Amedsporun Şampiyonluğu ve Türk Şovenizmiyle Mücadele Üzerine

Amedspor TFF 2. Ligi şampiyon olarak bitirerek 1. Lige katılmaya hak kazandı. Bütün bir sezon boyunca oynadıkları iyi futbol dışında Amedspor sadece sahada rakip takımın oyuncularıyla mücadele etmedi, karşılarında çok daha zorlu ve acımasız bir rakip olan Türk şovenizmi vardı. Kulübün adının 2015 yılında Amedspor olması, Kürt halkının kulübü adeta bir resmi temsilci gibi görerek bağrına basması ve çeşitli taraftar gruplarının direniş ruhunu stada taşıması sonucu Amedspor devlet açısından bir hedef haline geldi. Standart yıldırma politikalarıyla hedef alınan kulübün oyuncuları profesyonel disiplin kurulu tarafından orantısız men cezalarıyla, kulüp yönetimi ise sürekli para cezalarıyla “ödüllendirildi”. Hem futbolcular hem de taraftarları gittikleri deplasmanda açık hedef haline getirildi, sahada ve stadyumda; şehirlerin içlerinde faşist gruplar tarafından saldırılara maruz kaldılar ve devlet kurumları tarafından hedef gösterildiler. Gittikleri deplasmanlarda Kürt halkını terörize etmenin sembolü olan “Beyaz Toros” pankartlarıyla karşılaştılar, taraftarlarına bıçak zoruyla İstiklal Marşı söyletildi. Ancak bütün bu gerici-şoven saldırılara rağmen Amedspor pes etmedi. Sahada oyuncuları, statta taraftarları ve dışarıda Kürt halkının ortaya koyduğu inanılmaz irade bu sezon şampiyonluğu getirdi. Amedspor bütün bu saldırı dalgasına rağmen kazandığı başarıyla Türk şovenizmine bir darbe indirmiştir dolayısıyla başta Kürt halkı olmak üzere toplumun ilericilerinin bu şampiyonluğu kutlaması meşru olduğu kadar pozitiftir de. Burada üzerinde durulması gereken birkaç mesele vardır.

Normal şartlarda, -içerisinde yaşadığımız toplumsal ilişkilerde- futbol ve diğer sporlardaki taraftarlık kültürü toplum içerisindeki antagonistik ve keskin çelişkilerin üstünü örten negatif bir kutuplaşma ve mevcut gerici toplumsal dinamiklerin yeniden inşasının üzerine kuruludur. Toplumun altyapı ve üstyapı dinamiklerini hem temsil eden hem de üstünü örten ne idüğü belirsiz “biz” ve “siz” ayrımları; lümpen ve asalak kültürün temsili olan bahisler ve spekülasyonlar, maço ve erkek egemen kültürün meşrulaştırılması ve halk kitlelerinin farklı boyutlarda mevcut toplumsal örgütlenme modeline sürekli yeniden entegrasyonunu içerir. Ancak bununla birlikte toplumsal hayatın her köşesi ideolojizedir ve siyaseti içerisinde barındırır, nitekim yeşil sahalarda bundan azade değildir. Kimi zaman siyaset sahnesinde hakim sınıflar arasında keskinleşen çelişkiler kulüp yönetim yarışlarında ve sahada direkt yansımalarını bulur. Suudi Arabistan’da oynanacak olan Süper Kupa finalinde yaşananlar bunun iyi bir örneği olduğu gibi Türk burjuvazisinin eski ve yeni nesil sermayedarlarının kulüp sahibi olmaları, kulüp hisseleri ve sponsorlukları üzerinden rekabete girmeleri ve çeşitli kulüp başkanlıklarını yönetmeleri bu meselenin gözle görülebilir bir kısmıdır.

Bir önceki paragrafamıza başlarken kullandığımız normal şartlarda ifadesi ise yine kritik bir önemdedir. Çünkü verili bir anda keskinleşen başka çelişkiler genel olarak futbol kültürü ve ekonomisinin temel niteliğini değiştirmese de başka bir dinamiğin daha belirginleşmesine neden olabilir. Örneğin faşist Franko yönetimi altındaki İspanya’da Real Madrid kulübü ile; Bask, Katalan ve Galiçya halklarının ve kültürlerinin tahakküm altına alınmasında, Franko döneminin gedikli diplomatı ve dışişleri bakanı Fernando Maria Castiella’nın Real Madrid için “sahip olduğumuz en iyi konsolosluk” ifadesinde belirginleşen faşist rejimin meşruluk inşasında bu çelişkiler kendilerini siyasetin daha gözle görülür bir noktasında bulurlar. Sınıfsal ve toplumsal çelişkilerin keskinleştiği dönemlerde işçi sınıfı kulüpleri ve anti-faşist taraftar gruplarının oluşması gibi İspanya ve Fransa’nın işgali altında olan Bask topraklarının kulübü Athletic Bilbao gibi kulüplerle direnişin ve ulusal baskıya karşı mücadelenin belirgin bir yüzü haline de gelebilirler. Bugün Amedspor’un mücadelesi de Türk şovenizminin zincirlerinden boşaldığı, Kürt halkının sistematik bir şekilde ezildiği ve gadre uğratıldığı günümüzde belki futbolun küresel piyasa içerisindeki konumu ve taraftarlık kültürünü temelden değiştirmemiştir ancak bu gerici karanlığın içerisinde bir ışık olmuştur.

Bugün bu ışık bir mum ışığı kadar hassas ve kırılgandır. Kürt halk kitleleriyle bu zaferi beraber kutlarken bu başarının Türk hakim sınıflarının Kemalist kanadının “güler yüzlü sosyal demokrasisine” entegre edilmesi ve kanatları altına girmesinin karşısında durmamız, Kürt halkının kurtuluşunun bir markalaşma, önemli pozisyonlara gelme vb sistem içi çözüm yollarından geçmediğini bu kurtuluşun ve uluslar arasında tam hak eşitliğine dayalı yaşamın ancak ve ancak gerçek bir devrim yoluyla inşa edilebileceğini anlatabilmek için mücadele yürütmemiz gerekir.




Kemal Okuyan’ın ‘’İttifak Temeli’’ Üzerine Birkaç Not

Daha önceden TKP (ler)’in evrimine ve niteliğine dair bir yazı yazmıştık. Yine güncel olarak TKP’nin neden karşı devrimin parçası olduğu, devrimci ve ilerici güçlerin böylesi bir partiyle ittifak yapması sonucunda objektif olarak -her ne kadar niyetleri bu olmasa da- devrime zarar vereceklerine dair dostça -devrimci sorumluluğumuz gereği- ikazda bulunduğumuz başka bir yazı kaleme aldık. Bu yazıların istenilen etkiyi yapmadığının da farkındayız. Ve hatta tersinden TKP’nin neden ‘’halk saflarında’’ olduğu gibi güzellemeler ardı ardına yapıldı. Derken, Kemal Okuyan’dan zehir zemberek bir açıklama geldi. Okuyan, Cumhuriyet gazetesine verdiği röportajda ittifak güçlerine -oradan da genel olarak ‘’sol’’a- bir ‘’ayar’’ verdi. Okuyan’ın eleştirdiği malum yazı, tabii ki beklenildiği gibi silindi ve böylece ‘’kriz’’ aşılmış oldu. Şimdi biz bu ‘’krizin’’ genel niteliği hakkında değil ama temel bir bileşeni olan şovenizm hakkında birkaç söz söylemek istiyoruz.   

Okuyan, röportajı boyunca TKP’nin ‘’ciddi bir parti’’ olduğunu, ‘’küçük hesaplar’’ peşinde koşmayacağını ama daha da önemlisi, ‘’burjuva gerici’’ gibi açıklamalara, kendilerinin bulunduğu yerde kesinlikle izin vermeyeceklerini, Maçoğlu ve arkadaşlarından böyle bir açıklama duymadıklarını ve böyle düşündükleri taktirde, DEM’den aday olabileceklerine dair birbiri ardına ‘’sert’’ açıklamaları sıraladı. Lakin röportajın can alıcı yanı, ‘’kimin kime ayar verdiği’’ değil, TKP’nin sosyal şoven gerici çizgisinin ne denli güçlü/kalın olduğu ve ittifakı  boyunca esnemediklerini, aksine kendi ‘’kırmızı çizgilerini’’ temel alarak ittifak yaptıklarını ve bundan dolayı da ‘’saldırı’’ altında olduklarını öğreniyoruz.

Okuyan’ın ‘’saldırı’’ olarak ifade ettiği şey Türk şovenist çizgilerinin devrimciler ve ilericiler tarafından açık şekilde eleştirisidir. Kemal Okuyan şöyle söylüyor; ‘’Türkiye’de HDP, DEM’den bağımsız hareket etmeye kalkan sola karşı muazzam kampanyalar düzenleniyor. Bunu yalnız DEM yapmıyor. Hatta temelde onlar yapmıyor. HDP solu yapıyor. “Efendim TKP ile nasıl yan yana gelirsiniz” diye… TKP bütün bunlara güler geçer.’’

Okuyan bu sözlerle aslında Türk hakim sınıflarının ezelden beri söylediği şeyleri tekrar etmiş oluyor; Türk şovenizmi yoktur Kürt milliyetçiliği vardır. Ve azgın gericiliğini sanki ezen ulus şovenizmiyle ezilen ulusun milliyetçiliği bir ve aynı şeymiş gibi  ‘’enternasyonalist’’ bir paketle servis ediyor. Okuyan kırmızı çizgilerini tekrardan hatırlatırken Maçoğlu ile olan ittifakına dair kilit bir şey söylüyor; ‘’Aslında bizim on yıl boyunca bu ittifakı sürdürmemizin temel nedenlerinden biri, aramızdaki farklılıklara karşı bu saldırılara göğüs germeleri, dik durmalarıydı.’’

Okuyan röportajı boyunca kendi şovenist çizgisinde bir an dahi es vermiyor aksine bazı yerlerde ‘’yükselip’’ kapıyı gösteriyor ama temel bir noktaya işaret ediyor; TKP’nin ‘’ittifakın temel bir nedeni’’ olan ‘’bağımsız siyaset’’ olarak nitelendirdiği, ‘’HDP solu’’nu hedef aldığı siyaset ‘’proletaryanın bayrağını’’ temsil etmenin aksine bariz bir Kürt karşıtlığından kaynaklanıyor. Özcesi, Maçoğlunu’nun – ve dolayısıyla arkadaşlarının- bu ‘’temel nedenle’’ uyum içinden olduklarını düşündükleri için 10 yıl boyunca ittifak yürüttüklerini söylüyor. Dersim’de bu ittifak çizgisinde ‘’direnç azalması’’ olduğunu dile getirse bile, sürekli görüştüğü Maçoğlu ve arkadaşlarından esasta memnun olduklarını öğreniyoruz.

Açıkça belirtmek isteriz ki biz burada özel olarak bir şeyi ima etmiyoruz. Okuyan’ın şovenist gerici fikirlerini bileşenlerine ayırıyoruz. Onun -ve temsil ettiği çizginin- Kürt düşmanlığının ‘’şehitler’’ edebiyatıyla ayyuka çıktığı şu günlerde, hakim sınıfın ‘’solun soluna’’ nasıl oynadığını ve bu parametrelere bağlı kalarak nasıl da ‘’ittifak nedenleri’’ belirlediğini ve vicdanı olan her bir ilericinin, devrimcinin bu parametreleri reddetmesi gerektiğini bir kere daha söylüyoruz. Evet, seçimler ve onun doğası konusunda anlaşamayabiliriz ve evet bir araç olarak seçimlere dair farklı görüşleri de savunabiliriz. Fakat Kürt ulusal sorunu bu ülkenin bir turnusol kağıdıdır ve Yoldaş Kaypakkaya’nın 50 yıl önce her türden şovenizme ve inceltilmiş Kürt düşmanlığına karşı keskin bir kopuşu bilimsel bir temelde gerçekleştirebilmiştir. O dönem ‘’sosyalist’’ saflarda gerek Kemalizme gerekse hakim sınıfın ulusal sorundaki pozisyonlarına dair sorunlu olan birçok yaklaşım, Yoldaş Kaypakkaya’nın keskin eleştirileri karşısında bazı görüşlerini bırakmaya zorlanmıştır. Yine Kürt hareketinin son 40 yıllık -içerisinde önemli tecrübeleri ve aynı zamanda büyük hataları barındıran- mücadelesi de Türk şovenizminin geriletilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Yine devrimci komünistlerin enternasyonalist mücadelesi, hakim ulus şovenizminin halk saflarında geriletilmesinde kilit bir rolü üstlenmiştir. Bu bizim tarihimiz ve mirasımızdır ve sahip çıkmanın ötesinde, halkların kurtuluş mücadelesinin muzaffer kılınabilmesi için daha da ilerletilmesi elzemdir! Hangi amaçla olursa olsun bu mücadeleyi bırakmak ya da ‘’taktiksel’’ olarak esnetmek objektif olarak devrime ağır zararlar verir.

Hakim sınıflar kendi aralarındaki dalaşta Kürtleri kriminalize ediyor ve birbirlerini ‘’terörle iltisaklı’’ olmakla suçluyor ve Kürt halkının en demokratik talebi bile bastırılıyor. Hem 14 Mayıs seçimlerinin hem de 31 Mart Seçimlerinin ana belirleyenlerinden biri de Kürtlerin bastırılması olmuştur ve bu daha ağır bir şekilde devam etmektedir. Sokak röportajlarından, Youtube şovlarına kadar bir çok ‘’sivil’’ ortam da bile, ‘’terörle arana mesafe koy’’ zehirli sarmalı, hakim sınıf parametrelerinden biridir. Kemal Okuyan, bu parametreye ‘’Kürt solu’’ eleştirileri ile sahip çıkmakta ve hakim sınıfların parametresi olan şovenizmi ‘’ittifakının temel nedenlerinden biri’’ olarak ilan etmektedir. Devrimci ve ilericilerin kesinlikle bu şovenist ‘’içerme’’ karşısında durması ve teyakkuzda olması gerekir!

23 Şubat 2024




Bill Maher Hakkında: Amerikan Şovenizmi Ve Asalak Bireyselcilik Hakkında Daha Fazla Gözlem

Bill Maher Hakkında: Amerikan Şovenizmi Ve Asalak Bireyselcilik Hakkında Daha Fazla Gözlem

Bu ülkenin gerçek doğası ve tarihiyle, bu ülkede hüküm süren ve dünyaya egemen olan kapitalizm-emperyalizm sistemiyle yüzleşmeleri için insanlara yaptığım genel meydan okumaların bir parçası olarak Bill Maher’e şu meydan okumayı yapmıştım:

HEY BİLL MAHER, AL SANA “SİYASETEN YANLIŞ” VE “İPTAL EDİLEMEYECEK” BİR GERÇEK: AMERİKA HARİKA DEĞİLDİR VE HİÇBİR ZAMAN DA HARİKA OLMADI, DÜNYANIN EN BÜYÜK BASKICISI VE DOĞANIN YOK EDİCİSİ OLMA DIŞINDA.

Bunu Çürütmek İçin Meydan Okumaya Cesaretin Var Mı?

Fakat bu meydan okuma yapıldığından beri, işler Bill Maher için kötüden daha da kötüye gitti.

Maher, en azından yakın geçmişinde, “havalı” takılmaya çalışan ve kendine ilerici diyen genel bir kitleye sahip olan birisi. Ancak bu ülkede ve daha da genel olarak dünyada işler gittikçe keskinleşmeye devam ettikçe, Maher gerçekte ne olduğunu ve nereye doğru gittiğini göstermeye başladı. Her ne kadar “iptal kültürü” hakkında eleştirilerini dile getirse de -ki bu giderek artan ve daha da zıvanadan çıkan ve daha da zararlı hale gelen olay hakkında birkaç doğru noktaya değinmeden edemiyor- eleştirilerini, mümkün olan en kısa zamanda “iptal edilmesi” gereken bu kapitalizm-emperyalizm sisteminin şartlarına sıkı sıkı bağlı bir şekilde yapıyor.

Maher, sadece canavarca suç işleyen ABD emperyalizminin utanmaz ve saldırgan bir destekleyicisi değil, aynı zamanda kendisini artan bir hızda açık faşistler ve diğer kaçıklık savunucuları ile aynı yerde buluyor; örneğin hastalıkların ve pandemilerin önüne geçmek için yapılan ve güvenirliği, etkisi ve hayati olduğu kanıtlanmış aşılara karşı çıkması (ya da “bu konu hakkında ciddi sorular ortaya koyması”)

Kendini “liberteryen” ilan eden bazı insanlar gibi, Maher de bir tür mutlak “kişisel özgürlük” savunucusu gibi gözükmektedir -örneğin ciddi hastalıklara karşı aşılanmama “özgürlüğü” ki bu da başkalarının hakları ve refahı ile karşı karşıya gelmekte, topluma ve bir bütün olarak insanlığa gerçek anlamda zarar vermektedir.

Bu, özellikle Üçüncü Dünya’da (Latin Amerika, Afrika, Orta Doğu ve Asya) yüz milyonlarca kadın ve 150 milyondan fazla çocuk dahil olmak üzere dünya genelinde kelimenin tam anlamıyla milyarlarca insanın korkunç sömürüsünden ve süper sömürüsünden beslenen ABD emperyalizminin asalaklığına dayanan ve bu asalaklığı “besleyen” aşırı bireyciliğin bir çeşididir.

Bu asalak bireycilik kendini nasıl süslerse süslesin ve bir tür “bireysel ifade” hakkı ve “bireysel özgürlük” -korkunç sömürü ve baskının sürdürülmesine ve ziyafet çekilmesine yardımcı olma “özgürlüğü”- olarak savunursa savunsun, takdir edilecek ya da korunacak hiçbir şey yoktur.


Yazının orjinali için tıklayınız.




‘’Wokism’’ Toplumun Siyasi, Entelektüel, Sanatsal ve Ahlaki Hayatında Yıkıcı Bir Güçtür

İptal kültürünün tehditleri tarafından uygulamaya konulan garip ve kaprisli kurallar. ‘’Ötekileştirilmişleri temsil ettiğini’’ savlayan şişirilmiş bilimdışı iddialar. Baskılara karşı mücadelede insanların ‘’kendi alanlarında’’ kalmaları gerektiğinde ısrarcı olmak. ‘’Woke’’ çılgınlığı, kapitalist-emperyalist sistemin ve onun baskın kültürünün zararlı nosyonlarını dışavuruyor ve böylelikle insanlığın içerisinde bulunduğu kabusu devam ettiriyor!

‘’Woke’’ bir zamanlar ırksal baskıya karşı meşru farkındalık anlamına geliyordu ancak artık uzun süredir fanatik çılgınlık ve acımasız çete mentalitesi formuna evrildi. Kana susamış bir şekilde bireyleri hedef alırken bir yandan da gerçekten ihtiyacımız olan bu sisteme karşı savaşmanın ve özellikle onu gerçek bir devrim ile alaşağı etmenin korkakça sesinin kısılması ve genellikle direkt engel olunmasına dönüştü!

Woke çılgınlığı ve faşist silindir toplumu ölümcül bir dansa sürüklüyor; bir yandan birbirlerine karşı çıkarlarken bir yandan birbirlerini besliyorlar. Faşizm şüphe götürmez bir biçimde çok daha büyük bir tehlikedir. Ancak bu dinamiklerde yüzsüz beyaz üstünlenmeciliği ve mizojini ‘’wokismin’’ kırılgan kabadayılığı üzerinden ziyafet çekiyor ve onu yenilgiye uğratıyor.

Eşi benzeri görülmemiş değişikliklerin olduğu bir zamanda-‘’baştakilerin’’ çatıştığı ve ABD’yi bir arada tutan normların parçalandığı- bu baskı mabedinin alaşağı edilmesi için şimdi çok daha fazla şans var. Şimdi gerçekten radikal olarak farklı bir şey için mücadele etmemizin olanağı var, şimdi gerçekten özgürleştirici bir şey için savaşmak adına sorumluluğumuz var. Bu şansı kavramalı ve bu sorumluluğu yükseltmeliyiz.

İnsanlığa ve gezegene olan sevgimiz, hakikate ve bilime duyduğumuz derin saygı ve bütün insanlığın kurtuluşu için gerekli olan devrimci kararlılığımızla aşağıda yer alan maddeleri savunacağız ve kamusal diskurda, kamusal alanlarda bunları tartışacağız:

  • Woke Çılgınlığı: Objektif Realiteyi Reddetmek ve Herkesin Kendi Hakikatine ‘’Sahip’’ Olduğunda Israr Ediyor

Woke çılgınlığı objektif realiteyi reddettiği gibi aynı zamanda hunharca bir biçimde hangi ‘’kimlikten’’ insanların neyi tartışıp neyi tartışamayacağını ve ne için harekete geçebileceğini dikte ediyor. Eğer objektif realite sadece ‘’beyaz Avrupalı’’ veya ‘’maskülinist’’ bir inşaysa o halde eyaletler arası otobanı yoğun olduğu saatte yaya olarak hız yapan arabaların ‘’gerçekliği’’ size çarpmadan geçmeye çalışın.

