuşağa bu acıları ve daha ağırlarını yaşamaya devam edecektir. Şimdi bu olumsuz tablo karşısında, umutsuzluğa düşmek, “içine kapanmak” ya da “oluruna bırakmak” yerine, bu yeni durumu daha iyi anlamak, başkalarının da anlaması için mücadele etmek, gericiliğe karşı mücadele içerisinde yarınları inşa etmek için gerçek bir devrimi zaruri olduğunu daha derinden anlamakla mükellefiz. Avakian’ın da defaatle dediği üzere; devrim mümkündür, zorunludur ve arzulanabilirdir. Şimdi bu devrimi gerçek kılmak üzere, daha fazla ve daha kararlı bir şekilde özgür bir dünya için devrimin bilimi olan yeni komünizmi öğrenmeli, onun mimarı ve önderi Bob Avakian’ı yakından takip etmeli ve başka insanların da bunu yapabilmesi için seferber olmalıyız.

 

7 Mart 2025

Yeni Komünizm

Bizler, devrimin önderi Bob Avakian'ın mimarı olduğu Yeni Komünizm‘in takipçileriyiz. Bob Avakian'ın devrimci önderliğini takip eden ve Yeni Komünizm temelinde dünyayı anlama ve değiştirme sorumluluğunu üstlenenleriz. Detaylı bilgi için bkz: Biz Kimiz?

Dünyada devamlı olarak yaşanan dehşetlerin ve son derece gereksiz acıların ortadan kaldırılması hem mümkün hem de son derece gereklidir. Bob Avakian'ın devrimci önderliğini ve geliştirmiş olduğu Yeni Komünizm'i öğrenerek kazanma şansı olacak gerçek bir devrim hareketini birlikte inşa ediyoruz. Yeni Komünizm'in teorik çerçevesine ilk kez giriş yapacaklar başlangıç noktası için web sitemizde yer alan bu bölümdeki makaleleri inceleyebilir, Bob Avakian'ın Türkçeye çevrilmiş eserlerine buradan ulaşabilirler. Görüş, katkı ve desteklerinizi bekliyoruz.

#DevrimDahaAzıDeğil