Hakikat, ‘’anlatıların’’ bir bileşimi değildir. Hakikat, objektif realiteye tekabül edendir. Bu ise bilimsel, kanıta dayalı metotlar ile karar verilebilen bir süreçtir. Direkt olan yaşanmış tecrübeler bu sürece katkıda bulunabilir ancak bilim ve bilimsel yöntem neyin gerçek olduğu ve neyin gerçek olduğu temelinde dünyayı radikal olarak değiştirmek için tayin edicidir.

  • Woke Çılgınlığı: Kelimeleri Değiştirmek için Aşındırıcı Bir Takıntı ve Kadının Çirkin Bir Biçimde Silinmeye Çalışılması

Woke çılgınlığı; niyetin kötücül, nötr veya zararsız olması arasında bir fark görmüyor. İyi niyetli insanların ‘’yanlış’’ kelimeler kullandıkları için ritüel aşağılanmaları bu okul bahçesi zorbalarının ufak güç oyunları. Kelime değiştirme, DÜNYAYI değiştirmenin bir ikamesi değildir.

Ve bütün bunlar arasında hiçbiri kadının silinmesi kadar yıkıcı değildir. Translara karşı artarak devam eden acımasız saldırılara karşı amansızca mücadele edilmelidir! Ancak ‘’translar için kapsayıcı olmak’’ adına ‘’kadın’’ kelimesi yerine ‘’rahime sahip insanlar’’ gibi ikameler kullanılması zarar vericidir. Jenerasyonlar boyu yaşamış kadınların karşı karşıya oldukları en ağır saldırıya karşı-kürtaj hakkının lağvedilmesi-woke kurumunun ‘’kadın’’ kelimesini kullanmayı reddetmesi bu saldırının temelini bulanıklaştırmış, tehlikeyi sığlaştırmış ve direnişi demobilize etmiştir. Bütün bunlar zorla anneliği dayatan ve geleneksel cinsiyet rollerini pekiştirmek isteyen Hristiyan faşistlerin haçlı seferini güçlendirmiştir.

  • Woke Çılgınlığı: ‘’Ben, Ben, Ben’’-Dünyayı Parçalayan Amerikan İmparatorluğunun Kozasında:

Pek ayrıcalıklı wokistler yine pek nadir olarak Amerikan ayrıcalıklarından bahsediyorlar. Pek çoğu bu ayrıcalıklardan alabildiğini almak istiyor.

Woke çeteleri ‘’ayrıcalık’’ ve ‘’sömürgecilik’’ ile ilgili suçlayıcı tweetlerini kendilerine bu telefonların ihtiyacı olan kobaltın Kongo’da çocukların kanı ve gözyaşlarıyla çıkartıldığı telefonları ile atıyorlar. Dünyanın gelmiş geçmiş en kan emici imparatorluğunun içerisinde ufukları ‘’kapsayıcılık’’ ve ‘’eşitliğin’’ ötesine geçemeyenlere Bob Dylan’ın şarkısından şu sözleri ithaf ediyoruz: ‘’Uzak kıyılarda yağmaladık ve talan ettik. Neden benim payım seninkine eşit değil?’’

  • Woke Çılgınlığı: Gerçeklikten ‘’Tetikleyici Uyarıları’’, ‘’Güvenli Alanlar’’ ve ‘’Travma Kültürüyle’’ Saklanmak

Bu sistem altında insanların başlarına korkunç şeyler geliyor. Bunları teşhir etmek ‘’travma pornografisi’’ değildir. Herkes köleliğin barbarca tarihini, beyaz üstünlenmeciliğini ve devam eden ırksal baskıyı öğrenmek ve bununla yüzleşmek zorundadır.

Ezilen insanların kırılgan varlıklar olarak ‘’tetikleyici’’ fenomenlerle karşılaştıklarında parçalanacaklarını düşünmek küçümseyici mesihlerin ayırt edici özelliğidir. Bu sistem altında yaşanan travmalar gerçektir ve korkunçturlar ancak bunlar gerçekten baskının ve adaletsizliğin kaynağına yönlendirilmelidirler ve yönlendirilmelidirler.

Üniversitelerde olması gereken en iyi şeyler; entelektüel tartışmalar, münazaralar, eleştirel düşünce, dünyayı öğrenmek ve kendi güvenliğin tehdit altında olsa dahi büyük bir dava için ayağa kalkabilmek, devrimci neşe ile dünyayı radikal olarak değiştirmektir.

  1. Woke Çılgınlığı: Bireyleri Parçalamak için Woke Çetelerinin ‘’İptal Kültürü’’ Bombardımanı

Baskıcı kurumları teşhir ederek onları dönüştürmek yerine woke kültürü; insanların itibarları, kariyerleri ve hayatlarını yok etmek için acımasız cadı avlarını ortaya çıkartıyor. Bu intikamdır, adalet değil. Woke çılgınlığı, insanları hayat eğrileri yerine tek bir hataları ile yargılar hatta bu bazen basit bir suçlama bile olabilir. Bunun herkese uygulanan bir kriter olduğunu düşünün!

Woke dünyası akıllara Alice Harikalar Diyarındaki Kırmızı Kraliçeyi getirir: ‘’Önce ceza sonra hüküm’’. Bu dünyada hukukun üstünlüğü, masumiyet karinesi ve kanıtlara gerek yoktur. Yüzyıllardır süren korkunç cinsel saldırılara karşı ihtiyacımız olan ise kadınların rahatlıkla ileriye çıkabilecekleri, ciddiye alınacakları ve adil bir sürecin işleyeceği; bütün bunların da radikal olarak farklı bir dünyaya ulaşmanın bir parçası olmasıdır.

  1. Woke Çılgınlığı: Sanatsal İfadeyi Sansürlemek için ‘’Uygunluk’’ Suçlamalarını Kullanmak

Kimlik dümencileri sanatı sansürlemeyi bir sanata dönüştürdüler. Yazarları iptal etmek, kurguyu kara listeye almak, duvar resimlerini örtmek, sanatçı ‘’yanlış’’ kimlikten olduğu için sanatını sansürlemek-veya anlatılan ‘’kendi’’ hikayeleri olmadığı için sansürlemek. Woke çılgınlığı gezegenimizin geniş kültürü ve mücadelelerinin farklılıklarını, bütün bunları sahip olunması gereken metalar olarak görüyor ve acınası bir şekilde ‘’uygunluk’’ suçlamalarının arkasında saklanıyor. Eğer sanat ve kurgu yaşanmış tecrübelere indirgenirse ortada sanat ve kurgu kalabilir mi?

  1. Woke Çılgınlığı: Herkesin BIPOC (Siyahi, Yerli ve Beyaz Olmayan Halklar) Önderliğini İzlemesi Gerektiği Konusunda Israr Etmek- Öyle Bir Şey Var Olmamasına Rağmen!

Kim bu BIPOC önderliği? Alexandra Ocassio Cortes mi? Kamala Harris? Candace Owens? Clarence Thomas? Yemen, Pakistan ve Afganistan’daki çocuklar Obama’nın dronelarından düşecek bombaların ve terörün korkusuyla gökyüzüne bakamazlarken sizce onun ilk Siyahi başkan olması çok mu umurlarındaydı?

Önderler ‘’kimlikleri’’ bazında değil ancak problemin kaynağını doğru teşhis edip edemedikleri, insanlığı özgürleştirmek için bir yol açıp açmadıkları ve bunu yapmak isteyenleri öne çıkartıp çıkartmadıkları üzerinden değerlendirilmelidirler.

Yeni komünizmin yazarı ve devrimci önder Bob Avakian’ın cümlelerinde söylediği gibi:

Bu sistem yaşamaya değer bir dünya için her umudu kırıp geçerken ‘’kendi alanında kalmak’’ ve ‘’kendine dönmek’’ yerine insanlar daha geniş çerçeveden olaylara yaklaşabilmeli, insanlığın daha büyük çıkarlarına ve çok daha iyi bir dünya ihtimaline konsantre olarak bunu gerçekliğe dönüştürmek için mücadele edebilmelidirler.

Birbirlerini aşağılamak ve hedef almaktan, ‘’kimlikler’’ etrafında bölünmekten ziyade insanlar birleşebilecek herkesi birleştirmeye, toplumun her kesiminden baskı ve adaletsizliğe karşı mücadele edebilecek herkesi bütün bu baskı ve adaletsizliklerin kaynağı olan mevcut sisteme son vermek amacı etrafında birleştirebilmeliyiz.


Yazının orjinal kaynağı için tıklayınız; https://revcom.us/en/woke-destructive-force-political-intellectual-artistic-and-ethical-life-society




Din ve Şovenizm Bu Vahşet Yıkıntılarının Üstünü Örtemez!

Depremde 6 günü geride bıraktık, binlerce canımızı yitirdik ve yine binlercesi göçük altındalar. Nispeten imkanları ya da yakınları olan insanlar deprem bölgelerinden uzaklaşırken, göçük altında kalan ailelerini terk etmek istemeyen ya da gidecek yeri olmayan binlerce deprem/devletzede yaşanan facianın ardından büyük bir açlık ve soğukla, neredeyse sıfır imkanla ya da halkın dayanışması sonucunda elde ettikleri imkanlarla yaşam mücadelesi veriyorlar. Hem göçük altında kalanları çıkarmak için seferber olmak, hem yaralılara sahip çıkmak hem de açlık ve soğuğa karşı mücadele etmek, adıyla söylemek gerekirse büyük bir Savaştır. Bu savaş, bu sistemin ve katil devletinin örgütlenme biçimi, yarattığı ağır koşullara karşı büyük bir Savaştır!  

İnsanlar göçükleri kaldırmak, canları kurtarmak, evsiz kalan insanlara sahip çıkmak için devletten yardım beklerken, bu ülkenin hakim sınıf yöneticileri ve onun köktenci dinci ‘’düşünürleri’’, ‘’Allah’ın kudretinden’’, katledilen insanların  ‘’şehit’’ olduğundan ve kaderden bahsediyorlar. Bu İslamcı Türkçü faşistler en iyi bildikleri şeyleri yapıyorlar. Din ve şovenizm örtüsüyle, yaşanılan bu vahşetin yıkıntılarının üstünü kapatmak istiyorlar. Bunun için insanlara yardım yollamak yerine 105 bin din görevlisi yolluyorlar. 

Beri yandan ise insanlar depremin üzerinden bir hafta geçmesine rağmen neredeyse gerekli hiçbir yardımı almamışken, bu yaşadıklarının kader olmadığını, Erdoğan’ın söylediği gibi ‘’bir planın parçası’’ olmadığını çok büyük bedeller ödeyerek görüyorlar. O yüzden bu din örtüsü, böylesi bir toplu katliyamın yıkıntılarının üzerini kapatamıyor. Devleti ve onun yöneticilerini ‘’kudretli’’ ve ‘’yeterli’’ göstermek için deprem bölgesinden yayın yapan anaakım medya çalışanlarından bazıları bile -ki bu insanlar şimdiye kadar bu rejimin sadık takipçileri ve savunucuları olmuşlardır- böylesi bir suçun parçası olmak istemiyorlar ve halkın yaşadığı acıları şu ya da bu düzeyde, dile getiriyorlar.  

Hakim sınıflar aynı zamanda ağır Türk şovenizmini devreye sokuyor. Bu ülkenin ‘’güçlü’’ olduğunu ve bu milletin ‘’üstün’’ ‘’özel kumaştan’’ olduğunu ön plana çıkararak, sisteme ve onun yöneticilerine yönelen öfkeyi söndürmeye en azından durdurmaya çalışıyorlar. Gerçekleri anlatan kim varsa ister halktan olsun, ister devrimci, herkesi ‘’vatan haini’’ ilan ediyorlar. Depremin ilk saatlerinden itibaren seferber olan ve örgütlü devlet gücünden bin kat daha iyi çalışan Haluk Levent ve Ahbab’ı, rejimin maaşlı trolleri hedef göstererek, ‘’vatan için’’ çalışmadığını kendi ‘’popüler sanatçı’’ kimliği için çalıştığı gibi saçmalıkları yayıyorlar. Halbuki aynı düşünüş biçimine sahip olmayan bir sürü sanatçı, yazar ve aydın, depremin ilk saatlerinden itibaren, Ahbab’ın bölgedeki çalışmalarına geceli gündüzlü katıldı ve bu halkın acılarına ve yaralarına bir nebzede olsa cevap olmaya çalıştı. Onlar halka yardımcı olmak isterken ‘’hain’’ ya da ‘’çıkarcı’’ ilan ediliyorlar.  

Türk şovenizmi sadece bununla sınırlı değil. Bu ülke, Ermenilerin soykırımı, azınlıklaştırılmış Rumların zorla göç ettirilmesi ve katliamları, Kürt ulusunun sistematik imha, inkar ve katliamları üzerine kurulmuştur ve ister İslamcı olsun ister Kemalist, Türk şovenizmi hakim sınıfların ‘’birlik harcıdır’’. Bu temel ve yalın bir hakikattir. Bununla birlikte, Kuzey Kürdistan’da yaşayan azınlık Arap halkı, her zaman hakim sınıfların hedefi olmuştur. Bu ülkenin resmi tarihi, Osmanlının yıkılışının önemli bir nedeni ‘’Arap ihanetçileri’’ olarak gösterip, on yıllar boyunca toplumda bir Arap düşmanlığı yaymıştır. Özellikle 2011’de Suriye’deki savaşın etkisiyle birlikte 6 milyona yakın Suriyeli’nin Türkiye/Kuzey Kürdistan’a göçü, Arap düşmanlığını, göçmen düşmanlığı ile körüklemiştir. Depremin hemen ardından bölgede yaşına ve bu depremin en az diğer halklar kadar mağduru olan Araplar, -özelde Suriye’li Araplar- hedef gösterilmeye başlamış ve yağmacı ilan edilmiştir. Bu gerici saldırının iki nedeni var; birincisi, temel olarak Türk şovenizminin toplum içerisinde çok güçlü bir etkisi olduğu hakikatidir. İkinci nedende ise deprem sonrası ortaya çıkan öfkenin rejim tarafından Araplara yönlendirilmesi yatmaktadır. Rejim böylece Türklerin her koşulda ‘’asil’’ olduğunu, ‘’devlete ve düzene’’ bağlı olduğunu, yağmacıların ve isyancıların ise ‘’Türk olamayacağı’’, ‘’hain olduğu’’ şovenizmini pompalamakta ve Arapları özel olarak ise Suriye’lileri şeytanlaştirmaktadır. Bu kampanyaya sözde rejim muhalifi kafatasçı Türkçü faşistler de katılmaktadır.  

Rejimin ‘’yağma’’ diye ifade ettiği şeylerin ezici bir çoğunluğu deprem/devletzedelerin hayatta kalabilmek için marketlerden, henüz yıkılmamış olan binalardan aldıkları temel ihtiyaçlardır. İnsanların – ister Türk olsun, ister Kürt isterse Arap- yaşanılan vahşet sonrasında geride kala ailelerini yaşatmak, koruyup kollamak istemeleri kadar doğal bir şey olamaz. Bu sistemin doğal afet sonrasında nasıl aciz olduğu, dehşet üzerine dehşet yarattığı gerçeği, Arap halka ve Suriyeli göçmenlere yönelik linç girişimleriyle gizlenemez. Fakat rejim ve onun sahadaki savunucuları, sosyal medyadaki maaşlı trol ordusu, göçmenlere işkence görüntülerini göstererek, ‘’kahramanlık’’ hikayesi yaratmak istiyor. ‘’Yüce Türk’ün’’ en ağır koşullarda dahi ‘’vatana sahip çıktığı’’ şovenist zehrini kusuyor.   

Daha önceden de söylediğimiz üzere, iki zehirli ideoloji olarak İslamcılık ve Türk şovenizmi bu rejim altında öyle bir bileşim gerçekleştirdi ki, toplumun üzerine bir karabasan gibi çöktü. Toplumdaki en ufak itirazı ‘’dine ve vatana’’ karşı olmakla suçladı ve bastırdı. Ve rejim en iyi bildiği şeyden İslamcı Türkçü faşizmden vazgeçmeyecek! Şayet bundan vazgeçerse, kendi varlık nedeni ortadan kalkar ve her şeyi kaybedebilir.  

Rejim, tüm ağır zehirli dinci ve şovenist saldırılarına rağmen, şimdiye kadar bu siyasi etkinin altında olan kitlelerde dahil, bölgede insanların önemli bir kısmı, hakikatin derin katmanları; bu sistemin işleyişi ve yaşadığımız acıların son derecede gereksiz oluşu ve insanlığın devrime ve yeni komünizme olan keskin ve acil ihtiyacının farkında olmasalar da, hakikatin yalın olan katmanlarını görebiliyorlar; bu rejim tarafından çaresizlik içerisinde ölüme terk edildiler! O yüzden bu rejimin en büyük cephaneliği olan din ve şovenizm, bu vahşet yıkıntılarının üstünü örtmeye yetemeyecek!  

İnsanlığın vecanlıların tüm bu yaşadıkları büyük acılar bizlere bir daha ve bir daha DEVRİME İHTİYACIMIZ VAR DAHA AZINA DEĞİL! yalın hakikatini göstermektedir. Daha ne kadar canımızı yıkıntılar altında, soğuktan ve çaresizlikte ölüme terk edeceğiz! Daha ne kadar, bir battaniye için günlerce feryat edip, yaşadıklarımızın ‘’ kaderin bir planının parçası’’ olduğu saçmalığını dinleyeceğiz! Bu felaketten güzel bir şeylerin çıkabilmesi için öğrenelim! Evet, insanlara gidelim ve acil yaralarını sarmak için seferber olalım. Ve evet bugün bu dünyanın en temel ve acil ihtiyacı olan DEVRİM’i haritaya koyalım! Bu yaşadıklarımızın ve nice acıların yaşanmamasının yegane yolu budur, daha azı değil!  

 

 

 




Taksim Saldırısına İlişkin Oryantasyon Notları

1.) 13 Kasım Pazar günü Taksim’in en kalabalık yerlerinden biri olan İstiklal Caddesi’nde bombalı saldırı sonucu 6 insan hayatını kaybetmiş ve onlarcası yaralanmıştır. Direk halkı hedef alan böylesi bir eylemde ilk sorulması gereken soru şudur; ‘Cui bono’ yani böylesi bir suçtan faydalanan kimdir? Saldırıdan hemen sonra Erdoğan’ın “münferit” bir olay olmuş gibi serinkanlı açıklama yapması ve G20’ye yol alması ve birkaç saat içinde başta Soylu olmak üzere eli kanlı rejimin diğer bakanlarıyla birlikte İstiklal Caddesi’nde boy göstermesi ve tüm bunları büyük bir rahatlık içerisinde yapmaları durumu, bu suçtan faydalananların suçu işlediğine yönelik açık kanıtlar arasındadır. İşgalci TSK’nın ve rejimin Rojava’da desteklediği cihatçı güçler de böylesi bir saldırıyı düzenlemiş olabilir -MİT’in istihbaratı olmadan bunu yapmaları neredeyse imkansızdır- Ama böyle olsa bile temelde bu Türk hâkim sınıflarının işine yarar; hem kendi işgal ettiği bölgelerde “meşruluk” kazanmanın çabasına girer ve işgali derinleştirir hem de iç siyasette kendi gerici tabanını faşist temelde daha fazla konsolide eder. Her iki olasılıkta da bu eylemin sonucundan İslamcı Türkçü faşist rejim faydalanmaktadır. Hatırlanacağı üzere Davutoğlu başbakanlığı döneminde Hakan Fidan Suriye’ye yönelik bir savaşın çıkartılması ve Rojava’nın işgali için “4 tane adam gönderirim, 8 tane boş alana füze de attırırım” gizli kayıtları eskinin “yol arkadaşları” şimdilerde ise moda düşman Gülenciler tarafından ifşa edilmişti.

2.) Daha eylemin haberi yeni gelmiş durumdayken faşist rejimin güçleri PKK/PYD üzerinden Kürt halkını açık hedef haline getirmişlerdir. Avukat Jiyan Tosun’un ilk elden hedef gösterilmesi bunun bariz örneğidir. Kürt halkını kriminalize etmek ve böylece onun meşru mücadelesini “terör” olarak göstermek ister Kemalist olsun isterse İslamcı Türk hakim sınıflarının ezelden beri baş vurdukları bir yöntemdir.

3.) İslamcı Türkçü faşist rejim PKK/PYD’yi işaret ederek birkaç amacı birden hedeflemektedir; G20 öncesi ABD’nin ve Batılı güçlerin PYD’yle olan ilişkilerini sorgulatmak ve PYD’yi terörist örgüt olarak göstermek. Rojava ve Bakur Kürdistan’ına yönelik olası bir operasyonun kendince “meşru” zeminini hazırlamakta istemektedir. Tüm bunlar Türkiye’de Kürt düşmanlığının ve Türk şovenizminin daha fazla köpürtülmesine ve bu gerici temelde toplumun kutuplaştırılması sağlanacaktır. Gerek KCK’nın herekse HSK’nin Taksim saldırınsa dair yaptığı açıklamalara rağmen ‘zanlı itiraf etti’ diye ısrar etmeleri, hakim sınıfların gerici ajandası için ne kadar iştahlı olduğuna dair bir göstergedir.

4.) Yukarıda vurguladığımız olası gerici kutuplaştırma yönelimi AKP/MHP ittifakının halk kitleleri nezdinde güç kaybetmeye başladığı derin ekonomik ve siyasi kriz koşullarında yaşandığı akıllarda tutulması gerekir. Yine bir diğer husus ise AKP’nin İstanbul seçimlerini iki defa kaybetmesi sonrasında sürekliliği sağlanmış bir ‘seçimler süreci’ içerisinde olmasıdır. Erdoğan seçimleri kesinlikle kaybetmek istememektedir. Daha da önemlisi, iktidarını vermek istememektedir ve bunu yapmak için her opsiyonun (evet her opsiyonun) masada hazır olduğu ve değerlendirildiğidir. Kürt halkının krizimalize edilmesi ve bunun için HDP’nin kapatma davasının da bu opsiyonlardan biri olduğu unutulmamalıdır. Zira Taksim saldırısından hemen sonra kafatasçı Bahçeli’nin “HDP’nin siyaset hayatında yer almasına tahammül edemiyoruz” açıklaması bunu kanıtlar niteliktedir. HDP’nin seçim öncesi kapatılması, Millet İttifakı’nı “terörler arana mesafe koy” stratejisiyle ilerleyeceği için, böylece hakim sınıfların ‘muhalif’ klikleri de ya pasifize edilecek ya da “Kazlıçeşme Ruhuna” dahil edilebilecektir. Böylesi olası bir opsiyon, -HDP’nin kapatılması ya da kapatılmaksızın terörize edilmesi ve meşru siyaset hakkının neredeyse tamamen elinden alınması- Erdoğan için bir ‘can yeleği’ olarak belirmektedir.

5.) Diğer bir husus ise özellikle faşist Zafer Partisi’nin göçmen düşmanlığı üzerinden yaptığı propagandadır. Eylemi gerçekleştiren sözde zanlının Suriye kökenli bir kadın olarak sunulması, kafatasçı Türk faşistleri tarafından hem göçmen düşmanlığı hem de Kürt düşmanlığı gerici siyasetini güçlendirmektedir. Göçmenler daha fazla hedef gösterilmekte ve şeytanileştirilmektedir. Buna paralel olarak mizojini ve kadının aşağılanmasına “normalleştirilmiş” bir argüman olarak sunulmaktadır. Ataerkinin binlerce yıldır süregiden “Şeytan Kadın” imajı bir kez daha hortlatılmıştır. Özellikle sosyal medyada sürdürülen ve temelde kadınların aşağılanmasına yönelik kullanılan dil, faşist hareketlerin ataerkinin en kaba tezahürü olduğunu bir kez daha göstermektedir.

6.) Bu coğrafyada bilinci ve kalbi doğrudan ve iyiden yana olan herkesin, faşist iktidarın Kürt halkına, göçmenlere, kadınlara yönelik tüm kara çalmalarına, şeytanileştirme politikalarına ve sürekliliği sağlanmış saldırına karşı olmaları gerekir. Kürt Ulusuna yönelik baskı imha ve asimilasyon politikasına karşı çıkmak, bu coğrafyadaki ilericilerin en temel sorumluluklarından biridir. İster Kemalist olsun ister İslamcı, hakim sınıflar bu ülkenin kuruluşundan beri Kürtlere yönelik başlattığı baskı ve sindirme politikalarını sonradan tüm muhalif kesimlere yöneltmişlerdir. Kürt ulusunun bastırılması, tüm muhalif güçlerin -hatta hakim kliklerin muhalif kanatlarının dahi- bastırılmasında hep bir laboratuvar rolü görmüştür. Türk şovenizminin teşhirine, ona karşı birleşmeye bugün her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Gerici şovenist dalganın kırılması ve ezilen kitlelerin birlikteliği, sadece bu rejimin suçlarına karşı değil temelde bu rejimi de yaratan sisteme karşı yönlendirilmesi bugün gereksinim duyduğumuz temel ihtiyaçtır. Böylesi bir ihtiyacın karşılanması gerçek bir devrim için, bu sistemin köklerinden sökülüp atılması ve temelden radikal farklı ekonomik ve siyasi sitemin kurulması için devrim hareketinin inşası zorunludur. Dünyanın bu halinde rahatsızlık duyan ve ona gerçek bir anlam vermek isteyen herkesin Bob Avakian’ın mimarı olduğu ve önderlik ettiği yeni komünizmi araştırmalı, etüt etmeli ve bizler gibi sıkı takipçileri olmalıdırlar.




Utanmaz Amerikan Şovenizmi: ABD Emperyalizmini “Otoriteryanizm Karşıtlığı” Maskesiyle Desteklemek

Editörün Notu: Aşağıdaki yazı yeni komünizmin mimarı olan Bob Avakian tarafından kaleme alınmış ve 25 Şubat 2022 tarihinde revcom.us sitesi üzerinden yayına alınmıştır. Bob Avakian bu yazısına 2023 baharında yeni bir ek yapmıştır. Yeni haliyle okuyucularımızın dikkatine sunuyoruz. Yazının orijinaline https://revcom.us/en/bob_avakian/shameless-american-chauvinism-anti-authoritarianism-cover-supporting-us-imperialism linkinden ulaşabilirsiniz.


“Gidip bakabileceğiniz her yerde arayın, Eski Dünya’nın monarşilerinde ve despotizmlerinde arayın, Güney Amerika’ya bakın, bütün suiistimallere bakın ve en sonuncusunu bulduğunuzda bulgularınızı bu ulusun günlük pratikleriyle yan yana koyun ve benimle birlikte şunu söyleyeceksiniz, tiksindirici barbarlıkta ve utanmaz ikiyüzlülükte Amerika rakipsiz bir şekilde hüküm sürmektedir.”

-Frederick Douglas, eski köle ve kararlı bir ilgacı (abolisyonist), 1852

Son yıllarda, ABD’de Donald Trump ve Cumhuriyetçi Parti tarafından temsil edilen, büyüyen ‘’otoriteryenlik’’ tehlikesiyle ilgili çok fazla yazıp çizildi. Şimdiyse Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve ABD’nin buna cevaben hamleleri kontekstinde sözde ‘’otoritaryanizm’’ ‘’uzmanlarının’’, ABD emperyalizminin tahakkümüne, Rusya’nın ve hatta belki de gizlice ve daha ciddi bir şekilde Çin’in meydan okumasıyla ilgili yorumlar yaptıkları bir gösteriye şahit oluyoruz. (Rusya ve Çin çok uzun zamandır ‘’komünist’’ değillerdir ve hatta on yıllardır kapitalist-emperyalist ülkelerdir ve ABD’nin emperyalist çıkarlarına kayda değer bir tehdit oluşturmaktadırlar.)

Eğer bu ‘’uzmanları’’ dinleyecek olursak, Rusya ve onun ‘’otoritaryen’’ lideri Vladimir Putin en çok endişelenmemiz gereken emperyal hırslara sahip olan güçtür. Ve birdenbire bir ülkenin başka bir ülkeyi gevşek bahanelerle, aşağılık yalanlarla işgal etmesinin ne kadar yanlış ve tehlikeli olduğu gibi yüce gönüllü prensipler sadece Putin’e (ve tabii ki ‘’bizim’’ sevmediğimiz diğer ‘’otoritaryenlere’’) uygulanmaya başlar, kesinlikle ‘’bize’’ değil.

Rusya’nın Ukrayna’yı işgal ederek uyguladığı büyük zorbalığı ve saldırganlığı dürüst her insanın kesinlikle karşı çıkması gereken bir durumdur. Ancak hiçbir dürüst insan Rusya emperyalizmi ile rekabetinde ABD emperyalizmi ile taraf olmamalıdır. Burada bahsedeceğimiz nedenlerden ötürü ABD emperyalistleri ve onların medya dalkavuklarının ve diğer temsilcilerinin tepeden bakan bir şekilde Rusya’nın işgalini kınamaları, ABD’nin açık ara farkla başka ülkelere işgal de dahil olmak üzere saldırgan eylemlerde başı çekmesinden ötürü katıksız ve iğrenç bir ikiyüzlülüktür.

Bir şekilde bu ‘’bilgin insanlar’’ ABD’nin başka bir ‘’bağımsız ülkeyi’’, Irak’ı, 2003 yılında İslamcı köktendinci terör örgütü El Kaide’ye yakınlık ve ‘’kitle imha silahları’’ bulundurmak gibi alçakça yalanlara dayanarak işgal ettiğini ‘’unutmuş’’ gözükmektedirler. ABD’nin bu işgali, yüz binlerce insanın hayatına mal olan, milyonlarca mülteci yaratan ve dünyanın bu bölümünde ölüm ve yıkım girdabı yaratan alçakça bir uluslararası savaş suçuydu. (Bu günlerde CNN gibi ‘’anaakım’’ medyada olan mide bulandırıcı gösterilerden birisi de programlardaki ABD’nin Irak’taki savaş suçlarında bulunmuş ‘’gazi’’ hükümet yetkililerinin küstahça Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini güçlü bir ülkenin güçsüz bir ülke üzerinde uyguladığı illegal bir saldırganlık olarak kınamalarıydı! Bu tip Amerikan savaş suçlularının başkalarının savaş suçlarını kınaması meselesi rezalet bir ironidir ve bu, medya tarafından ‘’unutulur’’ veya kasti olarak görmezden gelinir.)

Bir şekilde bu ‘’uzmanlar’’, ABD’nin açık ara farkla başka ülkelere saldırganca müdahale etme konusunda rekoru elinde tuttuğu meselesinde cahil kalırlar (veya kasıtlı olarak bunu görmezden gelirler): ABD’nin II. Dünya Savaşı’ndan beri sürdürdüğü insanlığa karşı suçları da dahil olmak üzere ABD, Vietnam’da milyonlarca sivili katletmiş, bundan önce bunu Kore’de yapmış, Endonezya’da, İran’da ve dünyanın başka yerlerinde darbeler örgütlemiş, 1846’dan bugüne kadar Güney ve Orta Amerika ülkelerine; askeri müdahaleler, CIA darbeleri ve akla gelebilecek her türlü yolla yüzbinlerce insanın hayatına mal olan ve bu ülkelerin halklarını bitmek bilmez bir sefalete sürükleyen yüzlerce müdahalede bulunmuştur.

Yine bir şekilde bu ‘’aydınlanmış tarihçiler’’ yaşadıkları ülkenin (‘’eski iyi ABD) kuruluşunun ve sınırlarını sürekli olarak genişletmesinin temelinde, bu kıtanın yerli halklarına karşı soykırımsal‘’askeri seferler’’ de (antlaşmaların bu süreç içerisinde defalarca bozulması da dahil) dahil olmak üzere vahşice kitlesel bir şiddetin olduğu hakikatini göremiyorlar. Ve yine 19. Yüzyılın ortalarında Meksika’ya karşı yürütülen ve Meksika’nın topraklarından, çoğunlukla köleciliğin ilerletilmesi için büyük bir parçanın koparıldığı yayılmacı savaş şiddeti de unutulmuş gözükmektedir. Ve bütün bunların dışında, bu ülke ‘’Tanrı’nın Kuzey Amerika’yı ABD’ye tahsis ettiğini’’ bunun ‘’aşikar bir yazgı’’ olduğunu ilan etmiş ve ‘’bir ucundan öbür ucuna’’ (ve ötesine) fetih ilan etmiş bir ülkedir.

Amerikan Şovenizmi ve ‘’Otoritaryenizmin’’ Kullanılışı ve Yanlış Kullanılışı

‘’Otoritaryenizm’’ nosyonu, ‘’bilginlerin’’ ve ‘’alimlerin’’ palavra savurduğu şekliyle yanlış yönlendirici bir konsepttir, bu yönlendirme Amerika’nın emperyalist çıkarlarını savunur ve Amerikan şovenizmini destekler (Amerikalıların daha üstün oldukları ve ‘’Amerikan tipi hayat’’ gibi hastalıklı düşünceler). ‘’Otoritaryenizm’’, kendinde ideolojik, politik ve sosyal hiçbir içerik barındırmaz ve hatta gerçekte sosyal, politik ve ideolojik içerikleri maskeler veya bulanıklaştırır. Örneğin, Donald Trump ve Cumhuriyetçi Parti’yi ‘’otoritaryenler’’ olarak nitelendirmek onları basit bir şekilde yasadışı ve tiranik bir iktidar güdüsüne sahip gibi gösterir. Onların bu iktidarla ne yapmak istediklerine dair -nasıl bir ideoloji, nasıl bir siyasi ve sosyal programa sahipler ve bununla neyi uygulamayı ve zorlamayı düşünüyorlar. İşin aslı bunlar faşisttir -bu gayet açık bir konsepttir: Siyahilerin ve diğer azınlık ulusların, kadınların ve LGBT’lerin nefret ve şiddetle bastırılması, çevrenin sınırsız yağması, grotesk Amerikan şovenizmi, çiğ bir entelektüel karşıtlığı ve anti bilimsel delilik. [i]

Bunları oldukları biçimiyle, yani faşistler olarak adlandırmayı reddetmek ve bunun yerine ‘’otoritaryen’’ demek birden fazla amaca hizmet eder ve bu amaçların hepsi Amerikan şovenizminin çizgisindedir.

Öncelikle, bu durum, bu faşistlerin bu ülkede kölelikten beri hüküm süren, acımasız eşitsizlikleri ve kan emici baskıların temel harcına döküldüğü ve nasıl işlediğinde, mevcut sistem tarafından beslendiklerini gizler. Bunun yetişmesi, bu ülkenin zehirli ve leş gibi kokan toprağından gelmektedir. Bu ülke en başından itibaren Siyahi insanlara aşağılık muamelesi yapmış, onları ‘’tanrının’’ acı çekmek için yarattığı canavarlar olarak görmüş, veya ‘’doğuştan’’ suçlu oldukları şeklinde damgalamıştır; kadınları eksik varlıkları olarak sadece erkeklerin hizmetçileri olarak görmüş, onların cinsel baskısının bir nesnesi ve çocukların damızlıkları olarak görmüştür ve LGBT’leri ise insan olmayan ‘’sapkınlar’’ olarak görmüştür. Şeylerin olağan ve değiştirilemez hali olduğu böylesi bir durumun dayatılması faşistlerin fanatik tutkuları ve hedefleridir. Ve bu faşistler gerçekten de bu ülkenin toprağından fırlamış iseler bu durum, bu ülkeyle ilgili bize ne söyler? Eğer öyleyse, bu ülkede ‘’istisnai olarak iyi’’ bir şeylerin olduğu, ‘’Amerikan istisnası’’ gibi kaba komedi bir nosyonun sürdürülmesi nasıl mümkün olurdu? -Bu ülkenin gerçek tarihi ve bugünün hakikati parçalara ayrılır ve rezil safsatalar ortaya çıkar- İşte bu yüzden pek çok ‘’tarihçi’’ ve ‘’bilgin’’ tarihi ve gerçekliği, gerçekten ve bilimsel olarak incelemek istemezler.

İkinci olarak, ‘’otoritaryanizm’’ ile ilgili olarak bunun gerçek ideolojik, politik ve sosyal içeriğine bakmaksızın ‘’otoritaryen’’ demek ‘’sağ’’ ve ‘’solun’’ ‘’ekstremistlerinin’’ özünde aynı olduğu yalanına bir referanstır. Böylece ‘’otoritaryanizm’’ damgasıyla birlikte komünistler, faşistlerle birlikte ‘’çok kötü insanlar’’ kampına atılabilirler. Gerçekte ise komünistler, faşistlere temelden karşıt bir gücü oluştururlar ve onların tam zıddıdırlar. Bu, bilimsel bir temelde bütün baskıcı ve sömürücü ilişkilerin lağvedilmesi için bir duruş sergileyen ve bunun için mücadele eden gerçek komünistlerle bütün bu ilişkilerin en korkunç ifadesini fanatikçe kararlı bir şekilde uygulamak isteyen ve bunu gerçekliğin anti bilimsel çarpıtmaları ve deli saçması komplo teorileriyle açıklayan faşistlerin ideolojilerinin; objektif ve bilimsel analiziyle rahatlıkla görülebilir.

Ve de ‘’solun ve sağın otoritaryanizmi’’ nosyonu Amerikan şovenizmini bu şekilde yayar ve uygular: Eğer ki tehlike solun veya sağın ‘’otoritaryanizmi’’ ise o halde bu çarpıtılmış mantığa göre şeytani ‘’otoritaryanizme’’ göre ‘’merkez’’ olan ‘’Amerikan demokrasisidir’’ -doğru ve iyi olan her şeyin merkezi.

Burada bir kez daha BTS adı altında bahsettiğim meseleye gelmiş bulunuyoruz, Büyük Totolojik Saçmalık, ‘’daire çizip durma argümanına’’ göre, Amerika bir iyilik gücüdür ve ne yaparsa yapsın iyidir veya en azından iyi niyetlerle yapılmıştır çünkü Amerika bir iyilik gücüdür. Bu BTS, bütün bu otoriterlik karşıtı ‘’tarihçiler’’ ve diğer Amerikan şovenistleri için ‘’büyük bir savunma mekanizmasıdır’’ . Bu ülkenin tarihi boyunca bugüne kadar bu makalede bahsettiğim işlemiş olduğu korkunç suçları açıklamalarını (yeri geldiğinde alakasız ve ehemmiyetsiz diyerek) sağlar. [ii]

‘’Kölelik ve soykırım üzerine bir ülke kurmuş olabiliriz’’ diyerek bazıları bunu itiraf eder ancak sonra ısrar ederek şunu söylerler ‘’ama her geçen gün daha mükemmel bir birliğe doğru gidiyoruz’’. (Ve bunu yaparken her geçen gün kitlelerin maruz kaldığı hayatlarını çalan ve ruhlarını ezen baskıları görmezden gelirler.)

‘’Belki fetih savaşları, işgaller, darbeler ve buna benzer şiddet eylemleriyle diğer ülkelerin iç işlerine karışmış olabiliriz’’ derler, ama hemen ardından ‘’Bunu daha büyük bir iyi için veya en azından daha büyük bir kötülüğün engellenmesi için yaptık.’’

‘’Dünya üzerinde nükleer silah kullanmış tek ülkede yaşıyor olabiliriz’’ -atom bombaları II. Dünya Savaşı’nın sonunda iki Japon şehrine atılmış ve anında yüzbinlerce insanı yakıp kül etmişti- ancak argüman devam eder, ‘’Bunu hayat kurtarabilmek için özellikle de Amerikan askerlerinin hayatlarını kurtarabilmek için yaptık.’’

Bunlar bu aymaz ve saçma rasyonalizasyonlara bazı örneklerdir.

Ve şimdi ise ABD’nin dünyadaki tahakkümüne, Rusya ve Çin gibi engellerle karşılaştıklarında ABD hakim sınıflarının ve onların papağanlarının Amerikan şovenisti rasyonalizasyonları bu örneklerden daha fazlası değildir: ‘’Devasa seviyelerde güç ve şiddet kullanarak dünyada ‘’ulusal’’ (bu emperyalist demektir) çıkarlarımıza uygun bir ‘’düzen’’ oturttuk ve bu düzeni hiç kimse bizim çıkarlarımızı tehdit edecek şekilde değiştiremez.

Kısacası dünyadaki ‘’iyi insanlar’’ ‘’biziz’’ ve eğer ‘’bizim’’ yaptığımız ‘’iyi şeyleri’’ başkaları yaparsa onlar ‘’şeytanidir’’ çünkü ne de olsa ‘’iyi’’ olanlar biziz. Ve şimdi bunun özel bir varyasyonu da bu ülkenin emperyalistleri ve Rusya ile Çin’in emperyalistlerinin yüzleşmelerinde ‘’biz’’ ‘’kendi’’ (ABD) emperyalistlerimizle olmalıyız çünkü diğer ülkelerin hükümetleri ‘’otoritaryen’’ ancak bizimkisi (henüz) değil.

Bunların hepsi hem ahlaki olarak hem de lojik olarak iflas etmiştir ve bunların iflası Amerikan şovenizminin Büyük Totolojik Safsatası tarafından kör edilmemiş herkes için çok bariz olmalıdır.

Bunun tarafından kör edilmek istenmeyen bizler ise gerçeklikle olduğu gibi yüzleşmeli ve analiz etmeli ve ondan gerekli sonuçları çıkartmalıyız. Bugün ve tarihsel olarak ABD’nin dünya çapında pek çok ‘’otoritaryen’’ ülkeyle ittifak yapmış olması bir yana (ve hatta kimi ülkelerde bunları zorla kendisi kurmuştur) bundan daha temel bir hakikat ise ABD ve Rusya, Çin gibi ülkelerin aralarındaki çatışmanın özünü ‘’demokrasi’’ ve ‘’otoritaryanizm’’ arasındaki çatışma oluşturmaz, bunun özü emperyalistler arasındaki rekabettir. Ve bu emperyalistlerin hepsi halk kitleleri için canavarca baskıdan başka bir şeyi temsil etmezler, bunların hiçbiri insanlığın çıkarlarını temsil etmez veya onun için harekete geçmez. Bugün yapılması gereken ve hemen acilen yapılması gereken bütün emperyalist yağmacı ve kitle katliamcılarına karşı çıkarken bütün baskı ve sömürü sistemleri ve ilişkilerine de karşı çıkmak ve bunu yaparken özellikle de ‘’bizim adımıza’’ canavarca suçlar işleyen ve bizi Amerikan şovenizminin grotesk çatısı altında birleştirmek isteyen ‘’kendi’’ emperyalist baskıcımızı kararlı bir şekilde reddetmeli ve ona karşı amansız bir mücadele vermeliyiz.

BOB AVAKIAN’DAN EK NOT, 2023 BAHARI

CNN ve MSNBC gibi ana akım medyada, Ukrayna’daki savaş konusunda “uzman yorumcular” denilerek bahsedilen CIA ajanları, eski subaylar ve benzeri kişilerin sürekli bir geçit töreni mevcut. Bu “uzman yorumculardan” bir tanesi de William Taylor. Taylor, Donald Trump’ın kendi siyasi hırsları ve hedefleri doğrultusunda ABD’nin Ukrayna’ya yaptığı askeri yardımı azalttığı (2022 yılındaki Rus işgalinden önce bile) suçlaması etrafında şekillenen ilk azledilme davasında tanık olarak yer aldı. Taylor aynı zamanda Vietnam’daki savaş sırasında ABD ordusunda subay olarak görev yapmıştı. Tabii ki bu görüşmeler sırasında Taylor, hiçbir zaman Vietnam’da ABD ordusu tarafından işlenen -en az 2 milyon sivilin ABD tarafından katledildiği korkunç yöntemler de dahil olmak üzere- neredeyse inanılmayacak kadar korkunç suçlardan sorumlu tutulmadığı gibi, bu korkunç suçların gerçekliğinden de hiç bahsedilmemiştir. Bu nedenden dolayı -ve Vietnam savaşının gerçek tarihi ve ABD’nin o savaştaki rolü “ana akım medya”da dahil olmak üzere bu ülkedeki egemen kurumlar tarafından bastırıldığı ya da “aklandığı” için- bu savaşla ilgili bazı önemli gerçekleri ve bunların, başta Barack Obama olmak üzere ABD’nin egemen sınıfının siyasi temsilcileri tarafından nasıl korkunç bir şekilde çarpıtıldığını burada yeniden aktarıyorum.

Öncelikle Donald Trump’ın ilk azil davasından bahsettiğim şu makalemden ( https://revcom.us/en/a/635/bob-avakian_on-impeachment-crimes-against-humanity-liberals-and-lies-en.html):

“Temsilciler Meclisi Yöneticilerinin” en ağdalı konuşanı olan Adam Schiff, Ronald Reagan’a atıfta bulunarak ABD ile ilgili “tepede parlayan bir şehir” dedi; oysa gerçekte bu ülke soykırım ve kölelik üzerine kurulmuş, insanları acımasızca sömürmeye ve halk kitleleri için korkunç sonuçlar doğuran -ve doğayı mahvederken katliam dolu darbeler ve işgaller gerçekleştiren- bir ülkedir. Temsilciler Meclisindeki azil duruşmaları ve ardından gelen Senato’daki dava boyunca Schiff ve diğer demokratlar, ABD ordusunun parçası olan tanıkları övmekten ve William Taylor’dan Vietnam’da ABD ordusunda verdiği “hizmet” nedeniyle defalarca kez “kahraman” olduğunu söylemekten çekinmediler. ABD ordusu ile ilgili hiçbir zaman “kahramanca” bir şey olmamıştır. Tam aksine, tam olarak, en ufak bir abartı olmaksızın ABD tarifsiz savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar işleyen bir savaş makinesidir ve Vietnam’daki eylemleri, neredeyse tarifi olmayan bir yıkıcılık ve ahlaksızlık düzeyiyle bunun sistematik bir yoğunlaşmasını oluşturmaktadır:

Okullara, hastanelere, barajlara ve diğer başka altyapı tesisine yapılan bombalı saldırılar ve bunlarla beraber katledilen milyonlarca Vietnamlı sivil; napalm, beyaz fosfor, Portakal Gazı ve milyonlarca anti-personel silahının yaygın kullanımıyla çok sayıda çocuğun ve başkalarının yakılarak öldürülmesi ve sakat bırakılması;

milyonlarca Vietnamlının geçim kaynağının mahvedilmesi -Vietnam’ın kırsal bölgelerinde yaşayan insanlar için ciddi önemi olan toprağın ve çiftlik hayvanlarının büyük bir bölümünün yok edilmesi;

çok sayıda, sivilde dahil olmakla beraber, esir tutulan insanların işkence görmesi (erkek, kadın, yaşlı, genç ve çocuklarda dahil olmak üzere);

öldürülen Vietnamlıların vücutlarının parçalanması ve vücut parçalarının “ganimet” olarak giyilmesi; Vietnamlı kadın ve kızlara toplu tecavüz edilmesi.

ABD ordusu ve onun “kahraman” askerleri tarafından yapılan bütün bunlar ve daha fazlası.

Daha önce, özellikle “Liberaller” olmak üzere insanları revcom.us’ta yayınlanan ve ABD hakim sınıfının bu ülkenin başlangıcından günümüze kadar Cumhuriyetçi ve Demokrat yönetimler tarafından işlenen en korkunç suçları göz önüne çıkaran ve sunan “Amerikan Suçları” serisine ciddi bir şekilde ilgilenmeleri için davet etmiştim. Bu seriye, ABD askerlerinin neredeyse tamamı yaşlı, savaşçı olmayan kadın ve çocuklardan oluşan 500’den fazla sivili ahlaksızca katlettiği Vietnam’da gerçekleşen My Lai katliamı da dahil. Bu katliamın bir istisna olmadığı, aksine Vietnam’daki Amerikan savaş makinesinin temel yaklaşımını ve araçlarını temsil ettiği, ideolojik olarak cahil, irrasyonel anti-komünizm, Amerikan şovenizmi ve Vietnam halkını insanlık dışı “çekik gözlüler” ve “yamaçlar” olarak gören, kadınları da en aşağıda gören ve muamele eden iğrenç derecede ırkçılık ve kadın düşmanlığının sapkın, zehirli bir bileşiminden beslendiği iyi belgelenmiş bir gerçektir.

Bu ülke ve onun dünyadaki rolü hakkındaki bu temel gerçekleri inkar etmek ya da görmezden gelmek veya Donald Trump’ı ve Cumhuriyetçi Partisindeki faşist arkadaşlarının bariz yalanlarını kınamakla yetinip, Demokrat Parti’nin bu canavarca kapitalizm-emperyalizm sisteminin savunucuları ve koyucularının derin yalanlarını mazur görmek, hatta üstlenmek hiçbir işe yaramayacaktır.

Ve son olarak, Barack Obama’nın aynı orduyu Vietnam’daki rolü için öven aşağıdaki yazıyı okurken, ABD ordusunun Vietnam’daki asıl rolü hakkında yukarıda özetlenenleri aklınızda tutun:

“Tarihimizdeki en iç açıcı noktalardan bir tanesi de Vietnam idi -özellikle de oraya giden askerlerimize nasıl davrandığımız…Askeri tarihin en olağanüstü cesaret ve dürüstlük öykülerinden birini yazdınız.” -Başkan Barack Obama, 28 Mayıs 2013, Vietnam Savaşı Anma Töreninin bir parçası.

Burada, Barack Obama kasıtlı ve acımasız bir şekilde tarihi yeniden yazmaktadır: Vietnam’daki bu “askerlerin” gerçek rolünü tersine çevirmiştir. Vietnam’daki bu vahşeti gerçekleştiren “askerlere”, “hizmetlerinden dolayı” “teşekkür edilmediğini”, aksine bu savaş suçlarının bu ülkedeki kitleler tarafından haklı olarak kınandığından şikayet ediyor ve bu askerlerin (ve eski askerlerin) birçoğunun Vietnam’da yapmaları emredilenlere açıkça isyan ettiklerini ve ABD’nin bu savaştaki rolüne karşı duran büyük kitlenin önemli bir parçası oldukları gerçeğinden bahsetmiyor ya da bu gerçeği reddediyor.

Ve bir de şunu düşünün: Eğer Obama bu “askerlerin” Vietnam’da yaptıklarını “askeri tarihin en olağanüstü cesaret ve öykülerinden biri” olarak tanımlayabiliyor ise, bu sadece Obama’nın kendisinin değil daha temelde Obama’nın kana bulanmış bir temsilcisi ve görevlisi olduğu ABD kapitalist emperyalizminin gerçekten canavarca sisteminin derin bir ifşasıdır.


[i] Faşizm ve komünizm arasındaki derin farklarla ilgili konsantre bir tartışma için bkz. https://yenikomunizm.com/fasistler-ve-komunistler-birbirinin-tamamen-karsiti-ayri-dunyalar/

[ii] Bob Avakian BTS meselesine Trump/Pence Rejimi Gitmelidir İnsanlık Adına Faşist Bir Amerika’yı Reddediyoruz Daha İyi Bir Dünya Mümkün konuşmasında değinmektedir.




Irkçılık – Beyaz Çocukların Bunu Öğrenmesi Gerekiyor

Editörün Notu: Devrimin önderi ve Yeni Komünizm’in mimarı Bob Avakian’ın aşağıdaki yazısı 2 Şubat 2022 tarihinde yayınlanmıştır. Türkçe çevirisini takipçilerimiz için aktarıyoruz.

Kaynak için bkz: RACISM—WHITE KIDS NEED TO LEARN ABOUT IT | revcom.us


Bugünlerde faşist politikacılar, “ebeveyn grupları” ve diğer faşist kaçıklar; çocukların ve genel olarak halkın bu ülke hakkındaki bazı temel gerçekleri, ülkenin gerçek tarihini ve mevcut gerçekliği öğrenmelerini engellemek için kitapları yasaklayarak ve başka yollarla alçakça bir kampanya yürütüyorlar. Bu faşistlerin esas saldırı çizgilerinden biri, beyazların üstünlüğünü ve ırkçılığı öğrenmenin çocukları -yani beyaz çocukları- “kötü hissettireceği” şeklindedir.

1950’lerde ve 1960’ların başında büyüyen beyaz bir genç olarak beyazların üstünlüğünü ve ırkçılığı öğrendiğim zaman bu durum beni de kötü hissettirmişti – ve  bu çok iyi bir şeydi! Bütün bunlar beni öfkelendirdi, ve evet bu durum beni utandırdı. Ayrıca beyaz üstünlüğüne ve ırkçılığa karşı mücadelenin bir parçası olarak bende bir şeyler yapma isteği uyandırdı.

Bu konuda yalnız da değildim: O dönemlerde genç olan, sivil haklar hareketinden ve daha sonra Siyahilerin militan kurtuluş hareketinden ilham alan ve 1960’ların devrimci yükselişinin bir parçası olan çok büyük sayılarda -milyonlarca- insanın yaşadığı bir tecrübeydi bu.

Bu faşistler, bu son derece gergin zamanlarda böylesi bir şeyin bir daha yaşanmasına izin vermemek için kararlılar; bu doğrultuda bir grup akılsız beyaz genci kuduz ırkçılara dönüştürmek için yola çıkıyorlar (1930’larda oradaki NAZİ faşistlerinin yükselişi sırasında Almanya’daki Hitler Gençliğine benzer şekilde bunu yapıyorlar).

Faşistlerin bu ülke hakkındaki gerçekleri bastırma girişimlerinde önlerini kesmek faşizmi genel olarak yenmenin önemli bir parçasıdır.

Ve bu durum, temellerine ve gidişatına beyaz üstünlüğü işlenerek faşizmi besleyen, burada ve tüm dünyada kelimenin tam anlamıyla milyarlarca insanın korkunç zulmünün kaynağı olan, çevrenin giderek artan yıkımı ve -ABD, Rusya ve Çin dahil- nükleer silahlı kapitalist-emperyalist güçler arasındaki sürekli savaş tehlikesi yoluyla insanlığın varlığına yönelik bir tehdit oluşturan bütün bu kapitalizm-emperyalizm sisteminden kurtulmanın bir parçası olabilir ve olmalıdır da.




Roboski Katliamının 10. Yılı

Salih Ürek, Bedran Encü, Adem Ant, Erkan Encü, Şivan Encü, Muhammed Encü, Bilal Encü, Aslan Encü, Mehmet Ali Tosun, Savaş Encü, Orhan Encü, Nadir Alma, Celal Encü, Fadil Encü, Mahsun Encü, Şervan Encü, Yüksel Ürek, Cemal Encü, Cihan Encü, Vedat Encü, Serhat Encü, Salih Encü, Özcan Uysal, Hüseyin Encü, Nevzat Encü, Hamza Encü, Selim Encü, Zeydan Encü, Seyithan Enç, Hüsnü Encü, Selahattin Encü, Osman Kaplan, Abdulselam Encü, Şerafettin Encü.

Yukarıda adı geçen 34 kişi, henüz 19’u reşit bile olamamış 34 kişi. Henüz 19’u reşit bile olmayan 34 Kürt. Henüz gençliğini yaşayamadan sadece Kürt olması öldürülmesi ve adil bir yargılamanın olmaması için yeterli 19 insan, çocuk…

28 Aralık 2011 yılında yani bugünden tam 10 yıl önce savaş uçakları Irak sınırında katırlarla geçen 38 kişilik bir kervanın üzerine 4 bomba bıraktı. 34 kişiyle beraber kervanda bulunan 50 katır da ölürken sadece 4 kişi hayatta kaldı.

Temelinde Türk hakim ulus şovenizmi yatan bu iğrenç katliamın “istihbaratının” nereden geldiğine yönelik onlarca iddia ortaya atıldı: Amerikan droneları, İsrail droneları, TSK droneları, MİT raporu, TSK İstihbarat bürosu… Bütün bunlar çeşitli yayın organlarında tartışılırken olaya yayın yasağı getirildi, devlet sırrı damgası vuruldu. Herkes topu birbirine attı. “Bahoz Erdal geçecekti”, “PKK’liler zannettik”, “Hakketmişlerdi”, “PKK’ye çalışıyorlardı” dendi. Sevdiklerinin bedenleri bombalarla paramparça edilen aileler mahkeme salonlarından başka mahkeme salonlarına gönderildi. İçişleri bakanlığı “soruşturmasını” tamamladı. MİT “soruşturmasını” tamamladı. Genelkurmay ‘’soruşturmasını’’ tamamladı. Bir suç bulunamadı. Üzerine çocukları bombalarla yok edilen ailelere “kişi başı” 120 bin lira “tazminat” önerildi.

Ancak temel mesele ya tartışmaya hiç açılmadı ya da çok az açıldı. Bu ülkenin kurucu değerlerinin nasıl bir hakim ulus şovenizmi üzerinden yükseldiği, Kürt halkının her türlü cebir yoluyla nasıl baskı altına alındığı; kültürlerinin, dillerinin ve hatta varlıklarının bile tartışmaya açıldığı, yok sayıldığı, baskı altına alındığı ve bunun nedenleri üzerinde durulmadı. Ancak durulması gerekiyor. Roboski Katliamı, Türk hakim sınıflarının Kürt halkı üzerindeki ilk katliamı olmadığı gibi bunu beraberinde 2015 işgalleri ve bombardımanları izledi; bunu beraberinde panzerlerin altında ezilen onlarca Kürt çocuğu izledi, bunu beraberinde HDP İzmir Bürosuna yapılan silahlı saldırı, bunu beraberinde Kürt halkının siyasi bütün haklarının baskı altına alınması, HDP’lilerin derdest edilmesi, sömürge valilikleri misali HDP’li belediyelere kayyum atanması izledi.

Söylenmesi gereken çok temel bir hakikat var: Bu sistem ulusal baskı olmadan yapamadı, yapamıyor ve yapamayacak! Söylenmesi gereken başka bir temel hakikat var: Türk hakim sınıfları şovenisttiler, şovenistlerdir ve şovenist olmaya da devam edecekler! Ve bu Cumhuriyet kanla kuruldu diyen kuduz ırkçılarda bir başka hakikate işaret ediyorlar. Evet bu Cumhuriyet kanla kuruldu, Ermeni ulusunun, Kürt ulusunun, Rumların ve diğer azınlık ulusların kanlarıyla, katledilmeleriyle kuruldu.

Hakim Ulus Şovenizminin, Türkçülüğün Temelleri

Ezici çoğunluğu daha sonra Cumhuriyet’in kurucu kadroları arasında olacak olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önder kadroları Osmanlı İmparatorluğundan kalan toprakların korunması için başta ‘’Panislamizmi’’ öne sürmüş ve Ermeni Soykırımından sonra Türkçülük tezleri bir ‘’tutkal’’ olarak kullanılmıştır. Böylece bir ulus olarak Türklerin himayesi altında bir Türk devletinin tesis edilmesi Osmanlı’nın son yıllarına damgasını vururken bu aynı zamanda Cumhuriyet’in kurucu unsurlarından birisi olmuştur. Nitekim bir Türk ulusunun yaratılması ve kapitalizme entegre kendi pazarı olan bir ulus-devletin yaratılması Kürt ulusu başta olmak üzere diğer azınlık ulusların inkarına, asimilasyonuna ve yeri geldiğinde açıkça imhasına dayanıyordu. Ulusun birliğinin sağlanabilmesi için hakim sınıflar köklü bir ‘’Türkleştirme’’ programına giriştiler. Özellikle Lozan’dan resmileşmiş bir Türkiye Cumhuriyeti ile dönülmesi sonrasında Kürt ulusunun toplu inkarına gidildi ardından ise başta Dersim Etnisidi olmak üzere bir imhaya girişildi. Kürtçe yasaklandı, Kürtlere ait olan bütün kurumlar; dinsel vakıflar, yayın organları, okullar kapatıldı. [i]

İslamcı/Türkçü Faşist Rejim ve Kürt Ulusu

Mevcut rejimin gelişiminin ve niteliğinin analiz edildiği dosyamızda şu şekilde belirtmiştik:

“Kürt Sorununda; rejim  “demokratik açılımdan” “Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır” anlayışına vararak, Türk hakim sınıflarının geleneksel bastırma ve inkar ve imha politikalarını yeni biçimde hayata geçirmiştir. Daha önceden de söylediğimiz üzere “Hâkim ulus anlayışı, devletin kurucu unsurudur ve bu devletin yönetim biçimi -rejimi- ne olursa olsun, temel dayanaklarından biri de Kürt ulusunun baskı altına alınmasıdır. Zira, bu gerçekleşmediği takdirde, hakim sınıf ilişkilerinin çözülmesine neden olabilir.” [ii]

Ve rejim bir kere konsolide olduktan sonra:

“Rejim “Hendek olayları” esnasında yüzlerce genci öldürmüş, yine binlercesini yaşadıkları yerlerden zorla göçe tabi tutarak, Kürt kitlelerinin devlete olan direncini kırmak istemiştir. TSK, Türkiye tarihinde hiç olmayan, bir iç savaşı andıran biçimde tank atışları eşliğinde şehirlere saldırmıştır. Bu saldırıları Rojava ve Bakur’da Cihatçı milisler eşliğinde TSK operasyonları ve ilhakları izlemiştir. Cihatçılara karşı direnen Kürtler, TSK’nın yeni yetme İslamcı-Türkçü faşistleri ve onların yanında konumlanmış cihatçı köktencilere adeta terk edilmiştir. Rejim, bölgenin güvenlik hatlarının destabilize olması, bölgesel gericiliklerin bir biriyle olan anlaşmazlıkları ve emperyalistler arasındaki çelişkilerden de yararlanarak Rojava ve Bakur’da çok büyük bir alan tutmakta, özcesi ilhak etmektedir. Bu ilhakın temel nedeni, Kürt güçlerini ve genelde Kürtleri, baskı altına almak ve kontrol sınırları içerine hapsetmektir. Rejim bir kere konsolide olduktan sonra, Türk şovenizmiyle İslamcı gericilik öyle bir birleşti ki ister “sivil” olsun isterse resmi sokak ortasında Kürt öldürmek gündelik bir durum halini aldı. Rejimin şovenist temelde toplumu kutuplaştırması Kürtlerin tepkilerinin büyümesine neden olmakla birlikte, bu tepkilerin faşist saldırılarla bastırılması da beraberinde gelmiştir. Şayet Kürtler ne olduklarından vaz geçerlerse, en azından uzlaşır biçimde hareket ederlerse rejim için hedef olmaktan çıkarlar.” [iii]

Erdoğan’ın başını çektiği İslamcı/Türkçü faşist rejim Kürt ulusu da dahil olmak üzere bütün bölge halkları üzerinde derin yaralar açtı ve açmaya da devam ediyor. Bu rejim aleni bir şekilde insanlık suçları işliyor ve bunlarla aymazca böbürlenerek toplumu kendi temellerinde negatif bir şekilde kutuplaştırıyor. Roboski Katliamı da bu rejimin işlediği en ağır insanlık suçlarından birisidir.

Kılıçdaroğlu’nun Roboski Ailelerini Araması ve “Helalleşme” Çağrısı

AKP rejiminin insanlık suçları bütün çıplaklığıyla apaçık ortadadır ve bu rejimin niteliği açık bir şekilde faşisttir. Faşizmin defedilmesi gerekmektedir. Ancak bununla beraber Kılıçdaroğlu’nun önderliğini yaptığı burjuva “muhalefetin” motor gücü CHP de Türk hakim sınıflarını temsil etmektedir. Bu unutulmaması gereken önemli bir hakikattir. Kılıçdaroğlu’nun Roboski Katliamı’nda katledilenlerin ailelerini telefonla araması; helalleşilmesi gerektiğini, bütün yaşanılan sorunları “bir şekilde çözeceğini” söylemesi ve ‘’çözüm’’ yolu olarak TBMM’yi işaret etmesi büyük bir aldatmaca olmanın ötesinde koca bir yalandır!

Öncelikle Kılıçdaroğlu, Kürt meselesini “terör sorunu” olarak görmektedir, “kimseye hesap vermem Kandil’i yıkarım” demekte, aynı zamanda Rojava Kürdistan’ın kurulmasının önlenmesi için tezkereye destek vermiştir. Kılıçdaroğlu’nun timsah gözyaşları sorunu basit bir ‘’talihsizlik’’ olarak görmenin, aslında esas suçlunun bu sistem ve onun temsilcileri olmadığını söylemenin de bir başka yolu. Kılıçdaroğlu sorunları bu sistemin işleyişinde görmeyerek helallelikle meseleleri çözebileceğini söylüyor. Bu yaklaşım yeni bir yaklaşım değil; zamanında Erdoğan’da “Ben Türkiyeliyim”, “Dersim bir zulümdü” demekten geri durmamış, “barış süreci” altında gerçekten bu meselenin çözülebileceğini toplumun geniş kesimlerini inandırmıştır. Ancak mesele şu ya da bu kişinin ırkçı veya faşist olmasında değil -lakin tam da öylelerdir- bu ırkçı ve faşist saldırıların bu ülkenin tarihsel gelişim zorunluluklarının ve dinamiklerinin bir ürünü olmasının meselesidir. Mesele, hakim ulus anlayışının bu sistemin başından itibaren tüm kurumlarına ve devam eden işleyişine yerleşik olması meselesidir. [iv]

Hakim Ulus Anlayışından da Ulusal Baskıdan da Kurtulabiliriz!

Bugün insanlık bütün bu trajedilerden kurtulmanın maddi zeminine sahiptir.

Daha önceki bir yazımızda da söylediğimiz gibi:

Geç kalmış değiliz, fakat fazla da zamanımız da yok! Temel ancak sert bir hakikati tekrardan dile getirelim; bu sisteme, “reformlara”, “daha ılımlı” ya da “daha demokratik” olanlarına değil, gerçek bir devrime ihtiyacımız var! [v]

Ancak bu devrimle uluslar arasında tam hak eşitliğine dayalı sosyalist bir iktidarı hayata geçirip komünizm mücadelesine devam edebilir; ezilen uluslar, azınlıklar ve göçmenler üzerinden baskıları ortadan kaldırabilir; hakim ulus şovenizmini engelleyebiliriz. Evet bugün Roboski Katliamı’nın onuncu yılında daha da gür bir sesle bunları söylemeli ve bu aşağılık baskı zincirlerini kırmak için yeni komünizm rehberliğinde gerçek bir devrim hareketinin inşasında hız kesmeden çalışmalıyız.


Referanslar:

[i] Ulusal Sorun Dosyası, Yeni Komünizm Kolektifi Çalışma Grubu, 2020

[ii] İslamcı Türkçü Faşist Rejimin Gelişimi ve Niteliği Üzerine, Yeni Komünizm Kolektifi Çalışma Grubu, 2020

[iii] age

[iv] https://yenikomunizm.com/bu-sistem-altinda-don-basa-yenidenlere-degil-insanligin-gercek-bir-devrime-ihtiyaci-var/

[v] https://yenikomunizm.com/bu-sistem-altinda-don-basa-yenidenlere-degil-insanligin-gercek-bir-devrime-ihtiyaci-var/




Kulüp Dizisi: Görünmeyeni Tartışmak, Hakim Ulus Şovenizmi ve Gerçek Kurtuluşa Dair

Editörün Notu: Sitemiz yazarlarından İbrahim Salik’in kaleme aldığı aşağıdaki yazı diziye dair diziyi izlememiş olanlar için dizinin detaylarını anlatan bilgiler (spoiler) bulunmaktadır.


Kulüp dizisi Kasım ayının başlarında bir internet platformu üzerinden izleyiciyle buluştu. 1950’lerin sonunu anlatan bir dönem dizisi olması, başarılı oyunculukları, üzerine sinematografik başarısı ve dekorlardan sahne detaylarına seçimlerle izleyiciyi haklı olarak etkilemeyi başaran dizi merkezine Türkiye’nin ‘’saklı’’ ve en stereotipleştirilen azınlığı ve ötekisi olan Seferad Yahudilerini ve de sadece onlarla sınırlı kalmayarak dönemin hâkim ulus şovenizminden ağır bir şekilde darbe almış diğer azınlık gruplarını da gündeme getirerek değerli bir çabaya imza atmış.

Hikâye kendi içerisinde gençlik aşkı, bireysel hayaller ve tutkular, anne-kız ilişkileri, intikam gibi farklı temalar etrafında oluşturulsa da cumhuriyetin pek az tartışılan meselelerine girmekten ve bunların ne gibi gereksiz acılara sebebiyet verdiğinden; ideolojinin toplumun ve bireyin yaşamında oynadığı belirleyici role yaptığı vurguları da gündemine taşımaktan geri kalmamış. Dizide Gökçe Bahadır’ın başarıyla canlandırdığı Matilda karakteri 1940’lı yıllarda ‘’yasak’’ aşkını ve henüz doğmamış kızının babasını öldürüyor ve hapse giriyor. Bunun sebebini dizinin ilerleyen bölümlerinde öğreniyoruz: Zengin bir Yahudi ailenin kızı olan Matilda babasının güvenilen elemanıyla bir aşk yaşamaya başlıyor. Önlerine çıkan ilk engel bir Müslüman ve Yahudi arasındaki ilişkinin kabul edilemez olması. Ancak mesele bununla da sınırlı kalmıyor, cumhuriyetin kurucu ögelerinden birisi olan ‘’Türklük’’ ve ‘’Türkleştirme’’ kapsamında azınlık uluslar üzerinde yaşanmaya başlanan saldırıların hız kazandığı bir dönemde geçiyor dizi, Matilda’nın hayallerindeki bir sonraki engel Varlık Vergisi oluyor. Sevdiği adamın babası ve birçok akrabasını ihbar etmesi üzerine ailenin pek çok ferdi Aşkale Çalışma Kampı’na gönderiliyor ve bir daha da bu kişilerden haber alınamıyor.

Varlık Vergisi ve Çalışma Kampları

Osmanlı İmparatorluğu içerisinde; millet (ulus) anlayışı Müslüman olanlar ve gayri Müslümanlar için kullanılan bir kavramdı. Bu anlayışa göre Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan Ermeniler, Rumlar, Yahudiler Osmanlı milletinin parçası değildiler. Bu halklar Osmanlı üst kimliğine tebaalardır. Osmanlı sürecinde çok dilli ve çok kültürlü olma özelliğini Müslüman olmayanlara yönelik zaman zaman yükselen yoğun baskıya rağmen sürdürmüştür. [i]

Bununla beraber Avrupa’da gelişmekte olan modern kapitalizm ve bununla gelişen ulus devletçi modeller, Balkanlar’da ve Osmanlı İmparatorluğu’nun işgal ettiği çeşitli bölgelerdeki ulusçu akımlar ve II. Meşrutiyet sonrası İttihat ve Terakki iktidarında güçlenen ‘’Türkçülük’’ ideolojisi, ‘’Anadolu’nun Türkleştirilmesi’’ ve ‘’Batı Ermenistan’ın engellenmesi’’ temelinde hayat bulan Ermeni Soykırımı, Cumhuriyet’in ilanı ve gayrimüslim burjuvazinin mallarına çökülmesiyle ve devlet sermayesiyle güçlendirilen, kompradorlaşan Türk burjuvaziyle beraber ‘’ulus’’ ve ‘’millet’’ kavramları da çok ciddi bir değişime uğramıştır. Bu şekilde zayıf olan Türk burjuvazisi güçlenmiş ve yeni gelişmekte olan kapitalist ilişkiler için “ortak pazar” yaratabilmiştir. Türkiye’de uluslaşmanın, ulus-devlet yaratmanın güçlü temelleri böylece Ermeni Soykırımı ile ve Rumların mallarına el koyularak atılmıştır. [ii]

1915 Ermeni Soykırımı’ndan 1938 Dersim Katliamı’na ve uluslaşma, ulus-devlet yaratma sürecinde yaşanan pek çok katliam ve pogrom sürecinden sonra 1940’lı yıllara gelindiğinde ideolojik ve kültürel olarak hız kazanmış bir hâkim ulus şovenizmi ile karşı karşıya geliriz. Artık Türk hâkim sınıflarının oturmuş resmi tarih ve dil tezlerinin yanı sıra bu hâkim ulus şovenizmini azgınca savunacak resmi bir aydın zümresi de güçlü bir şekilde kültürel alanı işgal etmiştir.

1942 yılında dönemin başbakanı ve rejimin kıdemli bürokratlarından Şükrü Saraçoğlu hükümet programını okurken şu ifadeleri dile getirmiştir:

Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. (…) Biz ne sarayın ne sermayenin ne de sınıfların saltanatını istiyoruz. İstediğimiz sadece Türk milletinin hakimiyetidir.” 

Hükümet programının açıklanmasının ardından bütün bir yaz boyunca gazetelerde ‘’karaborsacı Yahudi’’ tipolojisi yaratıldı; Yahudiler hırsız, karaborsacı ve vurguncu şeklinde günlük olarak resmedildi. Kasım ayına gelindiğinde Maliye Bakanlığı’nın elinde Müslümanların ‘’M’’, gayrimüslimlerin ‘’G’’ olarak işaretli olduğu, vergi mükelleflerinden oluşan bir liste vardı. 11 Kasım’da Varlık Vergisi Kanunu kabul edildi.

Ermenilerden %232, Yahudilerden %179 oranlarında vergiler talep eden vergi kanunuyla ilgili yine dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu şunları söylemiştir:

“Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz.”

Varlık vergisi ile toplanan meblağlar dönemin devlet bütçesinin %80’ini oluşturmaktaydı. Akabinde sayıları zaten oldukça azalmış olan gayrimüslim nüfusun sayısı toplam nüfusun içerisinde artık sadece %1’i temsil edecekti.

Bu olağanüstü meblağlardaki vergiyi ödeyemeyenler ve geciktirenler ise Aşkale veya Sivrihisar’da çalışma kamplarına gönderildiler. Kış koşullarında ağır işlerde çalıştırılan gayrimüslimlerden çoğu yaşlı olan 20’yi aşkın kişi hayatını kaybederken, insanlar demiryolu ve karayollarının kar küremesi gibi ağır işlerde çalıştırıldılar. 10 ayın sonunda çalışma kamplarından dönenlerin pek çoğu ülkeyi terk etmeyi ‘’seçti’’ daha doğrusu zorunlu bırakıldı!

Öteki Kimlikler ve Asimilasyon

Dizinin bir başka dikkat çeken bölümüyse karakterlerin toplumsal ve müşterek hayatları içerisinde yaşadıkları asimilasyon deneyimleri ve ‘’varolamama’’ durumlarıdır. Örneğin Kulübün sahibi, bir hayli vizyoner gözüken Orhan Bey’in aslında Rum olduğunu ve adının da Niko olduğunu annesinin hafıza problemlerinin başlamasıyla öğreniriz. Orhan Bey veya Niko durumdan öylesine tedirgin olur ki evde çalışanları annesinden uzaklaştırır ve annesini de gözden uzaklara gönderir. Niko artık Orhan Bey olmuştur, Türkçe konuşacak ve vizyoner bir Türk iş insanı olacaktır. Milliyetçi bir organizasyonun kendisine yılın iş adamı ödülünü vermeyi teklif etmesi ama bunun için şartlarının kulüpte gayrimüslimlerin çalışmamaları teklifini de kabul eden; sakladığı, utandığı gayrimüslim kimliğiyle Orhan Bey yılları kapsayan bu asimilasyon politikasının nasıl işlediğinin iyi bir örneğidir.

Bununla beraber annesi Matilda’nın korumacı tavırlarına rağmen, mahalle delikanlısı Fıstık İsmet ile aşk yaşayan haşarı kız Raşel bu ilişkinin başından itibaren kendisini Aysel olarak tanıtır. Bunun arkasında kuvvetle muhtemel İsmet’in gayrimüslim, Yahudi bir kızla uzun bir ilişkiyi kabul etmeyecek olması yatmaktadır. Beraber geçirdikleri mutlu anların ardından Aysel’in yani Raşel’in ‘’Benim adım Raşel. Ben Yahudi’yim.’’ demesi üzerine İsmet’ten yediği tokat aslında Türk hâkim ulus şovenizminin tokadıdır. Dizi burada daha sonra hızla sağa geçerek İsmet’in tokadını bir kimlik meselesinden çok bir yalan meselesine dönüştürerek kaçamak bir hamle yapar, belki de meseleleri pek zorlamak istemez.

Dizinin bir başka ‘’uçarı’’ karakteri ise assolist Selim Songür’dür. Ebeveynlerinin ve toplumun tembihlediği hayattan koparak ‘’hayallerinin peşinde koşan’’ bir yetenek tipolojisi resmedilir burada. Ancak işin özünde ideoloji yine merkezi roldedir. Selim, kadınlara biçilen bir işi yapmak istemektedir. Assolistlik bir kadın işidir o dönemin toplumunda. Dolayısıyla kulüplerin kapılarından kovulur, şaklaban muamelesi görür. Selim’i dizi boyunca devamlı bir ‘’varolamama’’ halinde görmemizin başlıca sebebi karakterin Türkçü/İslamcı ideolojinin sınırlarına sığamaması iken dizide bu aslında Selim-Baba ilişkisi temeline çekilmeye ve Selim’in kendisini Baba’ya kanıtlama arzusu ekseninde bir varoluş mücadelesi vermesine indirgenmeye çalışılır. Halbuki burada baba olan Baba’dan çok daha güçlü bir otorite figürü vardır; bütün kültürel, ideolojik ve siyasi kurumlarıyla sahnede Türk hâkim sınıflarının baskı aygıtı olan devlet vardır.

Ekranda karşımıza dikilen bir başka karakter ise Çelebi’dir. Dönemin gayrimüslim burjuvazi ve küçük burjuvazisinin mallarının ve servetlerinin gasp edilmesiyle serpilen Türk orta sınıfını temsil eder sanki Çelebi. Bir Yahudi’nin firmasındaki çaycı Aziz Somuncuoğluyken o artık Çelebi Beydir. Agop’a, Matilda’ya emirler yağdıran, Tasula’nın bedeninden ve emeğinden arsızca faydalanan otoriter, sert bir figürdür. Bir yandan kadınlardan “ahlaksızca” faydalanırken insanlara ahlak dersi vermesi de aslında bulunduğu/bulunabildiği hâkim konumdan kaynaklıdır. Yine dizi burada bizleri problemli bir noktaya yönlendirir. Meseleyi Çelebi’nin bulunduğu hâkim pozisyonun nasıl oluştuğu ve bunun ekonomik ve ideolojik nedenlerinden çıkartarak Çelebi’nin ‘’terörünü’’ basit bir intikam hikayesiyle servis eder: Matilda’dan almak istediği intikam. Çelebi dizinin sonlarına doğru kendi çelişkileriyle sarsılır, kendisinin sözde iktidar figürü Mümtaz’ın kuş kafesini parçalayarak bu ahlaki çöküntü halini de yok eder. Ancak Çelebi’nin hâkim ulus şovenizmi ve bulunduğu konuma yükselişiyle yüzleşememesi, öteki üzerindeki iktidarının aslında kapitalist-emperyalist sistemin dünya çapındaki işleyişinin bir sonucu olmasıyla yüzleşememesi/yüzleştirilmemesi meseleyi basit bir ahlaki arınma çerçevesinde ‘’çözümler’’.

Bütün Bu İlişkilerin Ötesinde GERÇEK Bir Devrim

Dizi insanlara hasıraltı edilen meseleleri tartıştırması, kaybolma tehlikesi altındaki Ladino dilini milyonların izlediği bir platforma taşıması ve Seferad Yahudilerinin kültürel ve müşterek hayatlarını göz önüne sermesiyle başlı başına pozitiftir. İnsanların bütün bu gerici ilişkileri sorgulaması, Türkiye Cumhuriyeti’nin yükseldiği tarihi ve acıları doğru bir şekilde anlaması çok önemlidir. Ancak yeterli değildir. Hâkim ulus şovenizmi bu sistemin işleyişinin bir sonucudur. Raşel’in İsmet’ten yediği tokatta, Matilda’nın akrabalarının öldürülmeleri de bütün özgüllükleriyle beraber Kürdistan’dan, İrlanda’ya, Katalunya’ya, Bask Ülkesine uzanan; Tamillerden, Yahudilere kadar genişleyen bir tahakkümün çeşitli örnekleridir. İnsanlığın bu gericilikten kopabilmesinin tek GERÇEK yolu da GERÇEK bir devrimden geçmektedir. Devrim sonrasında kurulacak olan Sosyalist Cumhuriyet, Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını koşulsuz bir şekilde destekleyecek ve uluslar arasında tam hak eşitliğine dayanan bir iktidar kuracaktır. Yeni Sosyalist İktidarın devrim sonrası izleyeceği politikalardan da bahsettiğimiz, Ulusal Sorun Dosyası’nda da dile getirildiği üzere:

Dillerin ve kültürlerin üzerindeki tüm engellemeler kaldırılacak ve anadilde eğitim her bir ulus ve azınlık için uygulanacaktır. Uzun zamandır süren asimilasyondan ötürü ezilen ulusların dillerinin aşınması, hatta bazılarının yok olma noktasına gelmesinden ötürü, pozitif ayrımcılık uygulanarak, ezilen ulusun ve azınlıkların dillerinin yeniden serpilip gelişmesine ve dünya insanlık hazinesinin parçası olarak zenginleştirilmesine katkıda bulunacaktır. Resmi dil yasaklanacak, Yeni Sosyalist İktidar altında yaşayan halklar arasında gönüllü birlikteliğin ve bağların güçlenmesi için, etnik kökeni ne olursa olsun herkesin Kürtçe, Zazaca ve Türkçe, Arapça ve diğer dilleri öğrenmesi teşvik edilecektir.

Böylesi özgürleştirici bir vizyonu hayata geçirebilmemiz komünizme yönelmiş sosyalist bir devrimi yapabilmemiz için insanların Bob Avakian’ın mimarı olduğu yeni komünizmi, yeni komünizmin yöntem ve yaklaşımını öğrenmeleri çok büyük bir aciliyet olduğu gibi aynı zamanda bir zorunluluktur da!


[i] Ulusal Sorun Dosyası, Yeni Komünizm Kolektifi Çalışma Grubu, 2021

[ii] Ulusal Sorun Dosyası, Yeni Komünizm Kolektifi Çalışma Grubu, 2021




6-7 Eylül Pogromu: Türkiye’nin ‘’Kristal Gecesi’’ ve Lanetli Öteki Rumlar

Editörün notu: Aşağıda bir okurumuz olan Edip Aras’ın yazdığı yazı 6-7 Eylül Pogromunda yaşanan olayları ve bunun temellerini analiz etmektedir. Başlıkta geçen ‘’Kristal Gece’’ (Kristallnacht) 1938 10 Kasım’ında Nazilerin Yahudi işyerleri, evleri ve sinagogları yağmaladığı, çok sayıda kişinin öldürüldüğü ve darp edildiği geceye verilen isimdir.


Tıpkı diğer “Türk” olmayanlar gibi Rumların Türkiye tarihinde gizlenmesinden, kendileri yokmuş, yaşadıkları olmamış gibi davranılmasından ve başka birçok sebepten ötürü yazıya geçmeden evvel 6-7 Eylül olayları hakkında ufak bir oryantasyon yapmakta fayda bulunmaktadır.

6 Eylül 1955 tarihinde Selanik’te Atatürk’ün evinin çevresinde bomba patlatıldığı ve evin hasara uğratıldığı haberi ile yankılanan Türkiye’de tansiyon oldukça artmıştı. Ancak gerçekte patlayan şey ses bombasıydı ve gerçekteki durumun haberde yaratılan algıyla uzaktan yakından alakası yoktu. Akşam saatlerinde İstiklal Caddesi başta olmak üzere İstanbul’daki bütün Rumların evleri, iş yerleri yağmalanmaya, kiliseler yakılmaya, insanlar öldürülmeye ve “gavur savaş ganimeti” mantalitesiyle birer mülk olarak görülen kadınlara tecavüz edilmeye başlandı. İki gün boyunca pogroma uğrayan sadece Rumlar değildi, Ermeniler ve Yahudiler de bu pogromun ikincil kurbanları arasındaydı. 6 Eylül akşamından 7 Eylül sabahına kadar talan devam etti. Asker, polis ve hükümetten en ufak bir ses seda çıkmamaktaydı, adeta şehrin göbeğinde ‘’meşru’’ bir talan yapılıyordu. Bütün bu yağmaya ve kıyıma maruz kalanlar kendi kaderlerine terk edilmiş haldeydi, kimileri komşuları sayesinde korundu, evlerinin önüne Türk bayrağı asarak “Biz de bu vatanın evladıyız.” gibi yaklaşımlarla canlarını ve mallarını korumak zorunda kaldılar, kimileri ise komşularına sığındı veya gayrimüslim olduklarını reddederek bundan kaçınmaya çalıştılar ancak birçok insanın böyle bir imkânı olmadı. Pogromun sonunda şehir savaş alanı gibiydi, kimileri canlarından ve birçok Rum da mal varlıklarından olmuştu. Her ne kadar sayıdan emin olunmasa da ve daha fazlası olduğu iddia edilse de en az 11 ila 30 kişi hayatını kaybetmiş (gayri resmî rakamlara göre iddia 300’e kadar varmaktadır), 73 Ortodoks kilisesi ateşe verilmiş, mezarlıklarla beraber 26 okul talan edilmiş, binlerce ev ve işyeri ve on binlerce mala zarar verilmişti. Resmi rakamlara göre 60 kadın tecavüze uğramıştı ancak şikâyette bulunmaktan korkan, utanan kadınlar sebebiyle bu sayının 400 civarı olduğu tahmin edilmektedir. Olayların çirkinliği yetmezmiş gibi bütün bu olanlardan sonra Türk şovenizmi ve faşistliğiyle köpürmüş kimseler suçu Rumlara atmış ve kendilerinin tahrik edildiklerini basına beyan etmişlerdir. İlerleyen yıllarda, Rumların ciddi bir kısmı zamanla göç etmek zorunda kaldı ve şehrin ticari merkezleri Rumlardan arındırılmaya ve Türklerle doldurulmaya başlanmıştı.

Olayların ilginç ve dikkat çekilmesi gereken diğer önemli kısmı ise bunun sadece kendiliğinden olmuş bir pogrom olmamasıydı, şehrin her bir yanından taksi, vapur, otobüs, kamyon ve benzeri araçlarla gruplar halinde benzer kıyafetlerle ve zarar verici aletlerle getirilen insanlar bu olayda rol oynamıştı. Açıkçası bütün bu olayların planlanmamış olduğunu ve organize şekilde ekiplerin gelmediğini iddia etmek için kaçık olmak gerekir. Asker ve polis tarafından bütün bu olaylar olurken en ufak bir müdahale olmaması tüyler ürpertici bir gerçektir.

Ulusal Sorunun Fark Edilmesi Gereken Varlığı

Şunu anlamak gerekir ki 6-7 Eylül Olayları veya bir grubun Kürt olduğu için katledilmesi kendiliğinden olan ya da sadece başlı başına bir avuç kendini bilmez, kötü niyetli insanın faaliyetleri değildir. Bunu iddia etmek bizi gerçeklikten uzaklaştırıp bırakın sorunun kaynağını sorunun varlığını bile görmemize engel olmaktadır. Ulusal sorun “bir grup insanda” değil temelde yatmaktadır. Başka bir yazıda da belirtildiği üzere şunu anlamak gerekir: “…bu cumhuriyetin temeli Kürt ulusunun baskı altına alınması ve Ermeni Soykırımı üzerinden temellenmiştir. Nitekim bu ülkenin tarihi aynı zamanda ezilen ulusların ve dini azınlıkların daimî baskı altına alınmasının da tarihidir.”[1]

Türkiye tarihi boyunca 6-7 Eylül olayları dışında Rumlara yapılan saldırılar ve hem dolaylı yoldan hem de direkt yoldan yaptırılan zorunlu göçler Rumların “buralı” olmadıkları algısı yaratılarak meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Özellikle zorunlu göçler esnasında, “Rumlar zaten Yunanistanlı” imajı çizilerek toplumun hafızasına bir darbe daha vurulmuştur. Hem bu ve bunun gibi daha birçok önemli sebeplerden hem de gayrimüslimlerin sayısının akıl almayacak derecede azalmasından sebep, bugün sanki gayrimüslimler hiç bu coğrafyada bulunmamış, Ermeni, Ermenistanlı; Rum, Yunanistanlı algısı hâkim olmuş durumdadır.

Günümüzde gayrimüslimlerin sayıları ne kadar az kalmış olursa olsun bugün hala ötekileştirilmektedirler. Faşist iktidar ortağı gerici BBP genel başkanı ise Rum okul ve kiliselerinden Rum ibaresinin, Ermeni okul ve kiliselerinden ise Ermeni ibaresinin kaldırılmasını mütekabiliyet ilkesine dayandırıp kendini gayet meşru göstererek teklif etti. Teklifin absürtlüğünü bir kenara bırakırsak, bu beyan açık bir şekilde “Türk” olmayan bir kimliği reddetmekte ve kimliklerin üstünü örtmektedir, her ne kadar Lozan’da bu gibi meselelerin aşıldığı iddia edilse de. Aslında bu durum ulusal sorunun nasıl tezahür ettiğinin bir sürü göstergesinden sadece bir tanesidir. Kıbrıs meselesi gündem olduğunda “Türk sözünde durur ama Rum sözünde durmaz.” diyen Erdoğan, gerici rejimiyle beraber ötekileştirmeyi devam ettirmekte ve Türk şovenizmini de kullanarak toplumu faşist temelde kutuplaştırmaktan geri durmamaktadır. Nitekim bugün, Türkiye’nin Ermenistan veya Yunanistan ile ilgili dış ilişkilerinde artan herhangi bir gerilim durumunda yine Türkiye’de insanlar Ermeni ve Rum kiliselerine saldırmaktadır. İşin acı kısmı, bu artık normalleşmiştir; oldukça beklendik bir olay olarak görülmeye başlanmış ve bir adete dönüşmüştür. Son 550 senede fetih kutlamalarının da en çok AKP iktidarı altında arşa çıktığı ve başka bir boyut aldığı, artık kaçırılmaması gereken bir milli bayram havasında kutlanması da dikkate değerdir.

Belki de anlaşılması gereken en önemli noktalardan biri ise, bu ulusal baskının sadece bir veya birkaç rejime veya partiye ait olmamasıdır. Ulusal baskı, bu ülkenin en başından beri temelinde var olmaktadır ve Türk hâkim sınıfları kendi tarih yazımıyla da bunu pekiştirmekte, yeri geldiğinde gizlemekte, yeri geldiğinde ise meşrulaştırabilmektedir. Bu noktada İbrahim Kaypakkaya’nın dile getirdiği bu kısım, hâkim ulus şovenizminin aslında hiç de o kadar masum olmadığını ve nasıl bilim dışı bir saçmalıklar silsilesiyle oluşturulduğunu biraz olsun göstermektedir:

‘’Kemalist diktatörlük, Türk şovenizmini körüklemeye girişti. Tarihi yeni baştan kaleme alarak, bütün milletlerin Türklerden türediği şeklinde ırkçı ve faşist teoriyi piyasaya sürdü. Diğer azınlık milliyetlerin tarihini, kitaplardan tamamen sildi. Bütün dillerin Türkçeden doğduğu şeklindeki Güneş Dil Teorisi safsatasını yaydı. “Bir Türk dünyaya bedeldir”, “Ne mutlu Türküm diyene” cinsinden şovenist sloganları ülkenin her köşesine, okullara, dairelere, her yere soktu.’’[2]

Bugün Güneş Dil Teorisi resmî ideolojinin gündeminde değildir, ancak burada anlaşılması gereken şey bu ve bunun gibi kaçık şeyler zamanında yapılmış ve artık etkisi kalmamış, geride kalan hatalar olarak geçilip bırakılmamalıdır. Bugün dünyanın her bir yanında hala bilim dışı saçmalıklar yoluyla toplum negatif bir şekilde kutuplaştırılıp, canavarca sömürülüyorsa bu sadece Türkiye’ye özgün bir sorun değildir. Ulusal sorun bu sistemin içinde çözülemeyecek kadar sisteme bağlıdır. Ezilen uluslara uygulanan baskı ve bunun yöntemi, toplumu şoven bir duyguyla negatif kutuplaştırmaya yaramakta ve hâkim sınıfların kitleleri deyim yerindeyse meşru bir şekilde sömürmesine hizmet etmektedir. Değindiğim bir diğer yazıda da belirtildiği gibi:” Ne Amerikan hâkim sınıfları Siyahiler üzerindeki baskı olmadan, ne de Türk hâkim sınıfları Kürt halkı üzerinde baskı olmadan yapamazlar.”[3]

Bu zalimlikten kurtulmak için girişilen bir çabada ise, ezen sınıfı oluşturan maddi temeli ortadan kaldırmadan, son kertede arzu edilen ulusların eşitliği konumuna erişilemez. Bugün hala okyanusun ötesinde ten renklerinden dolayı insanların oy kullanmalarına bile dolaylı yoldan müdahale ediliyorsa[4], sistemin içinde kendine yer bularak hak temelli bir mücadele yürütmek son tahlilde sorunun kaynağına inemediği için hiçbir işe yaramamaktadır. Ulusal sorunun çözüm yolu ise uluslar arasında tam hak eşitliğine dayanan sosyalist bir iktidar ve ulusların ötesine geçen komünist bir devrimden geçer.


Ulusal Mesele, Dünya’da ve Türkiye’de Azınlık Ulusların Yönelik Baskıya Dair Oryante Edici Başka Yazılar:


Dipnotlar: 

[1] http://yenikomunizm.com/dersimde-bitmek-bilmeyen-orman-yanginlarina-dair-bazi-notlar/

[2] Kaypakkaya, İbrahim. Bütün Eserleri. 7. Baskı . Nisan Yayıncılık, 2016.

[3] http://yenikomunizm.com/bir-inkarin-tarihi-24-nisan-ermeni-soykiriminin-baslangici/

[4] http://yenikomunizm.com/georgianin-secmen-bastirma-yasasi-sistemin-zirvesinde-ve-toplumun-butun-katmanlarinda-celiskiler-devam-ediyor/




“Makul Kürt” ve Kürt Ulusunun Baskı Altına Alınması

Çok uzak bir “tarih okuması” yapmaya gerek yok. AKP’nin son 10 yıllık “Kürt açılımı” ve buna paralel giden Kürt ulusunun boğazlanmasının en caniyane biçimlerine hep birlikte bakalım:

Roboski Katliamı: 28 Aralık 2011 Türk savaş uçakları, 34 insanın bedenini bombalarla paramparça etti.

Suruç Katliamı: 20 Temmuz 2015’de Rejimin beslediği, göz yumduğu ve dönem dönem kendi “kirli işleri” için kullandığı cihatçı köktenci dinciler, Rojava’da çocuklar için çocuk parkı ve kreş yapmak isteyen çoğunluğu genç 34 insanı öldürdü.

Paris Suikastı: 9 Ocak 2013’de, MİT’in örgütlemesi sonucunda Sakine Cansız, Leyla Şaylemez ve Fidan Doğan katledildi.

Sur, Cizre, Nusaybin Katliamı: Devletin, Kürdistan’daki bir fiil baskı ve saldırılarına meşru bir şekilde karşı gelen gençlerin “öz yönetim” ilan etmesinin ardından, devletin otoritesinin sarsılması sonrasında, Kürt gençleriyle faşist rejimin kolluk güçleri arasında 7 ay süren çatışmalarda resmi rakamlara göre 3548 insan katledildi. Yine bu bölgelerde yaşayan 10 binlerce insan sürgüne gönderildi.

Ankara Katliamı: 10 Ekim 2015’de birçok sivil toplum örgütünün ve partinin çağrısıyla düzenlenen Barış Mitingi’nde, cihatçı köktenci dincilerin intihar saldırısı sonrasında, 107 kişi hayatını kaybetti ve 500’den fazla insan yaralandı. Olay yerine gelen polisler, yarılılara gazla müdahale etti!

Gaziantep Katliamı: 20 Ağustos 2016’da Şahinbey’de sokakta gerçekleşen bir Kürt düğününe, yine cihatçı gericiler tarafından düzenlenen saldırıda 59 kişi katledildi.

Newroz Katliamı: 21 Mart 2017 Newroz’unda, polis sokak ortasında Kemal Kurkut’u göz göre göre kurşunladı. Kemal’in katliamına yürekleri dağlayan 8 fotoğraf karesi tanıklık etti!

Bu aktardığımız olaylar basit bir “hasar tespit raporu” değildir. Türk Devletinin bugünkü rejiminin, bu devletin hakim ulus şovenizmi üzerine kurulu geleneklerine bağlı kalarak, Kürt ulusu üzerinde gerçekleştirdiği caniyane katliamların, insanlık dışı uygulamalarının sadece bir kesitine dair bazı örneklerdir.

“Makulun Çilesi”

İktidar tarafından “makul” görülmek zor bir durumdur. Zira, kime göre ve neye göre “makul” olacağınız sürekli olarak şekillendirilir ve sınırlandırılır. Devamlı olarak bir “yapısökümüne” maruz kalır. Derrida’dan alıntılayacak olursak eğer, “özünü düşünmeksizin sonunu düşünmek” gibi bir şeydir. Merkezinde hep bir “eksiklik” bir “karar vermezlik” vardır. Ne bir “kimliği” vardır, ne de “kimliksizliği” onaylar. Makul olan “araftadır”. Onun sınandığı yer “yerini bilmesi” ama “bildiği yerin” ise devamlı “yersizleştirilmesidir”. Gençliğin moda aforizmalarından birini kullanacak olursak; “ne çektin be, Makul”…!

Fakat burada esas problemin adını koymak gerekir. Esas problem “ben” olmayan “öznenin” kendisini nasıl tanımlayacağını bilememesi değildir. Tüm bu “özneleşme” ve “yeninden özneleşme” süreçlerinin neyin üzerinden yükseldiğidir. Verili hakim ilişkilerin niteliğinin ne olduğudur. Ve bu sıklıkla “unutulan” bir husustur. Bundan dolayı tüm problemler, “demokrasinin” işletilip, işletilmemesine ya da “radikalleştirilmemesine” indirgenir. Demokrasinin bir üst yapı kurumu olduğunu, egemen ilişkileri gizlemek ve “halkın iradesi” varmış gibi göstermek üzerine kurulu olduğu her zaman “tartışma dışıdır”.

Çok değil, geçen hafta, Ersin Korkut yapmış olduğu bir Youtube konuşmasından dolayı bu ülkedeki hakim ulus şovenizminin ana konusu oldu. Gerici şovenistler hep bir ağızdan “haddini bil”, “haddini bildirelim” diye sanal linç girişiminde bulundular. Korkut’un bu gericiler nezdinde “infial” yaratan sözleri ise bir cümleden ibaret: “Amed, başkentimiz, seviyoruz Amed’i”. Binlerce yıllık geçmişi olan bir şehrin Kürt’ler açısından birleştirici bir unsur olması ve özellikle de siyasi bir statüye gönderme yapması -başkent-, ezen ulus şovenizmi tarafından kabullenilmezdi. Güruhun hep bir ağızdan “şayet Kürt’lerin bir birlikteliği olacaksa, o da T.C’dir!” diyerek, kökleri bu devletin kuruluşunda yatan hakim ulusun “kırmızı çizgilerini” yeniden gösterdiler.

İrfan Aktan’ın gazeteduvar’daki [i] yazısında da söylediği üzere Ersin Korkut, şimdiye kadar bir “Kürtmüş gibi” veya “kökenli” yaşamış birisiydi. Bunun sayesinde kültür alanında kendine yer edinebilmişti. “Miş” gibi olmanın avantajlarını da kullanarak, hep bir “saf” ve “kurnazlık” ilişkisine dayalı yarattığı karakterle, uzun dönem kültür endüstrisinde yer edinebilmişti. Fakat söz konusu egemen ulus şovenizmi olunca, onca yıllık “saf” ve “kurnaz” karakter kimliği çok fazla bir işe yaramaz. Velhasıl “safça” bile olsa, aşılan sınırın “bedeli” ödenmesi gerekir. O yüzden Ersin Korkut’un, “özür dilemesi” ve “kurucu unsura” geri dönmesi ve “Başkentimiz tabi ki Ankara’dır” demesi, durumu düzeltmeyecektir. Aksine, bir “makul Kürt” olarak yeni koşulları kabul ettiği için hem “makullüğe” zorlayanlar daha fazlasını isteyeceklerdir hem de kazandığı Kürt kitlelerinin sempatisini de kaybedecektir.

 Bu ikilem, yani bir tarafta Kürt kitlelerini kaybetmeme diğer taraftan ise hakim ulus şovenizmine mavi boncuk dağıtma, “makul” olabilmenin bedelidir; “herkesten özür dileme” ama kimseye yaranamama. Ama son tahlilde, insanların bu denli acınası bir pozisyona düşmesini sağlayan, mevcut hakim ilişkileridir. Şüphesiz ki bu, insanların kendi rolleri olmadığı, bir “suçu” olmadığı anlamına gelmez. Lakin, az öncede söylediğimiz üzere, bu ilişkilerin neyin temelinde yükseldiği, insanların ruhlarının nasıl ezildiği ve neden buna zorlandıkları koşulları üzerine daha fazla ve daha derinden düşünmeye ihtiyaç vardır.

Hâkim Ulus Şovenizmi

Daha önceden de söylediğimiz üzere, şovenizm, bu ülkenin tarihsel olarak ortaya çıkış koşullarına ve gelişim dinamiklerine içkindir:

“Biraz daha derinlere inelim: Hakim ulus anlayışı -Türklerin kurucu unsur oldukları, diğer milletler karşısında üstün ve ayrıcalıklı oldukları, ayrıca Türkiye’nin diğer ülkelerden aslında çok daha güçlü ve çok daha değerli olduğu şeklindeki bariz şovenizm- bu sistemin başından itibaren tüm kurumlarına ve devam eden işleyişine yerleşiktir. Ve bu durum, şu ya da bu hükümete önderlik eden tekil kişilerin faşist ve ırkçı olmalarından ötürü -ki tamı tamına böylelerdir- kaynaklanmamaktadır. Irkçı ve faşist saldırılar, bu ülkenin tarihsel olarak gelişim zorunluluklarından ve dinamiklerinden kaynaklanır” [ii]

Hâkim ulus anlayışı, devletin kurucu unsurudur ve bu devletin yönetim biçimi -rejimi- ne olursa olsun, temel dayanaklarından biride, Kürt ulusunun baskı altına alınmasıdır. Zira, bu gerçekleşmediği takdirde, hakim sınıf ilişkilerinin çözülmesine neden olabilir.

Şovenizmin diğer bir boyutu ise inceltilmiş bir biçimde “Türkiye’nin hak ettiği yeri”, “demokratikleştirerek” sağlama girişimidir. Bu sistem, doğası ve işleyiş biçimi, kapitalist-emperyalist iktisadi ve siyasi koşullara entegredir. Sistemin her bir halkada işleyişinin özgüllüğü ve rölatif olarak bağımsızlığı olmakla birlikte, temelde böyledir. İnsanların ruhlarını ezen, un ufak eden, milyonlarca insanı, çocuğu açlıktan öldüren ve yüz milyonlarcasını sefalete sürükleyen, kadınları ve LGBTQ bireyleri ataerkil ilişkiler içerisinde baskıya ve sömürüye tabi tutan, insanları evlerinden sürerek göçe maruz bıraktıran, doğayı talan edip, geri dönülemez bir eşiğe vardıran bu kapitalist-emperyalist dünya sistemi içerisinde talep edilen “demokratik Türkiye” illüzyonu, Kürt ulusunun baskılanması ve gadre uğratılması olmadan gerçekleştirilemez. Bu sistemi, onun yapısını ve işleyişini, neyin üzerinden yükseldiğini ve neyi güçlendirdiğini tartışmaksızın ve bunlara radikal ve köklü çözümler üretmeksizin, bu inceltilmiş şovenizmden kurtulmak mümkün değildir.

Sonuç Olarak

Şüphesiz ki “makul” ya da mağdur Kürt arasında temelden bir farklılık vardır. Rejime ve onun tehditlerine boyun eğenle, her ne pahasına olursa olsun, rejimin suçlarına karşı direnen, özgürlük isteyen insanların temelleri ve yönelimleri aynı değildir. “Önce ben” deyip, başkalarının üzerine basa çıka, öne geçmeye çalışanlar, ruhları ezilmiş, değersizleştirilmiş ve insandışılaştırılmışlardır. Bununla birlikte, tüm yaşananlar bu sistemin kalbinde gerçekleşmektedir. Kapitalist üretim ilişkilerinin ve bu temelde yükselen hakim ulus anlayışının, insanları “hayatta kal ya da öl” koşullarını dayattığı ve birçok insanı buna mahkum ettiği gerçekliğinin görülmesi gerekir. Daha güzel günleri arzulayan ve evet bunun mümkünlüğünü görenlerin, sorunun kökünde yatan çelişkileri ve bunların aralarında örüntüleri daha iyi görmeleri gerekir.


Referanslar:

[i] https://www.gazeteduvar.com.tr/ersin-korkut-yalnizligi-makale-1518948

[ii] http://yenikomunizm.com/fasizm-ve-linc-kulturu-tum-bunlarin-olmadigi-bir-dunya-icin-gercek-kurtulus/




Afrin İnsan Hakları Raporu: Bir Katliamın Anlattıkları ve Gerçek Kurtuluş Üzerine

Editörün Notu: Web sitemize iletilmiş aşağıdaki yazıyı takipçilerimizin dikkatine sunarız.


20 Ocak 2018’de 72 savaş uçağı, ağır silahları ve sayıları binleri aşan paramiliter güçleri ile Türkiye Afrîn’i işgal etti. Afrin İnsan Hakları Örgütü, 3 yıldır Türkiye ve desteklediği cihatçı grupların denetiminde olan Afrîn’de yaşanan insanlık suçlarını açıkladı. AİH’nin raporuna göre:

  • Saldırılarda 498 sivil hayatını kaybetti.
  • 82 kişi işkence ile katledildi.
  • Bombardıman sonucu 303’ü çocuk ve 213’ü kadın olmak üzere 696’dan fazla sivil yaralandı
  • Öldürülen ve kaçırılanların sayısı 943 kişiye ulaştı.
  • Bunlardan 76’sı işkence sonucu öldürüldü veya yargılanmadan idam edildi.
  • 2018 yılından 2019 yılına kadar 40 kadın katledildi, 128 kadın yaralandı, küçük yaşlardaki 60 kız çocuğu tecavüze uğradı. Bu kadınlardan 5’i intihar ederken, 270’i de kaçırıldı.
  • 2019 yılında insan kaçırma ve fidye isteme olaylarının sayısı 6 bini aştı. 500 kişinin ailesinden fidye parası istendi ve 330 kişinin akıbeti bilinmiyor. Belgelere göre 700 kişi işkenceye uğradı. Kadınlar ve çocukların kaçırılıp onlara işkence edilmesinin ardından görüntüleri ailelerine yollandı ve fidye istendi. İstenilen fidye parası bazen 100 bin doları aştı. 54 kişi işkence sonucu öldürüldü. 41 kişi ise Türkiye ve çetelerinin bombardımanı sonucu katledildi. Bombardıman sonucu 2 gazeteci öldü ve 670 sivil de yaralandı. Mayın ve patlamalar sonucu ise bin 730 sivil yaralandı.
  • 2020 yılında 58 kişi katledildi. Bunların 9’u kadın. 987 kişi kaçırıldı. Sivil bölgelerde 39 patlama gerçekleşti. Bunların sonucunda 170 ölü ve yaralı var. 2020 yılında 35 kadın da kaçırıldı. Aralarında engelli ve çocukların da olduğu 67 kadına tecavüz edildi. Yaşları küçük olan 5 kız çocuğu silah zoruyla çetelerle evlendirildi. Bunların dışında işgalci Türkiye’nin bilgisi dahilinde erkeklere de cinsel şiddet uygulandığı belgelendi.

İnsan Hakları Raporu’nda ortaya çıkarılan bu suçlar, gerçekliğin çok az bir kısmını kapsıyor. Eğitim sisteminin felce uğratılması, temel sağlık hizmetlerine dahi erişilememe durumu ve gerici güçlerin gün aşırı bombalamaları sonucunda doğanın talan edilmesi de gerici saldırıların parçasını oluşturmaktadır. Zira Afrin’de vahşetin sınırı yok. Bu insanlık dışı suçların işlenmesinin sorumlusu başta faşist T.C devleti olmakla beraber, yine en temelde bağlı olduğu kapitalist-emperyalist dünya sisteminin doğasının bir sonucudur.

Sosyal-emperyalist Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra “tek kutuplu dünya” konsepti doğrultusunda, başını ABD’nin çektiği emperyalist güçler, pazarların yeninden paylaşımı ve yeni stratejik güç dengeleri oluşturmak için harekete geçti. Bunun sonucunda özelde Ortadoğu olmakla birlikte birçok bölgeye “demokrasi götürmek” adı altında, emperyalist savaşlar gerçekleştirildi. Buna yine ek olarak, bölgesel gerici güçler şu ya da bu emperyalist ülkeler tarafından desteklenme ve yönlendirme sonucunda uzun yıllara varan “vekalet savaşları” vuku buldu. Tüm bunlar bölgenin istikrarsızlaşmasına ve yeni gerici güçlerin -İslamcı köktenci gericiliğin- sahada güç kazanmasına vesile olmuştur.

Hali hazırdaki bu negatif tablonun diğer bir boyutu ise, şu an dünyada insanlık için gerçek bir umut vadeden sosyalist bir ülkenin bulunmamasıdır. 20. yüzyılda gerçekleşen Ekim Devrimi ve Çin devrimi -çeşitli tali hataları kendi içeresinde barındırmakla birlikte- insanlığın nihai kurtuluşu için atılmış büyük ileri atılımlardı ve bu ülkelerin varlığı tüm ezilen halklara ve başka dünya isteyen insanlara ilham oluyordu. Ne yazık ki 1976’da Başkan Mao’nun ölümünden sonra karşı darbe yaşandı ve Devrimci Çin’i kaybettik. Bugün ise Çin emperyalist-kapitalist sistemin son derece azgın bir modelini sunmaktadır.

*****

Türk hakim sınıfları, cumhuriyetin kurulmasından bu yana, Kürt ulusunu bastırmak, asimile etmek ya da “makul Kürt” yaratmak için devamlı bir birliktelik oluşturmuşlardır. Bu ister burjuvazinin İslami, isterse Kemalist temsilcisi olsun, Kürt ulusunun baskı altına alınması bu sisteme sıkı sıkıya bağlıdır. Her ne kadar bu baskının niteliğinde hakim sınıflar arasında farklılıklar olsa bile, temel teşkil eden ve sisteme içkin olan ezen ulus anlayışıdır.

Emperyalist dünya sisteminin özgül bir çelişkisi olarak köktencilik, Ortadoğu’da da güçlü bir akım haline gelmiştir. Batı’nın Müslümanların yoğunlukta yaşadıkları ülkelere müdahale etmesi ve bunu yıllarca takip eden savaşların gerçekleşmesi sonucunda Batı karşıtlığının “İslam değerleri”, “İslam Ümmeti” altında toplanmasına vesile olmuştur. Diğer yandan ise emperyalist güçler, bölgeye müdahale edebilmek için ya Suni yada Şii güçleri desteklemiş ve yıllarca mezhep savaşlarını teşvik etmişlerdir. Bu ise toplumda, dini köktenciliğin yayılmasına ve tek “alternatifmiş” gibi gözükmesine neden olmuştur.

Bob Avakian’ın da dediği üzere:

Bir yanında Cihat diğer yanında Küreselleşme ve Küresel Haçlı Seferi bulunan bu mücadelede, insanlığın sömürgeleştirilmiş ve baskı altına alınmış katmanları arasındaki tarihsel olarak miadı dolmuş kesimler ile emperyalist sistemin tarihsel olarak miadı dolmuş egemen katmanlarını görüyoruz. Bu iki gerici kutup karşılıklı mücadele içindeyken bile birbirini güçlendiriyor. “Miadı dolmuş” bu güçlerden herhangi birinden yana taraf olduğunuz takdirde, her ikisini de güçlendirmiş oluyorsunuz.

Hakim sınıfların İslami kanadını temsil eden AKP, dini referanslar kullanarak gerici barbar silahlı İslamcı güçleri destekleyerek, Suriye’nin istikrarsızlaşan siyasi sahasına hakim olmayı hedeflemekte, özellikle de Kürtler’in olası bir bağımsız devlet kurma ihtimalini yerle bir etmek istemektedir. AKP bir Daeş olmasa bile, iki miadı dolmuşlar içesinde, Siyasal İslam’ın parçası olarak, kendi İslamcı Faşist rejiminin zorunlulukları sonucunda bölgeye müdahale etmektedir. Şüphesiz AKP’nin temsil ettiği rejim, bu müdahaleyi dünya arenasına bağlı olarak yani, emperyalistler arasındaki çelişkilerden yararlanarak yapabilmektedir. Afrin’de son iki yılda gerçekleşen katliamlar ve Kürt ulusunun gadre uğratılması da bu siyasi arena üzerinden vuku bulmaktadır.




Nefret Ediyorum Öyleyse Varım: Faşizmin Nefret Kültürü

‘’İzmir Egede 6.8 deprem çok geçmiş olsun Müslüman halkı. Ya Rabbi! İzmirliler gibi zinaya, nefsime değil, Seccademe köle et beni… Amin!#deprem @AsenaTR42

‘’Kaşar, yüzsüz ve pespayeliğin son sürümü bu paçavra olmali. Laiklik ile yönetilen devlet ve CHP nin kalesi Izmir den bahsediyor…’’ @Fatma122546090


İzmir’de yaşanan deprem bir doğal felaket olmakla beraber yaşanan ölümler kader olmadığı gibi doğalda değillerdi, nitekim bunlar birer cinayetti, zemin etüt çalışmalarının yapılmamasından, ucuz malzeme kullanımına kadar pek çok suç işlenmişti ve bunlar tabii ki her doğal felakette olduğu gibi en ağır faturayı temel kitlelere ödetti. Depremle beraber kapitalizm içerisinde keskinleşen kent-kır çelişkisi, konut sorunu, kentleşme, eşitsiz gelir dağılımı gibi kapitalist-emperyalizme özgü pek çok çelişki gündeme gelmiş olmasına rağmen, içlerinden bir tanesi vardı ki bu çelişki sadece deprem gibi bir doğal afetle değil ancak LGBTQ bireylerden, kadınlara, bütün azınlıklara, ezilen uluslara kadar kapitalizmin dünyaya karşı işlediği bütün suçları geniş bir skalada irdeleyebiliyordu. Hiç şüphesiz bu nefret söylemiydi. Burada bahsedilen nefret, kendiliğinden gelişen bir duygunun, ‘’insan doğasının’’ bir çeşit arketipsel yapısından kaynaklanan olmazsa olmazı olan bir duygunun tezahürü değildir, burada bahsi geçen nefret; örgütlü bir şekilde yapılanan ve yayılan, yayılmasıyla beraber en güçlü tezahürünü faşist ideolojinin payandasında üstyapıda bulan bir nefrettir. Nitekim burjuvazinin en aleni diktatörlüğü olan faşist diktatörlük hegemonyasını sadece devlet aygıtları üzerinde değil bütün bir üstyapıda pekiştirmeye çalışır burası ideolojik bir sahadır, faşist ideoloji; altyapı-üstyapı arasındaki diyalektik ilişkinin en göze çarpan örneklerinden birisi olan dil üzerinde de hegemonya kurmaya çalışır.

Faşizm burjuvazinin aleni diktatörlüğünün uygulandığı bir rejim biçimidir, devlet ise bir sınıfın baskı aygıtıdır, şüphesiz. Ancak faşizmin hareket düzlemi sadece devlet değildir, o kendisini örgütlü faşist hareketler ve gündelik hayatın spontanlığı ile de sürdürür, baskıcı ve kudurmuş yapısını dayatmak için her üç düzlemi de fütursuzca kullanır. Burjuvazinin faşist diktatörlüğü altında topyekun bir toplumsal denetim başlar, toplum olabildiğince korporatif temellerde örgütlendirilmeye çalışılır, devlet kültürü teokratik bir kisveye bürünür, bitmek bilmeyen sembolik ve fiili bir savaş hazırlığı ve uygulaması vardır. Bu vurgular çok önemlidir nitekim ‘’sol’’ ve ‘’antifaşist’’ hareketler içerisindeki yaygın kullanımına binaen faşizm, faşist gibi ibareler gericilere, ırkçılara yapıştırılan belli bir küfür damgası değildir. Faşizm bahsettiğimiz üzere bir diktatörlük biçimi olmakla beraber gerici de bir ideolojidir; her ideoloji gibi kendi ideolojik aygıtları ve her diktatörlük gibi devletin aygıtlarına erişimi vardır, bunları kullanır. Bunları kullandığı ve bunlar üzerindeki iktidarını konsolide ettiği ölçüde spontanlaşır, gündelik hayatın bir parçası haline gelir, metalar gibi, birey gibi akümüle olmaya başlar. Tıpkı dil gibi ideolojinin içerisine girifttir. İçeride ve dışarıda ‘’ulusal birliğe’’, ‘’dini birliğe’’, ‘’vatana’’ düşmanlar, ‘’ötekiler’’ yaratan faşizmin dili de kendinden olmayanı imler, ideolojinin dili ile nefret içerisinde boğar. Faşizmin dili ile imlenen ‘’ötekiler’’ fail olma özelliklerini dahi yitirirler. Nitekim onlar sadece yok edilmesi gereken düşmanlardırlar.

Faşist ideolog Carl Schmitt’e göre ‘’istisnayı’’, ‘’olağanüstü’’ hali belirleme, egemenliğin temel belirtisi, ‘’tözüdür’’. Yine Schmitt’e göre hukuk kendi kendisini gerçekleştiremez ve dolayısıyla onu yürüten iradeye muhtaçtır, dolayısıyla devletin aygıtları ile sürekli olarak ‘’yeniden üretilmesi’’ (reproduction), kendisini göstermesi gerekir. Bu bağlamda faşist diktatörlük içerisinde burjuva demokratik normlar askıya alınır, korporotif bir örgütlenmeye tabi tutulan toplumun içerisinde faşistler bu ‘’tözü’’ dil ve pratik aracılığıyla devamlı olarak ‘’gösterirler’’ (demonstrate), ‘’yeniden üretirler’’. Ve pek tabi bu örgütlenme sırasında faşistler daima paramiliterleşirler, nitekim tehdit olabildiğince gerçektir, ‘’tözü’’ üreten güçler bundan ve kitleler üzerinde burjuvazinin uyguladığı faşist diktatörlükten yararlananlar ‘’haklı olma hakkını’’ da kullanırlar, burjuva diktatörlüğünün temel baskı aygıtlarından birisi olan polisin de faşist diktatörlük içerisinde görece özerkliği vardır, linç ve nefretin imlediklerine karşı infaz ve ceza tayini ‘’hakkı’’vardır nitekim faşizm altında burjuva demokrasinin normları da tersine çevrilmiştir, devlet aygıtının tam da nasıl kullanıldığına binaen keyfileşir, numara çekmesi gereken, arkasına saklanması gereken ‘’uygarlık’’, ‘’yasallık’’, ‘’aydınlık’’ gibi soyut temalara ihtiyacı yoktur, egemenliğin ‘’tözü’’ olarak genişler, esner, eğilip-bükülür.

Belki de bir dereceye kadar Frankfurt Okulunda faydalanmak yerinde olacaktır-Frankfurt Okulu düşünürleri faşizmi bizatihi yaşamış düşünürlerdi, bir bilim olarak marksizmi kavrama da pek çok problemli yanları olmakla birlikte, faşizm ve kitle psikolojisi gibi pek çok alanda da değerli düşünceler ürettiler- nitekim kendilerinin de belirttiği gibi faşizmin bir ideoloji olarak en tehlikeli hali de iradesizleştirilmiş kitlelerin baskıcı, iradesizleştirici bir düzene şevkle itmesidir. Bu bağlamda burjuvazinin faşist diktatörlüğü basit bir Dimitrovcu yorumun ötesinde gündelik hayatın bir parçası da haline gelir, kitlelerin düşünüş biçimleri üzerinde egemen kurar, hostilite; nefret kaçınılmazdır,düşmanlık spontanlaşır.

Faşizmin en iğrenç tezahürlerinden birisi olan Nazi faşizminin ‘’führeri’’ Adolf Hitler toplumu ‘’kütle’’ olarak yorumlar, ona göre ‘’toplum sadece bir kütledir ve ona bir kadın gibi davranmak gerekir, en ilkel arzularını doyurmak ve sert olmak.’’ ‘’Kütle’’ faşist ideoloji altında devletin aygıtlarını ele geçirmiş, konsolide olmuş bir faşist rejim altında bir çeşit ‘’öz-imge’’ kazanmaya başlar; bunun karşısında pek tabi ‘’öz’’ olan imlenen ‘’öteki’’ şeytani bir şekilde hedef tahtasına oturtulur, böylece ‘’kütle’’ içerisindeki faşist kişilik tıpkı Mina’da şeytan taşlayan hacı adayı gibi törensel bir şekilde, hem ‘’öz’’ olana başkaldırdığı için hem de kendi arınması için kendi ‘’öz-imgesinin’’ kurulması için ‘’şeytanları’’ taşlamaya başlar. Depremde ölen ‘’çağdaş zinacılar’’ da 10 Ekim Ankara Garı’nda katledilenlerde ‘’bunu hak etmişlerdir.’’ ‘’O kadar kısa giyinilmemeli’’, ‘’kuyruk sallanmamalıdır’’, ‘’vatanı bölmeye çalışanların alacakları cevap budur’’ : çıplak beden teşhiri, bodrumlarda yanan çocuklar, buzdolabında bekletilen bedenler, kargoyla gönderilen kemikler.

Bu durumun en göze çarpıcı örneklerinden, kitlelerin ‘’kütleleşmeye’’ başlamasının en çarpıcı örnekleri sosyal medyada görülür. Bilindiği üzere radyo ve televizyon gibi kitle iletişim araçlarında bir dinleyici, izleyici vardır, aracın alıcısı tamamen pasif bir konumdadır. Sosyal medyada durum farklıdır, pasif konumdakiler burada aktif birer katılımcıdırlar. Lyotard gibi postmodernist düşünürler bu durumun toplumu heterojenleştireceğine, özgür konuşmanın ve bireysel haklarla özgürlüklerin genişlemesine evrileceğini öngörmüşlerdir. Ancak altyapı ve üstyapı arasındaki süregitmekte olan diyalektik ilişki burada da devrededir. Eleştirel düşünce ve eleştirinin türlü veçhelerinden uzakta 140 karakter ile sınırlı Twitter veya ‘’imaj-ben’’ üzerine kurulu İnstagram gibi sosyal medya platformları ile toplumu sınıflara bölerek atomize eden, kronik kaygıyı yaratarak devamlı olarak üreten bir altyapı buluştuğunda bu platformlar faşist ideoloji için ‘’kütle’’ içerisinde ‘’öz-imge’’nin yaratılabilmesi adına mükemmel mecralara dönüşürler, böylelikle anlatı ile hakikat, imaj ile hakikat birbirine geçer, rasyonel olan ve hakikati diğerlerinden ayırdetmek zorlaşır, imkansızlaşır, faşist ideoloji kendisini üstyapıda da dayatmaya başlar, nefret, yabancı düşmanlığı, ‘’öz’’ imgeler(vatan, ulus, ırk) güçlenir, iç ve dış ‘’ötekilere’’ yapılacak agresyonlar normalleşir, linç toplumsallaşır.

Burada bir tür benlik inşası da söz konusudur. Emperyalist-kapitalizm sistemi içerisinde sınıflara bölünmüş, dışlanan, değersizleşen, iktidarsızlaşan, iradesizleşen, yabancılaşan ve durmaksızın kaygı üreten birey ‘’kütlenin’’ içerisinde ‘’öz-imge’’ ile yeniden tanışır. Irkçılık ve faşizm sıradanlaşır, kütlenin içerisindeki kişi böylece kudurmuş bir amok koşucusu gibi “ötekilere” saldırmaya başlar; yaptığında, söylediğinde, düşündüğünde hiçbir anormallik yoktur; nitekim ideolojik aygıtlarla beraber devletin aygıtları da bu eylemleri tekrar ve tekrardan üretilmesini yadsımaz aksine olumlar, artık faşizm sıradanlaşmış ve olabildiğine paramiliterleşmiştir.

Pekiyi, faşizm bütün bu hegemonik inşaatı bir anda mı yapar, faşizm kendiliğinden mi gelişir? Bir çeşit mantar gibi otların arasından bir anda mı çıkar? Şüphesiz ki bunun cevabı basit bir hayırdır. Bunu iki temelde ele alabilmek önemlidir. Bush rejiminden ve çok daha öncesinden beri Amerika’da Hristiyan faşizmin gelişmesini ve Trump/Pence rejimi ile konsolide olmaya çalışmasını analiz eden Bob Avakian, faşizmin tahlili ile ilgili olarak şu ifadeleri kullanır:

“Aynı zamanda -örnek vermek gerekirse Nazi Almanyası ve Mussolini İtalyası- genellikle rejimlerini konsolide etmek için hızlı bir şekilde belirli baskıcı önlemler dayatırlar, bununla birlikte, faşist rejimler programlarını belirli aşamalarla, insanlara güvence vererek, ya da belirli gruplara güvence vererek, bu kabustan kurtulabileceklerini hissettirerek rejimlerini konsolide ederler. Elbette bunun için insanların rejimle iyi geçinmeleri gerekir; kitleler baskıya, sınırdışı edilmelere, tutuklanmalara, hapse ve infaza sürüklenirken sessiz kalmaları gerekir.”

“Bugünün faşistleri ile Konfederasyonculuğun doğrudan bir bağlantısı vardır; beyazların üstünlüğünü savunmalarının, LGBT bireylere ve kadınlara karşı açık nefretlerinin, ısrarla bilimi ve bilimsel yaklaşımı reddetmelerinin, “Amerika önce gelir” şovenliklerinin, devamlı olarak “Batı medeniyetinin üstünlüğünün” çığırtkanlığını yapmalarının, saldırgan bir şekilde askeri güç kullanma isteklerinin, nükleer silahlarla diğer ülkeleri tehdit edip yok etmek istemelerinin, bunu büyük bir istekle dile getirmeleriyle doğrudan bağlantısı vardır.”

ve aynı şekilde Avakian, Lang’i alıntılayarak devam eder :

“Stewart daha sonra Lang’in ifadelerini şu şekilde özetliyor : ‘Modern köktencilik, eski zamanlardaki faşizm gibi, güçlü bir zulümü kapsar, tipik olarak tanrısız liberallerin ellerinde ya da dinci bir ‘öteki’’ üzerinden; saf bir ırktan ya da ulusal bir gruptan olanların geçmişteki yüceliklerden sorumlu olup öte taraftan şu an da haksız bir baskı gördükleri, dünyanın haklı yöneticileri oldukları inancı, ve bunun yanı sıra sorgulanamaz mutlak bir otoriteye duydukları içten gelen bir tabilik vardır. Ve diye ekler Stewart, ırksal üstünlükçü bir hareketin merkezinde dinden ziyade ırk vardır.”

Ve  Lang’in söylediği şu tüyler ürpertici ifade vardır:

“İnsanların bunun olduğundan haberleri bile yok…

Amerika’da büyüyen muhafazakar kilise, kıyamet günü kilisesi ne anlama geliyor? Yetiştirdiğimiz çocuklarımızın son jenerasyon olarak yetiştiklerine inanarak büyümeleri ne demek? Eğer onlara, “Ekolojiyi umursamana gerek yok, ve savaş çıkartmada bir sorun yok, zaten hepimiz gidiciyiz, ve komşunu sevmene de gerek yok çünkü zaten hepsi dağılıp gidecek” demeye devam edersek neler olacak?

Bu durum, Hristiyan faşistlerine gayet aşina olan birinin olaylara ışık tutmasıdır. Ve bu ülkenin, bütün bu soykırımlar, kölelik, ırkçılık ve her türden faşizm ve Hristiyan üstünlenmeciliği  -“geçmişin harika zamanlarını” restore etme aciliyeti- sıkı sıkıya birbirine bağlıdır.”

Bu tespitler yerinde ve çok doğrudur. Nitekim faşizmin ideolojik olarak gelişip, serpilmesinde ve iktidar olma mücadelesinde, iktidar olmasında, konsolide olmasında daima bir geçmiş ile bağlantı hakimdir, belirli bir süre vardır. Hegemonyanın tek aracı baskı değil aynı zamanda iknadır da. Faşist diktatörlük burjuva demokratik normlarından sonuna kadar yararlanır, sistemin normlarına güvenenlerden yararlanır, burjuvazinin liberal kanadının çelişkilerinden yararlanır ancak hem burjuva sınıfı içerisinde hem de ilerici muhalif, devrimci, komünist söz sahibi güçleri sindirdiğinde iktidarını alenileştirir, kaz adımları yerini ciritle atlamaya bırakır, faşizm konsolide olmuştur.

Burada atlanmaması gereken bir diğer önemli mesele ise faşist diktatörlüğün ortaya çıkmasının nedensiz olmayışı, bunun bir çeşit ‘’delinin’’ özgün iradesinin veyahut kitlelerin, tarihin sarsılmaz yasalarının bir eseri olmayışıdır. İtalyan faşizminin de Nazi faşizminin de ortaya çıkışının 1919 Torino işçi konseylerinden, Almanya’da yükselen komünist hareketten ayrı tutulamayacağı aşikardır. Verili bir zamandaki hem tikel çelişkiler hem de bu tikel çelişkilerin sıkı sıkıya bağlı da olduğu dünya arenasındaki belirleyici çelişkiler (bu özellikle kapitalizmin emperyalizm evresine girmesiyle kendisini pekiştirmiştir) burjuvaziyle beraber bütün bir toplumun sağa kayışını açıklamak için çok kritik bir öneme sahiptir. Nitekim burada söz konusu olan sadece altyapıya bağlı indirgemeci bir Dimitrovculuk olmadığı kadar sadece üstyapı dengelerini kaale alan ideolojik bir açıklama da değildir. Faşist diktatörlük ve faşizmin iktidarı çelişkilerin keskinleşmeye başlaması ile, liberal burjuvazinin bunları yönetememeye başlaması ve en sonunda bu çelişkilerin patlaması ile gündeme gelir. Bu altyapı ve üstyapı ilişkisinin anlaşılması elzemdir.

Söz konusu faşizm ve faşist bir diktatörlük olduğunda Bob Avakian’ın da dediği gibi agnostisizme yer yoktur:

“Peki ne tür bir değişime yol açacak? Ne tür bir değişime yol açacağı meselesinde agnostisizme veya cahilliğe yer yoktur. Evet, herhangi bir biçimde burjuva diktatörlüğü halk kitleleri için çok kötüdür, kitleler için çok baskıcı ve ezicidir ve devrilmesi gerekir. Ancak, insanların her tür hakkını çiğneyen açık bir faşist diktatörlük, “belki olumlu bir değişim olur, belki de olumsuz bir değişim olur” kategorisinde yer alacak türden bir şey değildir.”

Bugün bu doğrultuda bütün bu çirkinliklere karşı mücadelede ihtiyacımız olan şey Bob Avakian’ın ortaya koymuş olduğu yeni komünizm çerçevesinde gerçekleştirilecek gerçek bir devrimdir. Bunun için ihtiyacımız olan bilimsel yaklaşım ve strateji yeni komünizm içerisinde yoğunlaşmıştır. Bugün dünyadaki yoğun sağa sapmaya, faşizmi ortaya çıkartan ve daha nice insanlık suçlarını işleyen, sömürü ve talan, ataerki ve yağma üzerine bina olmuş bu sistem ile ilgili iki seçeneğimiz var:

“İki seçeneğimiz var. Ya bütün bunlarla yaşamaya devam edeceğiz ve gelecek kuşaklar da -eğer bir gelecekleri olacaksa- aynısını, hatta daha beterini yaşamaya devam edecek, veya devrim yapacağız!”


Kaynaklar :

*İnsanlık İçin Bilimsel Temelde Umut: Bireysellikten, Asalaklıktan ve Amerikan Şovenizminden Kopmak, Bob Avakian

*“Trump/Pence Rejimi Gitmeli! İnsanlık Adına Faşist Bir Amerika’yı Kabul Etmeyi Reddediyoruz, Daha İyi Bir Dünya Mümkün” konuşması

*Otoritaryen Kişilik Üzerine Niteliksel İdeoloji İncelemeleri, Theodor Adorno, çv. Doğan Şahiner, Sel Yayınları, 2017

*Political Theology: Four Chapters on the Concept of Sovereignty, Carl Schmitt, Chicago University Press, 2005

*Dictatorship, From the Origin of the Modern Concept of Sovereignty to the Proletarian Class Struggle, Carl Schmitt, Cambridge Polity Press, 2014




Dağlık Karabağ, Emperyalistler Arasındaki Dalaş, Türkiye’nin Şovenist Saldırganlığı ve Başka Bir Dünyaya Duyulan Yakıcı İhtiyaç

Son günlerde dünya basının gündemine Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki kızışmakta olan askeri ve siyasi çatışmalar oturmuş durumdadır. Sovyet sosyal emperyalizminin (sahte sosyalizmin) çökmesinden bu yana Dağlık Karabağ sorunu Ermeni ve Azerbaycan hakim sınıfları için önde gelen sorun oldu ve bu sorun dönem dönem silahlı çatışmaya dönüştü. Lakin bu sefer bu siyasi anlaşmazlığa dahil olan yeni aktörler bulunmakta. Libya’da, Doğu Akdeniz’de, Güney Kürdistan’da ve Rojava’da bilfiil işgal ve askeri operasyonlar gerçekleştiren Erdoğan Türkiyesi Karabağ’a da “el atıyor”. Erdoğan çok bildiğimiz üslubuyla, tehditkar bir biçimde “Karabağ işgalden kurtulana kadar mücadele sürecek” açıklamasında bulunarak Azerbaycan’a destek oluyor.

Emperyalist Dalaş ve Karabağ

2016’dan beri Azerbaycan ve Ermenistan arasında askeri bir çatışma yaşanmamış olsa bile, arka planda çelişkiler daha fazla kızışır hale gelmiştir. Özellikle de Ermenistan’da 2018’de “Kadife Devrim” ile iş başına gelen Paşinyan, bir yandan Ermenistan’ı Rusya’nın yörüngesinden Batıya doğru çekmek istemesi ama diğer yandan ise Karabağ sorununda saldırganlıktan taviz vermek istememesi, aynı anda Rus askerine hem “evet” hem de Rusya’nın ağırlığına “hayır” gibi çelişkili bir durum yarattı. Eski bir gazeteci aktivist olan ve Batı yanlısı tutum sergileyen Paşinyan, Azerbaycan’ın gaz ve petrol gelirlerine dayanarak güçlü bir ordu kurmasının karşısında hala Rusya’nın askeri üssüne ve askeri desteğine ihtiyaç durmakta.

Sözde sosyalist özdeyse sosyal-emperyalist olan Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında büyük bir geri çekilme yaşayan Rusya, terk ettiği bölgelerde Batı’nın artan etkisi karşısında büyük rahatsızlık duyuyor. Baltık ülkelerinin NATO’ya girişiyle alan korumaya geçen Rusya, benzer bir gelişmenin Ukrayna ve Kafkasya’da yaşanmaması için elinden geleni yapmakta kararlı. Azerbaycan’ın Amerika ve İsrail’le olan ilişkilerinden rahatsızlık duyan Rusya, Ermenistan’ı “Kafkas Bahçesi” olarak elinde tutabilmek için sadece askeri gücüne de güvenmemektedir. Ermenistan parlamentosunda bulunan birçok partiyle yakın ilişkileri de bulunmaktadır. Diğer yandan ise Ermenistan’ın demiryolları, elektrik ve doğalgaz şebekesi, telefon ve GSM hatları tamamen Rusya’nın kontrolündeki özel şirketlerin elinde.

Türkiye Azerbaycan İlişkileri

Sosyal emperyalizmin çökmesinden bu yana Türkiye-Azerbaycan ilişkileri ekonomik, siyasi ve askeri açıdan ise yoğun bir artış ve yakınlaşma göstermektedir. Özellikle de 16 Ağustos 2010’da, Bakü’de iki ülke arasında imzalanan “Stratejik Ortaklık ve Karşılıklı Yardım Anlaşması“ndan sonra 1. İki ülke, bu anlaşmanın yapıldığı tarihten bu yana 13 askeri tatbikat düzenlemiştir. Azerbaycan kendi silah sanayini geliştirse bile, özellikle son 10 senede Türkiye’den çeşitli SİHA’lar (Silahlı İnsansız Hava Araçları) alarak -ki bu SİHA’lar düzenli ordulara karşı kullanılması yönüyle oldukça geliştirilmişlerdir- Ermenistan ordusu üzerinde üstünlük göstermeyi hedeflemektedir.

Azerbaycan, Türkiye’deki 2016 darbe girişimi sonrasında iyice konsolide olan, Erdoğan’ın İslamcı-Türkçü faşist rejimini destekledi. Akabinde Azerbaycan’daki Gülen okulları kapatıldı. MİT açık bir şekilde Azerbaycan’da askeri operasyonlar yaptı, Gülencileri infaz etti ya da yakalayıp Türkiye’ye getirdi. Bu operasyonların gerçekleştirilmesinde Azeri istihbaratının da rolü olduğu görülmüştür. Bu operasyonlar, iki ülkenin hakim sınıflarının ortak amaçlar için nasıl da bir araya gelebileceğine dair örneklerdir.

Azerbaycan Türkiye ekonomik ilişkileri de son on beş senede neredeyse on kat artış kaydetmiştir. 2 İki ülke stratejik bir ekonomik planlamaya karar vererek Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı, Bakü-Tiflis-Erzurum Güney Kafkasya Doğal Gaz Boru Hattı, enerji hatlarının çekilmesine imza atmıştır. Buna ek olarak ise TANAP ve Bakü-Tiflis-Kars demiryolu hattı projeleri çerçevesinde çok taraflı işbirliğinde kararlı olduklarını göstermektedir.

Türkiye’nin Savaş Çığırtkanlığı ve Bölgesel Çelişkilerin Derinleştirilmesi

Erdoğan’ın temsil ettiği hakim sınıf da dahil olmak üzere Türkiye’nin bütün hakim sınıfları, Karabağ sorununu sadece “Azerbaycan ile ekonomik kaygılar” çerçevesinde de bakmamaktadır. Türkiye’nin derinleşen ekonomik krizini göz önünde bulunduracak olursak böyle bir kaygısı mevcut. Genel olarak “Ermeni Sorunu” ve özel olarak da “İki Devlet, Tek Millet” şovenizmi Türkiye’nin Kürt meselesinin yanı sıra, sürekli köpürtme gereği duyduğu bir çelişkidir.

Bu tarihsel arka plan üzerinde Erdoğan, bölgesel belirleyici güç olma arzusuyla, emperyalistler arasındaki çatışmalardan da yararlanmakta ve Azerbaycan’dan yana kesin tavır takınmaktadır. Putin “çatışmalar Ermenistan topraklarında yapılmıyor” açıklamasında bulunarak kontrollü bir siyasetle Ermenistan üzerindeki tahakkümünü güçlendirmeye çalışırken, Erdoğan ise Rusya’nın tarihten gelen Kafkas halklarıyla (ama özellikle de Rus Ortodoks Kilisesine mensup olmayan halklarıyla) bölgede var olan  çelişkilerinden yararlanarak, Karabağ’a ÖSO bünyesinde bulunan cihatçı grupları mevzilendirmektedir. Fransa Erdoğan’ın bu girişiminden duyduğu rahatsızlığı dile getirmiştir, zira Macron da Ermeni lobisine oynamaktır. Ama Fransa için esas belirleyici olan Erdoğan’la Doğu Akdeniz ve Libya’dan sonra Karabağ sorunuyla da karşı karşıya gelmesidir. Karabağ’daki külhanbeyliği ve gerici saldırganlığı Erdoğan’ın Batılı emperyalist güçlerle çelişkilerinin daha da derinleşmesine yol açmaktadır.

Erdoğan’ın beslediği cihatçı güçler, TSK’nın açık saldırganlık sergilediği yerlerde, cephenin en önüne sürülen operasyonel güçler konumundadır. Ama bunun da ötesinde bu cihatçı güçler Erdoğan’ın İslamcı-Faşist rejiminin salt “kurşun askerleri” olarak görülmemelidir. Zira bunlar, bulundukları yerlerde kendi köktenci gerici dünya görüşlerine göre hareket etmekte ve bu temelde siyasi sahayı etkilemeye çalışmaktadırlar. Bu güçlerin sadece “paralı asker” olarak tanıtmak, İslamcı-cihatçı güçlerin barındırdığı tehlikeyi görmezden gelmek anlamına gelir. Keza bugün TSK’nın profesyonel kadrosunun önemli bir kısmını da, İslamcı-Türkçü faşist güçler oluşturmaktadır. Bu İslamcı-Türkçü faşistler gerek Kürt ulusuna karşı gerekse de devrimci güçlere karşı acımasız ve katliamcıdırlar. Katlettikleri gerillaların vücutlarını parçalayıp, dekapite eden cihatçı güçlerden geri değillerdir.

1915 Ermeni Soykırımını gerçekleştirmiş ve devletini bu soykırım da dahil olmak üzere Milli Baskı ve Zulüm üzerine inşa etmiş Türk hakim sınıflarının Ermeni ulusuna duyduğu nefret gün gibi arı ve durudur. Ermenistan’ın Karabağ üzerindeki üstünlüğü ve Rusya’dan aldığı destekle bölgede güçlü bir orduya sahip olması Türk hakim sınıflarının her zaman rahatsızlık duyduğu bir durum olmuştur. Erdoğan, Karabağ hamlesiyle hem Ermenistan üzerinde bir etki yaratmak istemekte hem de Azerbaycan’ı daha fazla kendi yanına çekmek istemektedir ki, Aliyev’in, Türkiye’nin de ateşkes görüşmelerine katılması gerektiğini açıklaması bunu göstermektedi. Diğer yandan ise İdlib’de Rusya’nın varlığından ötürü istediği gibi yol alamayan Türkiye, Karabağ somutunda bir “pat durumu” yaratarak  Rusya’ya mesaj vermektedir.

Şüphesiz ki, bölgesel bir güç olarak Türkiye’nin Karabağ’a yaklaşımı sadece bir “dış politika” değildir. “Yeni Osmanlı” hülyasının sonucunda Doğu Akdeniz ve Libya’da istediği sonucu alamayan ve COVID-19 sonrasında derinleşen ekonomik krizle birlikte, AKP iktidarı bir dizi zorluk yaşamaktadır. AKP halen Türkiye’nin birinci partisi olmakla birlikte gücü eskisi gibi değildir. Halkın büyük bir kesiminden tepki almakta ve Türkçü-faşist güçlerle oluşturduğu ittifaktan farklı sesler çıkmaktadır. Tüm bu çelişkilerle baş edebilmek için ittifaklarını pekiştirecek bölgesel çatışmalardan, ideolojik olarak da faydalanmaktadır.

Soykırım ve Irkçılık

Karabağ sorununun gündeme gelmesiyle birlikte, Erdoğan’ın açık soykırımcı Ermeni düşmanlığı ana akım medyanın gündelik dili olmuştur. Bu medya, Türkiye’ye ait silahların “Ermeni” öldürmesiyle övünürken, öte yandan iki yüzlü bir biçimde Türkiye’de yaşayan Ermenilerin “vatandaş” olduğundan bahsetmektedir. Ermenilere yönelik sistematik ayrımcılık yeni olmamakla birlikte Erdoğan’ın hazırladığı siyasi atmosferle daha da tehlikeli bir hal almakta, sokaklarda güpegündüz “Ermeni kanı” dökmek isteyen faşist topluluklar türemektedir. 3

Türkiye’nin hakim sınıfları bir yandan Ermenilere yönelik saldırganlıklarını sürdürürken diğer yandan ise Kürtleri de unutmamaktadırlar. Garo Paylan’ı gazetelere ilan vererek hedef göstermekte ve bunu hiçbir gizliliğe ihtiyaç duymadan yapmaktadırlar. Garo Paylan’ın Karabağ’da meşru barış talebini, “terörist PKK” gibi faşist söylemlerle ve saldırılarla, Kürt halkına yöneltmektedirler. Bu bariz bir şekilde Türk faşizminin ve AKP’yle aldığı biçimle birlikte İslamcı-Türkçü faşizmin gündelik siyasetinin bir parçasıdır. Bu insanlar ırkçı ve soykırımcı oldukları için böyle davranmamaktadırlar -ki bunlar ırkçı ve soykırımcıdırlardır. Irkçılık ve soykırımcılık bu sistemin tarihsel gelişim zorluklarında ve dinamiklerinde yerleşik olduğundan ötürü bugün bu boyutlarda vuku bulmaktadır.  Daha önceden de söylediğimiz üzere:

Biraz daha derinlere inelim: Hakim ulus anlayışı -Türklerin kurucu unsur oldukları, diğer milletler karşısında üstün ve ayrıcalıklı oldukları, ayrıca Türkiye’nin diğer ülkelerden aslında çok daha güçlü ve çok daha değerli olduğu şeklindeki bariz şovenizm- bu sistemin başından itibaren tüm kurumlarına ve devam eden işleyişine yerleşiktir. Ve bu durum, şu ya da bu hükümete önderlik eden tekil kişilerin faşist ve ırkçı olmalarından ötürü -ki tamı tamına böylelerdir- kaynaklanmamaktadır. Irkçı ve faşist saldırılar, bu ülkenin tarihsel olarak gelişim zorunluluklarından ve dinamiklerinden kaynaklanır.4

Başka Dünyaya Duyulan Yakıcı İhtiyaç

Bugün Dağlık Karabağ’da, emperyalist bir kıskacın olmadığı, Ermenistan ve Azerbaycan tahakkümüne dayanılmayan bir bağımsızlık, bölgede yaşayan halkların devamlı savaş gerilimiyle yaşamaktan kurtaracaktır ve her ilerici insanın arzuladığı barışın zeminini hazırlayacaktır.  Bunanla birlikte gerçek ve daimi bir barış, savaşların olmadığı bir dünya için emperyalist-kapitalist sistemin ve onun bölgesel aktörlerinin caniliklerine karşı sadece direnmek yeterli olmayacaktır. Bu sistemin her türden dehşet doğasına ve sonuçlarına karşı, insanlığın temel çıkarlarına dayalı, baskının ve sömürünün olmadığı ve nihai hedefi komünizm olan gerçek bir devrim yakıcı ve acil bir ihtiyaçtır.

Bob Avakian’ın da söylediği üzere;

“İki seçeneğimiz var. Ya bütün bunlarla yaşamaya devam edeceğiz ve gelecek kuşaklar da -eğer bir gelecekleri olacaksa- aynısını, hatta daha beterini yaşamaya devam edecek – veya devrim yapacağız!”


1https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2011/05/20110528M1-30-1.pdf

2file:///Users/user/Downloads/EconomicRelationsBetweenTurkeyAndAzerbaijan.pdf

3http://www.agos.com.tr/tr/yazi/24662/bayrakli-konvoy-bu-kez-osmanbey-de

4Faşizm ve Linç Kültürü, Tüm Bunların Olmadığı Bir Dünya İçin Gerçek Kurtuluş

Faşizm ve Linç Kültürü, Tüm Bunların Olmadığı Bir Dünya İçin Gerçek Kurtuluş